• Sonuç bulunamadı

İstanbul Kültür Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Ataköy Yerleşkesi, E-5 Karayolu Üzeri, D-100 Yan Yol, 34156 Bakırköy-İstanbul

Tel: (212) 498 45 57, E-posta: f.apak@iku.edu.tr

ÖZET

Göktürklerden günümüze kadar geçen süreçte, Türk edebiyatının, toplumsal olaylar içinde daha çok, inanca bağlı dinamiklerin değişimiyle şekillendiği görülür. “Orkun Yazıtları”ndan Mevlana’nın “Mesnevi”sine, sözlü gelenekten Postmodernist edebiyata kadar ‘insan’ın iç ve dış âlem(ler)e yaptığı yolculukta, ‘sonsuz’luk ve ‘tek’lik kavramları, kimi zaman maddî kimi zamansa manevî unsurların ele alındığı bir anlayışla ve sıklıkla işlenmiştir.

Üst(kâmil) insana ulaş(tır)manın amaçlandığı edebî(olgun) bir anlayış, sonuç olarak, öğretici ve öğüt verici bir yaklaşımın Türk edebiyat geleneği içinde yüzlerce yıl sürdürülmesi anlamına gelirken, teknolojinin değişimiyle birlikte, zaman içinde Türk edebiyatı da başka toplumların edebiyatlarında olduğu gibi kırılma noktalarından geçmiş, şair ya da yazar(lar) madde ve ruhla ilgilenirken birinden diğerine, hem bütüncül hem de parçalı yaklaşımlarla gidip gelmiştir. Madde ve ruh arasındaki bu gidiş gelişlerin ne şekilde ele alındığını incelemek, aynı zamanda, Türklerin bilim ve sanattaki düzeylerini de gözler önüne sermektedir.

Üzerinde yaşanan coğrafyanın konumundan dolayı, pek çok kültürün edebî geleneğinden etkilenen ve Halk edebiyatı, Tasavvuf edebiyatı, Divan edebiyatı, Tanzimat dönemi edebiyatı, Servet-i Fünun dönemi edebiyatı, Millî edebiyat, Cumhuriyet dönemi edebiyatı gibi pek çok düşünce ve duygu ikliminde eser(ler) veren Türk yazar ve şairlerinin

‘insan’ kavramında nasıl birleştiği, ‘göreli’ yaklaşımların oluştuğu varlık(kesret) evren(ler)inden ‘tekil’ bir anlayışın bulunduğu mutlak(vahdet) evren(ler)e yolculuğun sırlarına sahip olmanın boyutlarını nasıl aktardığı ya da sorguladığı ve bunu, toplumsal dönüşümlerin yaşandığı süreçlerde nasıl ele aldığı, bu çalışmanın konusu olmuştur.

Anahtar Sözcükler : Türk edebiyatı, Eski Türk edebiyatı, Yeni Türk edebiyatı, insan, sonsuzluk, görelilik, teklik, tasavvuf, fizik, metafizik

Görünce yaprağa konan kelebeği, hayran oldu çocuk güzelliğin büyüsüne: önce şekline, sonra da renklerine. Saf, pırıl pırıl bir mutluluğa sürüklendiğinde, onu istedi çocuk, onu sevmeyi, sonsuz sevgisinden ona

vermeyi...

Yakaladı özgürlüğünü, özgür kelebeği; ve... Açtı avucunu sevinçle...

Hayran olduğu kelebek değildi artık gördüğü. Korkunca birden, attı elinden çirkinleşmiş böceği: Çırpınırken toprakta böcekleşen kelebek; sessiz çığlıklarında, uçmayı diliyordu, dışındaki içiyle...

Uçamayınca böcek, solan kanatlarıyla kalakaldı yerde, öylece. İçi eridi çocuğun; boğazında düğümlendi hıçkırık; kayboldu gözleri siste:

... İşte o anda, sevmeyi bildi çocuk, ölümüne!

