• Sonuç bulunamadı

Göçmen yazarların eserlerinden oluşan Göçmen Edebiyatı’nda göçün nedenleri, göç süreci ve göçün sonuçlarından bahsedilir. Yazarların göç etme nedenleri, göç süreci ve onların yaşadıkları sorunlar çoğunlukla benzer olsa da bunlar aynı değildir. Bu durum göç edilen ülkelerin farklı sistemlere sahip olmalarıyla da ilgilidir. Bu nedenle tek bir Göçmen Edebiyatı’ndan bahsedilemez. Edebiyat araştırmalarında da 1980’lerden sonra gittikçe önem kazanan Göçmen Edebiyatı’nın odak noktası her ne kadar göçmen yazarların göç tecrübesi olsa da son dönemlerde 20. yüzyılın kitlesel göç hareketleri de bu çalışmalara dâhil edilmiştir. Bu durum Göçmen Edebiyatı’nın çalışma alanını olabildiğince genişletmiştir. Bu nedenle bu edebiyatın inceleme alanları arasında; Avrupa’dan Kuzey Amerika’ya ve Avusturalya’ya olan göç, etnik temizlik nedeniyle Hindistan ve Pakistan’da yaşanan kitlesel göçler, işgücü göçü nedeniyle Almanya’ya ve Hollanda’ya olan; Türk, İtalyan ve Yunan göçleri, Nazi döneminde muhaliflerin Almanya’dan sürgün edilmeleri ve eski sömürgelerden Avrupa’ya olan göçler dâhil edilmiştir. Eski İngiliz sömürgelerinden Karayipli, Asyalı ve Afrika kökenli yazarların Avrupa’ya olan göçleri sonucunda “Black British Literature’’ (Siyah İngiliz Edebiyatı), “British- Asian Literature’’ (İngiliz Asya Edebiyatı) ve Kuzey Afrika’daki eski Fransız sömürgelerinden Avrupa’ya göç eden yazarların oluşturduğu “French Beur Literature’’ (Magrip Fransız Edebiyatı) gibi göçmen edebiyatlar ortaya çıkar. Sömürgecilik nedeniyle kolonilerin içinde ya da imparatorluk merkezlerinde göçler yaşanır. Bu nedenle Göçmen Edebiyatı ve Postkolonyal Edebiyat arasında bir yakınlaşmadan bahsedilebilir. Bununla birlikte tüm göçler sömürgecilik nedeniyle ortaya çıkmadığından Postkolonyal Edebiyat bütünüyle göç konusuyla ilişkilendirilemez. Postkolonyal teorinin sömürgeler dışındaki göç ile ne kadar

25

ilgilendiği güncel tartışma konularından biridir (“Migrant Literature’’, 31.04.2018). Almanya’daki Tük Edebiyatı’nı bu çerçevede değerlendirdiğimizde Türkiye’nin herhangi bir emperyal gücün sömürgesi olmadığını, Almanya’daki Türk yazarların da bu nedenle Almanya’ya göç etmediğini belirtmek gerekir. Bize göre Postkolonyal Edebiyat ile Göçmen Edebiyatı arasındaki benzerlik her iki edebiyatı oluşturan yazarların yerlerinden olmuş olmalarıyla ilgilidir. Sömürgeleştirilen topraklarda “yerinden edilme’’ daha acı bir tarihe dayanır. Bununla birlikte her iki gruptaki yazarlar da kendi ana vatanlarından uzaktadırlar. Bu uzaklık göçmen yazarlarda çoğunlukla coğrafî iken postkolonyal yazarlarda ise zihinsel bir uzaklıktan; hatta kopuştan bahsedilebilir.

Göçmen Edebiyatı’nda genellikle göçmenlerin kendi ülkelerine dair hatıraları, göç ettikleri ülkede maruz kaldıkları ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, yerinden edilme ve köklerinden koparılma durumlarına bağlı olarak ortaya çıkan kimlik arayışı gibi konular anlatılır. Bu edebiyatta ilk eser veren yazarlar kendi dillerinde yazarken onlardan sonraki nesiller ise göç ettikleri ülkenin dili ile yazarlar. Bu durum her iki dönemdeki eserlerin içeriklerine de yansır, ele alınan konular farklılaşır.

