• Sonuç bulunamadı

Duyardım zulmette her ân bir yeni/ Âlemin yıkılıp devrildiğini/ Çılgın mahşerinde ses ve

renklerin/ Benden sor sırrını mesafelerin/ Benden sor ve benden dinle akşamı/ Rabbim bu sonsuzluk ve onun tadı... (Eşik); Selâm olsun bizden güzel dünyaya/ Bahçelerde hâlâ güller açar mı/ Selâm olsun sonsuz güneşe, aya/ Işıklar, gölgeler suda oynar mı? (Selâm Olsun)

Ölüm, sevgiliyle çıkılan bir yolculuksa eğer, huzur veren ve istenen bir uykuya dönüşür; sıradan bir uyku olmanın ötesinde, sonsuzlukla ölçeklenmiş Tanrı’ya ulaşmanın bir yolu oluverir; sevgili varsa eğer...: İsterdim bu eski yerde seninle/ Başbaşa uyumak son uykumuzu/ Bu hayal içinde...Ve ufkumuzu/ Çepçevre kaplasın bu ziya, bu renk/ Havayı dolduran uhrevî âhenk/ Bir ilâh uykusu olur elbette/ Ölüm bu tılsımlı ebediyyette/ Belki de rüyâsı büyük cetlerin/Beyaz bahçesinde su seslerinin.(Bursa’da Zaman)

Aşka düşen şair için sevgili, her yerdedir: hayal, rüya, düşünce, gerçek, gece ve gündüz arasında... elektronla çekirdek, gezegenlerle yıldızlar arasında... gözle ışığın var ettiği eşyada her görünüş, sevgili olur; perde inmiştir kendiyle öteki(ler) arasına; sonsuzluğu dolduran ‘esir’e dönüşmüştür sevgili: Rüya ile/ Hayal arasında/ Hayal ile/ Hakikat arasında/ Yalnız sen varsın/ Gece

ile/ Gündüz arasında/ Güneşle/ Göz arasında/ Yalnız sen varsın! (O Belde)

Gül şiirindeyse, edebiyatımızda Hz. Muhammed’in sembolü olan ‘gül’le, beşerî sevgiliye de gönderme yaparak yaşam ve ölümü çağrıştıran her duyguyu, tek bir âna sığdırdığı sonsuzluk rüyasında özümser: Ardından ağlanacak ne varsa ömrümüzde/ Tekrar doğuşun sırrı gülümseyen bir yüzde/ Uykusuz geceleri içten kemiren hüzün/ Bin azabın çarkında gerilmiş ağaran gün/ Öpüşler,

gözyaşları, vaitler ve hicranlar/ O derin sükutların aydınlattığı ânlar/ Bir sonsuz uçurumda uyanmış gibi birden/ Sazlar sustuktan sonra duyulan nağmelerden/ Doldurur hiç durmadan uzattığı bu tası/ Gül, ey bir âna sığmış ebediyet rüyası!

Tanpınar’ın hem ustası hem de dostu olan Yahya Kemal; hayal, ölüm, an, sır, musikî ve sonsuzluk kavramlarının birleşimini Tanpınar’a miras bırakırken, hepsini Dünya’da yaşatır: O ki bir ihtişamlı dünyâya; Ses ve tel kudretiyle hâkimdi; Âdetâ benziyor muammâya; Ulemâmız da bilmiyor kimdi; O eserler bugün define midir; Ebediyyette bir hazîne midir; Bir bilen var mı? Nerdeler şimdi/ Öyle bir musikîyi örten ölüm; Bir tesellî bırakmaz insanda; Muhtemel görmüyor henüz gönlüm; Çok saatler geçince hicranda; Düşülür bir hayâle, zevk alınır; Belki hâlâ o besteler çalınır; Gemiler geçmeyen bir ummanda. (Itrî); Cânan aramızda bir adındı/ Şîrin gibi hüsn ü âna unvan/ Bir sâhile hem şerefti hem şan/ Çok kerre hayâlimizde cânan/ Bir şi’ri hatırlatan kadındı. (Erenköyü’nde

Bahar)