Gizemi yok edilen dünyada, bir bebek nasıl hayran olabilir; büyülenebilir? Sonrasında, gerçek olanla sahteyi birbirinden nasıl ayırabilir? Ya doğruyla yanlışı, güzelle çirkini, doğallıkla yapaylığı, dürüstlükle yalancılığı, sevgiyle şımarıklığı... Günümüzde “insan oluş”un basamakları, zamanın girdaplarına pompalanan yanılsamalarla yok edilirken bu dünyaya doğanlar; çocukluk, erinlik ve ergenlik dönemlerini yaşayamadan yetişkin ol(durul)uyor: güven, sevgi, saygı, şefkat, destek, doğruluk, dürüstlük, cesaret, sadakat, mutluluk, huzur... yani ki ‘erdem’ gibi büyülü kavramlardan yoksun kalan bebek yetişkinler, kimi zaman ellerinden attıkları kelebeklere ya da ellerden düşürülen böcekleşmiş kelebek gibi kendilerine umutsuzca, üstelik acıyla kabar(tıl)mış perdeli ve donuk ruhlarla bakakalıyor!

Teknolojinin yanlış kullanımıyla, sırların büyüsünden uzak, keşfetmenin sıkıntılı yollarından geçip zoru başarmanın coşkusunu, gururunu ve hazzını yaşayamayan, dolayısıyla, küçük detaylar ve anlarla mutlu olmayı bir türlü anlayamayan, hobisi bile olmayan, güzel ya da yakışıklı olmaya ve taktir edilmeye teşne, amaçsız ve kendini gerçekleştirememişliğin cenderesinde güvensizlik içinde kıvranan, yanlış ve eksik bilgilerle zihinleri bulanmış, huzursuz ve bezgin, şaşkın ve boşlukta asılı duran ‘tip’lerle daha sık karşılaşır olduk. Evrenlerinin büyüsü bozulmuş, algı gücü hoyratlıkla bastırılan bireyleri, hammaddesi akıl olan teknoloji toplumlarına armağan(!) edip ne olduğunu anlayamadıkları sezgiler yumağı içinde delir(t)meye bırakıyoruz.

O yüzden kendilerini, başkalarını ve doğayı olduğu gibi kabul eden; gerçeği olduğu gibi algılayıp içinde bulundukları ortama kolayca uyan; daha derin kişisel ilişkiler kurabilen; yaşamdan gerçekten zevk alan; özgür doğalarından ötürü bağımsız olan; yaratıcı; sıklıkla doruk yaşantılar geçirebilen; demokratik kişiliğe sahip; kendiliğinden ve doğal olan; amaç ve araç arasındaki

ayrımı yapabilen; kendileri dışında var olan kişilerin sorunlarıyla ilgilenen; içten; yalnız kalma gücüne sahip olup bu yetiden korkmayan; insanlarla birlikte olmaktan hoşlanan ve düşmanlıktan uzak bir

mizah yetisi bulunan; kısaca, kendini gerçekleştiren bireylerle karşılaşıldığında “Bu gerçek olamaz!” düşüncesi hemen kabul edilip ‘gerçek’ olanı, var olmayan bir kimlikle yeniden yaratma gafletine düşülüyor. Derken, hayallerle gerçekler birbirine karıştığında, şizoid kimliksizler çevremize bocalanmış oluyor. Anneleri, akrabaları ya da sevip de ulaşamadıkları tarafından ‘gerçek’ olanın –ya da

‘mükemmel’ ilan edilenin– kendilerine sürekli örnek gösterildiği ortamlardan kurtulamayınca, tek çareleri kalıyor: ‘örnek gösterilen’ gibi, yani, mükemmel ‘olmak’... Her şeye rağmen ‘o’ da olunamayınca, onu yok etmek kalıyor geriye: kendini gerçekleştireni, ideal yapılanı, örnek gösterileni, gerçeği, yani ki aslını yok etmek: ‘ben’in kendini gösterebilmesi için ‘öteki’nin ya ‘ben’ olması ya da ‘yok’ edilmesi gibi... Asıl trajedi, kalan boşluğu dolduramayan kopyaların, ancak gerçek ‘yok’ edildiğinde ‘var’ olup değer kazanmasıyla başlıyor ve bu sahte bireylerin de ağzına, kendini gerçekleştirenlerin muhibine ait sözler dolaşıveriyor: Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!