Cemal Sakallı, “göçerin’’ ve göç edilen ülkenin coğrafi-kültürel kimliği ile birlikte kavramsallaştırıldığını, örneğin Avrupa’da yaşayan ve ikinci dilde eser veren göçmenlerin oluşturduğu edebiyatların; Magrip-Fransız Edebiyatı, Hint-İngiliz Edebiyatı, Türk-Alman Edebiyatı şeklinde adlandırıldığını belirtir (Sakallı, 2018:14). Sakallı’nın belirttiği ülkeler dışında Çarlık Rusya’sının yıkılmasından sonra muhalif birçok yazarın Türkiye, Fransa, Batı Almanya ve Çin’e kaçıp buralarda “Rus Göçmen Edebiyatı’’nı oluşturmaları ve Lübnan, Suriye, Filistin, Ürdün’den Kuzey ve Güney Amerika’ya göç eden yazarların oluşturduğu “Mehcer Edebiyatı’’ da dünyadaki göçmen edebiyatları arasında gösterilebilir.

Sevinç Üçgül, Rus Göçmen Edebiyatı’nı Rusya’nın 20. yüzyıldaki göç süreçlerine göre 3 gruba ayırır. Bunlardan birincisi 1917 Ekim Devrimi sonrasında Bolşeviklerin yönetime el koyması ile muhalif yazarların Rusya’yı terk etmesini kapsar. Bu dönem 1939’a kadar devam eder. İkinci göç dalgası II. Dünya Savaşı boyunca ve sonrasında (1939-1950) devam eden göçlerdir. Üçüncü göç dalgası ise

26

1960 ile 1985 yılları arasında SSCB rejiminden memnun olmayan aydınların ve Yahudilerin göç etmesini kapsar. İnsanlar başta Almanya ve Fransa olmak üzere diğer Avrupa ülkelerine; Doğu’da ise Mançurya ve Çin’e göç etmişlerdir. İlk dönemde göç eden yazarlar arasında; İ. Bunin, İ. Kuprin, V. Nabokov, G. Gazdanov, M. Ageyev gibi isimler vardır. Bu dönemdeki yazarların eserlerinde; geride kalan ülkelerine duydukları özlem, çocukluk ve gençlik anıları ve siyasî eleştirler vardır. İkinci grupta; B. Nortsissov, N. Narokov, S. Maksimov, V. Sinkeviç gibi şair ve yazarlar yer alır. Bu dönemdeki yazarlar Stalin döneminde yetiştikleri için sürekli bir baskı altında büyümüşlerdir. Sovyet rejimi propagandası yazarların sanatsal yönden kendilerini geliştirmelerini engellemiştir. Üçüncü dönemde; İ. A. Brodksi, A. İ. Soljenitsın, V. Neksarov, A. Galiç gibi şair ve yazarlar vardır. Onlar gittikleri Amerika, Fransa ve Almanya’da bu ülkelerin kültürlerini benimsemiş, kimileri de bu dillerde eserler vermişlerdir (Üçgül, 2006:58). Rus Göçmen Edebiyatı’nın ilk dönem yazarları Almanya’daki Türk Göçmen Edebiyatı’nda olduğu gibi daha çok kendi ülkeleriyle olan bağlarını korumaya çalışmış, kendi dilleriyle eserler vermişlerdir. Memleketlerine duydukları özlem, çocukluk ve gençlik anıları her iki edebiyatın ortak konularındandır. Rus yazarları da tıpkı Türk yazarlar gibi gittikleri ülkelerde sanatsal ve edebî faaliyetlerini sürdürmüşler, gazete ve dergiler çıkarmışlar, yayınevleri kurmuşlardır. Her ikisinde de ikinci ve sonraki kuşak yazarlar göç ettikleri ülkenin dili ile eserlerini kaleme almışlardır.

Çoğunluğu Hıristiyan Arap yazarlardan oluşan Edebu’l Mehcer’de ya da Göçmen Edebiyatı’nda en çok tanınan yazarlar; Cibrân Halîl Cibrân, Mîhâîl Nu’ayme, Emîn er-Reyhânî, Reşîd Selîm el-Hûrî ve Fevzî Ma’lûf’tur. Bu yazarlar eserlerini ana dilleri olan Arapça dışında; Kuzey Amerika’da İngilizce, Latin Amerika’da İspanyolca ve Brezilya’da ise Portekizce kaleme almışlardır. Bu nedenle onlar milyonlarca kişiye ulaşma fırsatını yakalamışlardır. Hüseyin Yazıcı’ya göre

Edebu’l Mehcer’in amacı özgür ve mutlu insanı yaratmaktır. Yazıcı; şekil ve konu

bakımından Modern Arap edebiyatına esin kaynağı olan bu edebiyatın Arap edebiyatına yeni bir ruh verdiğini, Avrupa ve Amerika’da etkiler bıraktığını, Doğu’nun mesajını Batı’ya taşıdığını belirtir. Diğer Göçmen Edebiyatlarda olduğu gibi Edebu’l Mehcer’de de en önemli ortak tema özlemdir (Yazıcı, 2002:457). Bu edebiyatın en önemli temsilcilerinden biri olan H. Cibrân da muhalif kimliği ile öne

27

çıkar. Cibrân; din adamlarına, toplumdaki zengin ve nüfuzlu kişilere yönelik eleştiriler yapmış; kimi âdet ve geleneklerin, evlilik kurumunun Doğu’nun geri kalmasına neden olduğunu iddia edip bunlara karşı çıkmıştır. Edebu’l Mehcer’deki yazarlar arasında din adamlarına karşı görüşlerini ilk defa açıkça Cibrân dile getirmiştir.