Bir Ölünün Ağzından konuşurken “Kabrime çiçek getirenlere gülerim/ Gafil kişilermiş şu insanlar vesselâm/ Bilmezler ki bu kabirle yoktur alâkam/ Ben o çiçeklerdeyim, ben bu çiçeklerim.” diyerek devriyye geleneğini düşündürten Cahit Sıtkı Tarancı da, aklını ölümünden bir türlü alamaz; ama, dünyayı da bırakmaz; ölse de bu dünyada yaşamaya devam eder: N’eylersin ölüm herkesin başında/ Uyudun uyanamadın olacak/ Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında/ Bir namazlık saltanatın olacak/ Taht misali o musalla taşında. (Otuz Beş Yaş); Öldük, ölümden bir şeyler umarak/ Bir büyük boşlukta bozuldu büyü/ Nasıl hatırlamazsın o türküyü/ Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü/ Alıştığımız bir şeydi yaşamak. (Ölümden Sonra); Ne doğan güne hükmüm geçer/ Ne halden anlayan bulunur/ Ah aklımdan ölümüm geçer/ Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur. (Gün Eksilmesin Penceremden)

Yaşam, alışılmış bir olguyken sonsuz bir uykuya uyanmaksızın dalıvermek, hiç de kabul edilesi gelmez Tarancı’ya ve o yüzden, öldüğünü bile unutur: Dün güzel bir kadın geçti/ Kabrimin yakınından/ Doya doya seyrettim/ Gün hazinesi bacaklarını/ Gecemi altüst eden/ Söylesem inanmazsınız/ Kalkıp verecek oldum/ Düşürünce mendilini/ Öldüğümü unutmuşum. (Dalgın Ölü)

Yaşamdan bir türlü kopmak istemeyen bir başka Ölü şair de “Hiçbir dua yerine getiremez/ Benim kâinatlardan uzaklığımı/ Yıkamasınlar vücudumu, yıkamasınlar/ Çılgınca seviyorum sıcaklığımı...” diyen Fazıl Hüsnü Dağlarca’dır; sonsuz yokluğunu bile, koku ve sıcaklık veren anılarda yaşatmak ister: Benden bir anı istersen sımsıcak; Sımsıcak işte ölü yokluğumu al/ Doldur göğsüne soluğunu bu erken serinlikte; Ot kokar, toprak kokar belki, ölü yokluğumu al. (Ölü

Yokluğum)

Ölmüş Bir Arkadaştan Mektup alan Melih Cevdet Anday’sa yazılanları okumaya başlar şaşkınlık içinde; yaşam dolu bir ölüdür satırlardaki: Eskisi gibi yaşıyorum/ Gezerek, düşünerek/ Yalnız biletsiz biniyorum vapura, trene/ Pazarlıksız alışveriş ediyorum/ Geceleri evimdeyim, rahatım yerinde/ (Bir de sıkılınca pencereyi açabilsem)/ Ah... başımı kaşımak, çiçek koparmak/ El sıkmak

istiyorum arada bir. Başsağlığı dilemek de Behçet Necatigil’e düşer ve şunları söyler: Kalanları

dilemek; Garibime gidiyor; Ölen öldü, sen yaşa; Küçültmeye benziyor/ .../ Kimse anlamaz derdimi; Ben uzaklarda olmalıyım, çok uzaklarda; Bir yakınım öldümü.

Necatigil, ölümün soğukluğunu ve yaşamda bıraktığı izi, Kitaplarda Ölmekten bahsederek anlatır bir de: Adı, soyadı; Açılır parantez; Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti; Kapanır parantez/ .../ O şimdi kitaplarda; Bir çizgilik yerde hapis; Hâlâ mı yaşıyor, korunamaz ki; Öldürebilirsiniz.

Yalnızlık ve ölümü, en az Dağlarca kadar hissedip Ölüler arasından “Ben de bir gün böyle bağıracağım/ Yolcular, oturun mezar taşımda/ Yolcular önümde fısıldaşacak/ Yolcular aşılmaz yollar aşacak/ Taşımı yerlere yatıracağım/ Ben de bir gün böyle haykıracağım!” diyerek yaşayanlara bağıran Necip Fazıl Kısakürek, ölümün yaşama koyduğu noktayı şu ifadenin içine gömer: Biter!