Sonuç: ne olduğu gibi görünebilen ne de göründüğü gibi olabilenlerle dolu, şizoid, cevher(ler)i yok edilmiş, arazlı toplumlar! Oysa ki, ışık olmadan gölge, gerçek olmadan sahte, cevher olmadan araz, efendi olmadan köle, sevgili olmadan seven, Tanrı olmadan kul; kendini bilmek anlamında, var ya da yok, olamaz... derken, Mevlana’nın çağdaşı olan erenlerden Şirazlı Sadi’nin (13. y.y.) sözleri yankılanıyor kulaklarda:

“İnci, çirkefe düşse gene nefistir; toz, göğe erişse gene bayağı!” [1]

‘İnsan olma’nın kutsallığını algılayabildiğimiz an, yaşamı ve ölümü, sevgiyi ve nefreti, doğruyu ve yalanı, aslolanı ve sahteyi, sonu ve başlangıcı, iyiyi ve kötüyü, kendimizi ve ötekini... yani ki evreni, aşkı ve Tanrı’yı biliyoruz! Her şey, insan olmak ve onu anlamak adına... Kuarktan atoma, atomdan moleküle, molekülden hücreye, hücreden dokuya, dokudan organa, organdan bedene, bedenden varlık âlemine... Bugünün teknolojisine göre tersi de mümkün: takyondan sanal birimlere, sanal birimlerden sanal oluşumlara, sanal oluşumdan sanal bedenlere, sanal bedenden sanal yokluk âlemine yani ki ışıklı bedenlere, ışık hızını aşıp yok olmuşlara, düşünce ve sezgi gücüyle algılanabilen yani ki sadece düşünce ve sezgi hızıyla yakalanabilenlere kadar her var ya da yok ‘olan’ âlem, insan denen boyuta ulaşma çabasında... Dönüp duran kuarklar, dönüp duran

atomlar, dönüp duran gezegenler, galaksiler, evrenler... Mevlevî dervişleri... dönüp duran gündüz ve gece, ışığın çekimine kapılıp dönen ve ateşe düşüp ölen pervane... aşka düşenler... ölüp ölüp dirilenler ve ölerek yokluğa, doğarak varlığa bürünenler... Sonsuz bir halkanın içinde, baştan ve sondan mahrum olan ya da hem başlangıca hem de sona bir bütün içinde sahip olan insan, dönüp dolaşıp her ne ederse yine kendine ediyor!

“Evrende her şey temel bir fikir etrafında, yani ‘insan’ın çevresinde döner. Her şey onun varlığına, tekamülüne, kurtuluşuna hizmet olsun diyedir. Çünki Tanrı’nın, ebedî sanatını icra edebilmesi, hiyerarşilerini ve ileride yaratacaklarını yenileyebilmesi için insanlara ihtiyacı vardır. Bu yüzden eski çağların tapınaklarının duvarında şu ifadeye, şu emire rastlanırdı: Kendini Bil. Bu aslî bilgiden, günün birinde ‘özgün yaratıcıların 10. hiyerarşisi’, yani milyonlarca deneylerinin sonucunda, gelecekteki bir evrenin yaratılması vazifesinin ‘kadrosu’nu oluşturma liyakatine ulaşmış insanlar tarafından meydana getirilmiş bir hiyerarşi doğacaktır.”[2] diyen Emmanuel gibi, pek çok Doğulu düşünür, aydınlanma yolunda bireyin kendi içine dönüşünü öğütlemiştir yüzlerce yıl: Buda, Kındî, Farabî, İbn-i Sînâ, İbn-i Rüşd, Maverdî, Gazzalî, İbnü’l-Haldun, Ömer Hayyam, İbnü’l-Arabî, Cüneyd-i Bağdadî, Hallac-ı Mansur, Sadreddin-i Konevî, Fahreddin-i Irakî, Abdülkadir Geylanî, Ferideddin-i Attar, Şebüsterî, Ahmed Yesevî, Mevlana Celaleddin-i Rumî, Hacı Bektaş Velî, Yunus Emre, Muhammed Lahicî, Sadreddin-i Şirazî, Nesimî, Kuşeyrî, Nabî, ...