Göç ile ilgili olan bir diğer kavram da sürgündür. Göçte de sürgünde de kişiler, yaşadıkları yerden ayrılırlar. Bu nedenle Peter İsaac Rose, göç etme kararı arkasındaki zorlayıcı politik ve ekonomik nedenlerin sürgün ve göçmen arasında net bir çizgi çizmeyi zorlaştırdığını belirtir (Aktaran Karabulut, 2018:52). Bununla birlikte “Sürgün’’ ve “Göçmen’’ birbirinden farklı kavramlardır. Sürgün; “Ceza

olarak belli bir yerin dışında veya belli bir yerde oturtulan kimse, menfi…Bu biçimde sürülme işi ve bu işin sonucu, nefiy’’ (TDK Türkçe Sözlük, 2005:1831) olarak

tanımlanır. Sürgünlükte siyasi düşüncelerinden dolayı cezalandırılma durumu vardır; bu yüzden söz konusu kişi cezalandırılmamak için yaşadığı yerden, memleketinden kaçar. Sürgün; ülkesine dönerse kesinlikle cezalandırılacağını bilir. Göçmen ise istediği zaman ülkesine dönebilir. Ülkesine dönen göçmenin cezalandırılmasından ziyade ekonomik olarak daha zor şartlarda yaşamak zorunda kalma durumundan bahsedilebilir. Göçmen ve sürgün yazarlar dışarıda olmaktan kaynaklanan benzer süreçleri yaşasalar da bu durum bu iki edebiyatın aynı olduğu anlamına gelmez. Feridun Andaç’ın sürgün ve gurbet kavramlarını açıklarken dikkat çektiği hususlar sürgün edilen ve göç eden yazarların oluşturdukları edebiyatın ayırt edilmesi ve daha iyi anlaşılmasına katkı sunar:

“(…)Sürgün, siyasi literatürümüzde tek boyutlu biçimde yer etmiş. Cezalandırmak, göndermek…Gurbet ise doğulup büyünülen yerin dışındaki bir kent, bir ülke. Bunun toplum yaşamımızda yer edişinin siyasi bir yanı yok. Daha çok ekonomik ve toplumsal nedenlerle gidilen, göçülen yer. Öteden beri, aydınımız, gönüllü veya zorunlu gittiği yeri gurbet bellemiş, sıla özlemiyle “dâüssıla’’ düşlerini yazmış ya da “gurbet’’i hikâye etmiş…Gurbet, gönüllü gidilen, dönüp dönmeme kendisine bağlı olunan, belki de orada yerleşilen. Ama sürgünlük farklı. Yazarın sürgündeki kimliğine, yaratıcı dünyasına bakacak olursak; sürgünlükle gelişen, zenginleşen bir boyutu yakaladığı bile söylenebilir…” (Andaç, 1996:379)

28

Sürgün ya da göçmen yazarlar, kimi zaman gurbette olmayı bir avantaja dönüştürürler. Bu konuda Edward Said kişilerin gerçek bir sürgün ya da göçmen olmasalar da kendilerini öyleymiş gibi düşünmelerinin ve tüm engellere rağmen merkezi otoritelerden uzaklaşıp hayâl kurup sorgulama yapmalarının mümkün olduğunu belirtir (Said, 1994:66). E. Said, bireyin özgürlük alanını kısıtlayan otoritelere karşıdır. Bu karşıtlığı entelektüel bağımsızlığın bir gereği olarak görür. Onun; sürgünlerin, göçmenlerin, mültecilerin üretkenliği ve onların Batı kültürüne katkıları ile ilgili düşünceleri de bu çerçevededir. Yaşadığımız çağın; yerinden edilmişlerin, mültecilerin ve kitlesel bir göç çağı olduğunu belirten Said, Modern Batı kültürünün çoğunlukla göçmenlerin, sürgünlerin ve mültecilerin ürünü olduğunu ifade eder. Faşizm, komünizm ve baskıdan kaçan mülteciler sayesinde Amerikan’ın; entelektüel, akademik ve estetik düşüncesinin bugünkü seviyeye ulaştığını belirtir. Günümüzde de göçmenler başta bilişim ve girişimcilik olmak üzere Amerika’da birçok alanda öncüdürler. Said, mülteci ve sürgün arasındaki farkı ve bu konunun edebiyatla olan ilişkisini şöyle açıklar:

“(...)’Mülteci’ sözcüğü acilen uluslararası yardıma ihtiyaç duyan çok sayıda masum ve sersemleşmiş durumda insanı kasteden siyasi bir sözcük hâline gelmiştir; halbuki ‘sürgün’ sözcüğü, bence bir yalnızlık ve tinsellik çeşnisi taşır. Başka ülkeye yerleşenler genellikle kişisel ya da toplumsal nedenlerle yabancı bir ülkede gönüllü olarak yaşarlar. Hemingway’le Fitzgerald’ı Fransa’da yaşamaya kimse zorlamamıştı. Bu insanlar sürgünün yalnızlığını ve yabancılık hissini paylaşabilirler, ama onun katı yasaklarından mustarip değildirler. ..’’ (Said, 2006:36)

Göçmen ya da Sürgün Edebiyatı ile ilişkili olan bir diğer dönem Hitler dönemindeki baskılar nedeniyle 1933 ile 1945 yılları arasında değişik mesleklerde ve alanlarda birçok Alman bilim adamının, dil ve edebiyat bilimcinin ve sanat adamının Türkiye’ye sığınmasıdır. İstanbul’a göç eden yazarlar arasında; Romanistik Leo Spitzer ve edebiyat eleştirmeni Erich Auerbach gibi kişiler de vardır. Leo Spitzer, İstanbul Üniversitesi’nin Romanistik kürsüsünün kurulmasında ve bu alanda edebiyatçıların yetişmesinde öncülük yapmıştır. Onun Amerika’ya gitmesiyle de Roman Dilleri Bölümü’nde Erich Auerbach öğretim elemanı yetiştirme görevini sürdürür (Gülmez, 2016:38). Auerbach, biçimbilimsel ve dilbilimsel eleştiri

29

alanlarındaki en önemli eserlerden biri olan Mimesis adlı eserini İstanbul’da iken yazar. Bu durum Türkiye’nin de bir zamanlar ülkelerinden kaçan sürgün edebiyatçılara mekân olduğunu göstermesi açısından önemlidir.

Jeanne E. Glesener, modern Göçmen Edebiyatı’nı “Yeni Dünya Edebiyatı’’ olarak yorumlayan araştırmacıların sayısının gittikçe artığına dikkat çeker. Glesener; Homi K. Bhabha, Mads R. Thomsen, Pascale Casanova, Franco Moretti ve David Damrosch’un Dünya Edebiyatı ile ilgili görüşlerinden hareketle konuyu açıklamaya çalışır. Homi K. Bhabha, Dünya Edebiyatı üzerinde yapılan incelemelerde kültürlerin birbirilerinden farklı olan yönlerinin; göçmenlerin, sömürgeleştirilenlerin ya da politik mültecilerin ulusötesi tarihlerine bakılarak öğrenilebileceğini belirtir. Burada ifade edilen “ulusötesi tarih’’ kavramı ile ulusal sınırlar boyunca milletlerin, fikirlerin, teknolojilerin ve kurumların hareketi kastedilir. Homi K. Bhabha, bu hareketliliğin içerisinde Dünya Edebiyatı’nın da olduğunu belirtir. Göçmen yazarların kozmopolit kültür ile olan ilişkisini inceleyen Mads Rosendahl Thomsen de göçmen ve kozmopolit yazarların uluslararası kültürel değişimin merkezinde yer aldıklarına dikkat çeker. Thomsen, Göçmen Edebiyatı eserlerinin; yer, millet ve kimlik unsurlarının her zamankinden daha karmaşık bir dünyanın ürünü olduğunu belirtir. İşte bu nedenle Göçmen Edebiyatı’nda Dünya Edebiyatı çalışmaları için yeteri kadar malzeme olduğu iddia edilir (Aktaran Glesener, 2016). Bize göre de çok dilli ve kültürlü özellikleri sayesinde göçmen yazarlar, Dünya Edebiyatı’ndaki gelişmeleri yakından takip etme fırsatını elde ederler. Onlar, kendi kültürel özelliklerini evrensel kültürün bir parçası olarak eserlerinde işledikleri oranda Dünya Edebiyatı’na katkıda bulunabilirler. İ. A. Brodksi ve A. İ. Soljenitsın başta olmak üzere göçmen yazarların Nobel edebiyat ödülünü alması buna örnek olarak gösterilebilir.