Takılır bir yerde kalır oyuncak; Kurgular biter/ Ölüm!.. O geldi mi ne var korkacak; Korkular biter/ Fikir açmaz artık beyinde kuyu; Burgular biter/ Unuturuz hayat adlı uykuyu; Uykular biter/ Biter, biter, biter renk, şekil ve ses; Korkular biter/ Allah, Allah, Allah; Başka lafı kes; Sorgular biter!

Mutlak sevgilinin olduğu âlemle beşerî sevgilinin âleminden ayrılmak: Adı ister yaşam olsun isterse ölüm, sonsuz acılara gebedir... Yaşamı ölüme, ölümü de yaşama galebe çaldıransa çok güçlü bir duygudur: adı, aşk!... Sonsuz bir sevgiyle kenetlenenler, sonsuza dek ayrılırken, yollara düşenler ve onları izleyenler vardır sahnede; Kemal Özer’in yaptığı gibi, bazen Ağıtlar, yavaş yavaş başlar yakılmaya ölümden önce ve telaş içinde; sonrasındaysa başlar ayrılık: annem mi bir kadın/ geciken bir kadın gece yatısına/ ölüm kendini göstereli babamın saçlarından/ günübirlik bir kadın/ üsküdar’la istanbul arasında.

Churchward, elindeki belgelere dayanarak şu yorumu yapar sevgi, ölüm, yaşam, ayrılık ve kavuşma hakkında:

Benden bir vaaz vermem istenseydi, ele alacağım metin Sevgi, tüm evreni yöneten o büyük İlahi Sevgi olurdu. Onda kükürtlü alevler içinde bir cehennemin yeri olmazdı. Çünkü Tanrı asla bir cehennem yaratmamıştır, bu yalnızca insanoğlunun kendi uydurduğu bir şeydir ve yegane cehennem insanın kendisini kendi elleriyle soktuğu durumdur... Sevgi ebedidir, cehennem asla var olmamıştır. İnsanın kalbine İlahi Sevgi

aşılanmış olsaydı, her yer tek bir büyük Sevgi kardeşliğiyle kuşatılmış olurdu. Bu bütün uyumsuzluğu, karmaşayı ve Tanrı’nın ailesi içindeki savaşları sona erdirirdi. Açgözlülük, bencillik, kıskançlık, kin, nefret ve güvensizliğin neden olduğu bu karmaşa bizimledir. Eğer bütün insanlar ruhsal yaşamı en ön plana alsalardı ve para ve tutkularına tapma yerine Tanrı’ya tapsalardı bu kötülükler beslenemez ve var olamazdı... Tanrı’nın

kendisi sırf Sevgi’dir ve insanda hüküm sürdüğü yer kalptir. İlahi Sevgi yoksa, tüm çirkin refakatçileriyle birlikte kaos ortaya çıkar. Bugün dünyada kaos hüküm sürmektedir. Dünyasal sevginin bulunduğu yerde büyük İlahi Sevgi’nin bir yansımasını görürüz. Polinezya Adaları’ndaki cangılların patika yollarında yürürken

karşımıza Güneş’in çocuklarından birisi çıkabilir. Yanınızdan geçerken size yaklaşır ve Koaha-E diye hitap ederler, anlamı “Sevgim sanadır.”... Eğer adaların temiz ruhlu kızlarından birisiyle karşılaşırsanız, onun Koaha-E’sinin flörte davet olmadığını bilmelisiniz. Bu yalnızca ona 12.000 yıl önceki kadim atalarından, Anavatan Mu’nun okyanusun dibini boyladığı zamanların Tanrı’yı Sevin, Birbirinizi Sevin öğretisinden miras

kalmış bir selamlama şeklidir. Mu’da insanlara asla Tanrı’dan korkmak öğretilmezdi. Aksine, onlara Göksel Baba’nın saf Sevgi olduğu ve bu yüzden ona sevgi ve güvenle yaklaşılabileceği öğretilirdi. Kadim din bu esas