Saka Türklerinden olan ve niceleri içinden ‘erdem’i bulmak için onu kısıtlayan evini terk edip yola koyulan Gôtama, yedi yıllık süreçte tanışmış olduğu rahiplerden aldığı eğitim sonunda bile amacına ulaşamaz ve onlardan da ayrılıp önce, Magadha sonrasında da Ourel kasabasına gelir. Kasabanın ormanında yapayalnız kaldığı bir gece ‘bilgi ağacı’ adı verilen Bo ağaçlarından birinin altında şuurunu benliğinden tecrit etmeye çalıştığı sırada, gittikçe saflaşan ruh aşamalarından geçmeye başlar. Ruhunda âniden beliren ışıkla birlikte ‘yeniden doğum dairesi’ne giren ruhların şaşkınlık nedenini, âlemdeki ıstırap kaynaklarını ve bunlardan oluşan elemleri nasıl teskin edeceğini ‘sezme’ye başlar. Gôtama, bu değişimi şöyle anlatır: “Bu keşifleri yaptığım ve bu istiğraka kendimi terkettiğim zaman, ruhum, her çeşit hırslara, dünyevî işlere, hatâ ve cehalete bağlanmaktan kurtulmuştu. Bu kurtulma içindeyken bende, kurtuluş bilgisi uyandı. Yeniden doğmak zarureti nihayet buldu; kutsallığa ulaşıldı; vazife ifa edildi. Bu âleme bir daha avdet etmeyeceğim; işte benim öğrendiğim şeyler...” Bu andan itibaren zahit Gôtama, artık, Buda (aydınlanan) olmuştur.[Bkz. 3] Şimdi de Yunus Emre’nin sesine kulak verelim: İlim ilim

bilmekdür ilim kendin bilmekdür; Sen kendini bilmezsin yâ nice okumakdur/ .../ Yûnus Emre dir hoca

girekse var bin Hacca; Hepisinden eyüce bir gönüle girmekdür (İlim, aslolanı bilmektir; o da insanın kendini –anlamını– bilmesidir. İnsan, kendini bilmezse eğitim anlamsızdır/ .../ Ama, bütün bunların da ötesinde, ideal olan, Hacca gidip hoca olmakla değil, bir gönül yapmakla gerçekleşir.)

Zamanla, Türk Tasavvuf düşünce düzeneği içinde de ‘devriyye’ adıyla bir gelenek başlar ve Türk edebiyatında verilen örneklerde, insanın öte âlemden dünyaya ve dünyadan da Tanrı’ya ulaşma aşamaları ele alınır. “Mutasavvıflara göre, yeryüzündeki bütün varlıklar tek tek Cenab-ı Hakk’ın bir sıfatına mazhardır; insan ise ‘eşref-i mahlukat’ (yaratılmışların en şereflisi) olduğundan, mutlak varlığın bütün sıfatlarına, yani zatına mazhardır. Ancak bu sıfatlar insanda tecelli edinceye kadar sırasıyla bütün varlıklardan geçerek, âdeta kâinattan süzülür. İşte insan bu yüzden bütün kâinatın hülâsasıdır, yâni âlemin özü(zübde-i âlem)dür. İşte bu, bütün kâinattan süzülüp insanda tecelli etme görüşüne ‘devir nazariyesi’, mutlak varlıktan insana ve insandan, aslına dönüşe kadar süren devri anlatan şiirlere de devriyye denir. Devir nazariyesine göre, maddî âleme, yani dünyaya gelen varlık ilk önce cansızdır, sonra nebat, daha sonra hayvan, en sonra da insan şekline girer. Ancak bu, biyolojik bir değişim veya tekâmül değildir. Daha sonra ise, kabiliyet ve gayretine göre ‘insan-ı kâmil’, hattâ ‘kutup’ bile olabilir. Böylece visâl-i Hakk’a nail olarak tekrar geldiği yere, yani aslına dönmüş olur. Bu devir hareketi eskiler tarafından bir daireye benzetilmiş ve vücud-ı Mutlak’tan kâinata gelinceye kadar geçen kısma ‘kavs-i nüzul’ (iniş yayı); süflî âlemden tekrar yüce âleme, yani geldiği yere (vücud-ı Mutlak) varıncaya kadar geçen zamana da ‘kavs-i urûc’ (çıkış yayı) denmiştir... Devriyyeler işledikleri konulara göre ikiye ayrılırlar: Bunlardan kavs-i nuzûlü anlatanlara ‘Arşiyye’, kavs-i urûcu anlatanlara ise ‘Ferşiyye’ denir.” [4] Üsküdar’da doğan ve Melamîlerce ‘kutup’ olarak tanınan Hâşim Baba, ne Bektaşîler ne de Celvetîler tarafından kabul edilmiş, bununla birlikte, ölümünden sonra kendisine Hâşimiyye adlı bir tarikat nispet edilmiştir. Hâşim Baba’nın 18. yüz yılda yazdığı kasideden alınan aşağıdaki dizeler, bir devriyye-yi ferşiyye örneğidir: Bilmeyip bu ehl-i irşad hâlini münkir olan; Kahkariyyen devr ile hayvana can eyler feda/ Çok zaman hayvanî hilatlar giye öz nefsine; Hırs ile dam-ı beladan bulmaya ol hiç reha/ Kalb-i mürşidden olursa her kime atf-ı nazar; Gönlüne dahil olar zatına eder iktida (Doğruluk yolunun ustasına ait hâli bilmeyip de inkar eden kişi; kahredici bir dönüş içinde can verip hayvan olur/ Uzun bir süre, öz nefsini hayvanca davranışlarla giydirir; Hırs ile belanın tuzağında kalıp asla kurtuluş bulamaz/ Doğru yolu gösteren öncünün kalbi, bakışını her kime yönlendirirse; O gönüle giren kişi, ona bağlanır.) [5]

Aynı düşünce düzeneği, Mevlana’da şu şekilde çıkar karşımıza: “Ulu Tanrı, âlemden seçmiştir onları, kendi sözünü dinleyen bir toplum hâline getirmiştir onları. Böyle kişi Tanrı ışığıyla görür, Tanrı diliyle söyler. Dilediğine hikmet verir; kime de hikmet vermişse o kişiye pek çok hayır verilmiştir...

Gerçekten de Allahın öylesine kulları vardır ki onlar, Tanrı kullarına baktılar mı, onlara kutluluk elbisesini giydirirler. Çünkü onların bakışı, Tanrı bakışıdır; onların yardımı, Tanrı yardımıdır; onların kızgınlığı, Tanrı

kızgınlığıdır... Onların, kızgınlıkta, râzılıkta söyledikleri her söz, Tanrı sözüdür. Çünkü Tanrı sözü ne arapçadır, ne farsça... Ne ibrâncadır, ne süryanca; harften de münezzehtir, sesten de. Bir kulun gönlünü arıttı mı onun gönlünün tâ içinden o sözü kaynatır, coşturur. O kulun dilinden, o coşkunluğun köpürüp kaynaması yüzünden bir harftir akar... İster süryanca olsun, ister arapça, ister farsça... Değil mi ki o coşup köpürüşten

gelmede, âlemlerin rabbinin sözüdür.” [6] Ve şu sözlerle devam eder: “Kerâmet ona derler ki seni aşâlık bir hâlden yüce bir hâle getirsin de ordan buraya, bilgisizlikten akla, cansızlıktan canlılığa sefer edesin. Hani önce topraktın, cansızdın; seni bitki âlemine getirdi. Bitki âleminden pıhtılaşmış kan, et âlemine, et âleminden hayvanlık âlemine, oradan da insanlık âlemine sefer ettin. Kerâmet budur işte... Böylece seni, çeşit-çeşit, renk- renk, yüzlerce bam-başka âlemlere de götürürler. İnkâr etme; bundan haber verirlerse kabul et.” [6]

Aslında ‘somut’ olarak verildiği düşünülen bu örnek, oluş sürecinin ‘soyut’ aşamalarını daha net çizebilmek içindir. Diğer örnekse şöyledir: “Bu şuna benzer hani: Bilgin bir hırsız tövbe eder de polis olur. Hırsızken hırsızlık, yankesicilik için çalışıp uğraşması, artık adâlette bulunmasına, ihsanda bulunmasına bir kuvvet olur. Önce hırsız olmıyan öbür polislerden de üstündür. Çünkü hırsızlıkta bulunmuş olan bu polis, hırsızların yolunu-yordamını bilir, hırsızların hâlleri kapalı-örtülü kalmaz ona. Bu çeşit adam,

şeyh olursa pek olgun olur, dünyâda kılavuz kesilir, zamanın Mehdîsi olur.” [6] Bu geleneğin Türk

Tasavvuf ve Tekke edebiyatlarında karşımıza çıkan bir kaç örneğindeki ortaklık, Hristiyanlık, Budizm ve Taoizm gibi başka din ve öğretide de var olagelmiştir. Dolayısıyla, insanın ikilikten kurtulup, yani, nefsine hâkim olarak kendini bilmesi; aynı zamanda, sonsuzluğa açılması, kazandığı deneyimlerin getirdiği olgunlukla Tanrı’yla bir olma yoluna girmesi demektir. Bu durum, göreli olan bütün düşünce dinamiklerinin yok oluşudur; çünkü, görelilik için, ikiliğin var olması yeterlidir:

“Yunus Emre’m zevk ve safa âlemlerinde o kadar yorulmuş ki, şeyhi Taptuk onu bir kazanda kırk gün kırk gece kaynatmış, kazandan çıkardıktan sonra koklamış ve: ‘Git! Hâlâ dünya kokuyorsun!’ demiş.[7] Birisi geldi; bir dostun, bir sevgilinin kapısını çaldı; sevgilisi ‘Kimsin a güvenilir er?’ dedi. Adam ‘Benim!’ deyince ‘Git!’ dedi; ‘Şimdi çağı değil; böylesine sofrada ham kişinin yeri yok!’ Ham kişiyi ayrılık ateşinden başka ne pişirebilir; iki yüzlülükten ne kurtarabilir? O yoksul gitti; tam bir yıl yollara düştü; sevgilinin ayrılığıyla kıvılcımlar saçarak cayır-cayır yandı. O yanmış-yakılmış kişi pişti; olgunlaştı. Geri geldi; gene sevgilinin evinin çevresine düştü. Yüzlerce korkuyla, yüzlerce defâ edebi gözeterek kapının halkasını çaldı; ‘ağzından edebe aykırı bir söz çıkacak’ diye de korkup duruyordu. Sevgilisi ‘Kapıdaki kim?!’ diye bağırdı. Adam, ‘A gönüller alan!’ dedi; ‘Kapıdaki sensin!’ Sevgilisi ‘Mâdemki bensin, gel; içeriye gir!’ dedi; ‘Ev dar, iki kişi sığmıyor.’[8] Bedensiz bir ruh, Tanrı Vişnu’nun cennetine girmek için kapıyı çalar. Vişnu ona ‘kim’ olduğunu sorar; varlık ‘Ben!’ diye yanıtlar. ‘Geri dön!’ der Vişnu; ‘Burada hem sana hem de bana yer yok!’ Varlık, yeniden yeryüzüne doğar ve binlerce deneyim kazanır. Bilgilerini geliştirir ve bir çok yaşamdan sonra yeniden gelip Tanrı Vişnu’ya ait cennetin kapısını çalar. Vişnu aynı soruyu sorar: ‘ Kimdir o?’ Aldığı yanıtsa farklıdır: ‘ Sen!’... ‘Gir içeri!’ der Vişnu.” [2]

16. yüz yıldaysa Divan şairlerinden Fuzulî, aşkın kısık ateşinde demlenen bu düşünceyi, şöyle dillendirir: Ger ben ben isem nesin sen ey yâr/ V’er sen sen isen neyim ben-i zâr(Ey sevgili! Eğer ben, ben isem nesin sen/ Ve eğer sen, sen isen ağlayıp inleyen ben, neyim?)

Taoist öğretide de Doğu ve Batı’nın mistik evren anlayışında var olan düşünce düzeneğinin bulunduğu görülür. O hâlde, bu öğretilere göre ‘görelilik’ ancak, ‘tek’liğin içinde mümkün olabilir: “İnsanoğlu, yin ve yangdan yaratılmıştır. Biz, bunların her ikisiyiz. Eğer bu iki uç arasında gerilim ve bir etkileşim olmazsa, içimizde ya da evrende de bir hareket olmaz. Tam bir durgunluk, sonsuz bir sabitlik olur. Eylemsizlik, hiçlik ve kısırlık tek gerçek halini alır. Bu nedenle göreceliği kabul etmemiz gerekir. İyi ve kötüyü kabul etmeliyiz, çünkü bunlar yaratılışın temel sürecidirler. Eğer bunu anlayabiliyorsan sana şunu da söylemeliyim: Kendi içinde hem iyiyi hem de kötüyü kabul etmelisin.”[9] Şebüsterî’nin de dediği gibi: “Bir buğday tanesine bir âlem sığmış... Sivrisineğin kanadında bile can var... Göz bebeğinin içinde bile koca bir gökyüzü gizli. Yürekteki o kara noktacık, küçüklüğüyle beraber iki cihan Tanrısının konağı! O noktacıkta iki âlem de toplanmış, birikmiş... Bütün ağaç nasıl tohumdaysa, tohum nasıl ağaçtan meydana geliyorsa her şey de her şeyle bir... Kâfirden mümin meydana gelmede, müminden kâfir!” [10]

Tasavvuf edebiyatı içinde sanatını olgunlaştıran Hayalî bey, 16. yüz yılda, bazı şairler gibi, hayır ve şer olan her şeyin Tanrı taktiri olduğunu bilmesine rağmen, geleneğe uyup feleğe töhmet eder. Göklerin (felek, eflak) soğan kabuğu gibi dokuz kat olduğuna inanılan o yıllarda, ilk yedisinde gezegenlerin, sekizincisinde sabit yıldızlarla burçların, dokuzuncusunda (gerdûn) da düz ipekli atlas kumaş gibi uzanan boşluğun bulunduğu felekler, sürekli dönüş hâlindedir. Bu dönüş hareketi, gök cisimleri arasındaki uzaklığın değişimine, dolayısıyla, insan hayatındaki iyi ve kötü olayların inişler ve çıkışlar olarak yaşanmasına neden olacaktır. Hayalî bey, o dönem insanına ait olan bu inanışı, şu sözlerle döker dizelere [Bkz. 11]: Ne gerdûndan sitem çekdüm ne ahterden

melâlüm var/ İkilikden bugün ferdem ne hasm u ne cidâlüm var (Ne felekten zulüm

gördüm ne de yıldızlardan yana üzüntüm var/ Bugün ikilikten birliğe erdim; ne düşmanım ne de kavgam var.)

Bu düşüncenin bir başka uzantısını, edebiyatımıza Abdülbaki Gölpınarlı’nın çevirisiyle kazandırılan ve 13. yüz yılda Şebüsterî tarafından yazılmış olan Gülşen-i Râz adlı eserin satırlarında da görmekteyiz: “Evveli olmayanla sonradan meydana gelen esasen birbirinden ayrı değildir

ki. Sonradan meydana gelen, Mutlak Varlığın zuhurudur, ondandır, kendiliğinden bir varlığı yoktur... Âlem, zaten itibarî bir şeydir. Dairede devreden, devrederek daireyi meydana getiren o tek noktadan başka bir şey değildir... Yürü... Bir ateş noktasını çevir... O nokta gayet hızlı dönmesi yüzünden sana bir daire hâlinde görünür... Bir, sayıya gelirse bir çok sayı meydana çıkar ama sayılan bir, sayıların çokluğuyla çoğalmaz ki.