Tevfik Fikret’in dünyasında Ey Şive-kâr, Gül! nidasıyla başlayan yaşam dolu anlar, sevgiliden yükselen bir gülüşe bürünmüştür ve aşk, gülüşlerle girince kapıdan, başlar Mes’ûdiyet-i Aşk; ardından, değişir dünya: Güldükçe verd-i ârızın ey feyz-bahş-ı cân/ Hakka ki nûr-ı feyz-i cihândan verir nişân/ Tab’ımca bir cihâna döner ol zaman cihân/ Başlar tebessüm eylemeye tıfl-ı dil o ân/ Güldür garîbin ey gül-i revnâk-disâr!.. Gül! (Güldükçe yanağının gülü, ey cana bolluk veren/ Hakka, evrenin bolluk ışığından işaret verir/ Gönlümce bir evrene döner evren o zaman/ Başlar gülümsemeye gönül yavrusu o an/ Güldür garibini, ey çok parlak gül!... Gül!); Aşk olduğu anda serde meknûn/ Gönlümde

değişti resm ü kaanûn/ Pür-zulmet iken gözümde dünyâ/ Nûr içinde olup o dem hüveydâ. (Aşk, başta gizlendiği anda/ Gönlümde değişti düzen ve yasa/ Kapkaranlık iken gözümde dünya/ Işık içinde

kalıp o an çıktı ortaya.)

Tasavvufun mistik dünyasında, aşkın ölüme açtığı kapı, 20. yüz yılın göreli dünyasında, yaşama açılır; Doğu’nun, aşkı teklik içindeki sonsuzluğa hapsettiği anlayış, çağdaş Türk edebiyatında, ortak ama göreli yaşanan aşkı, ikilikte birler. Ataol Behramoğlu’nda Aşk İki Kişiliktir: Yitik bir sevgisin sadece/ Tüketilmiş ve düşmüş gözden/ Düşlerinde bir çocuk hıçkırır/ Gece camlara sürtünürken/ Çünkü hiç bir kelebek/ Tek başına yaşamaz sevdasını/ Severken hiç bir böcek/ Hiç bir kuş yalnız değildir/ Ölümdür yaşanan tek başına/ Aşk iki kişiliktir.

Zeki Ömer Defne Senin Yanında derken, aşkın hüküm sürdüğü alan, sevenle sevilenin zaman ve uzaydan soyutlandığı, vuslatın bitip hicranın başladığı anların tılsımıyla dolar: Senin

yanındayken, avuçlarımda/ Suda sabun gibi eriyor zaman/Ve sanki yağ gibi kayıp gidiyor/ Bir balık

ellerimin arasından/ Al, yeşil sedefler akıyor ağdan/ Bana râmolmuyor suların sırrı/ Sade bir şeyler

var parmaklarımda/ Pul pul, pırıl pırıl ve senden ayrı. Ruhları birleştiren aşk, ölümlü bir bedenin

taşıdığı ruhla bu âlemde kalırken, yine ölümün özgürleştirdiği diğer ruhla öte âlemde sonsuzluğa karışır. Yaşamla ölüm arasında, birleşmeyi mümkün kılacak süreçse, ayrılıktır: zıtlıkların birliği, fiziğin değişmezleri gibi sabit ve kararlıdır...

Dünyanın bilinen ilk edebî eseri olan Gılgameş Destanı’nda, Gılgameş; Tanrılara birlikte kafa tutup onlarca canavar ve düşmanı birlikte öldürdüğü dostu Engidu’nun ölümü karşısında çaresizdir; ölüme isyan edip sonsuz yaşamın peşine düşer. Uzun ve eziyet dolu bir yolculuktan sonra, insanı ölümden koruyan otu bulur; bulur ama, dönüş yolculuğu sırasında, onu bir yılana kaptırır. Gılgameş’in ölüm karşısında duyduğu acı, ölümden korktuğundan değil sevgi, güven ve yaşam kaynaklarından birini, biricik dostu Engidu’yu kaybettiğindendir: “Gılgameş Engidu’nun gözünü yokladı. Fakat Engidu gözünü açmadı. Onun kalbini yokladı. Kalbi atmadı. Gılgameş duyduğu acının etkisi ile bir arslan gibi kükredi: Yavruları kaçırılmış bir dişi arslan gibi... Engidu’nun yüzüne kapandı. Sonra kalktı (kederinden) saçını başını yoldu, eline geçen her şeyi kırıp attı ve kendi elbiselerini parçalayıp yere

fırlattı.” [48] Gılgameş’i dahi sarsan ayrılık acısı ruhu sarınca, yaşam ölüme, yaşananlarsa rüyaya

sorgular: Gördüğüm, besbelli, rüya idi/ Mustarip ve bahtiyar bir rüya/ Geldiğin gibi gittin, sevgilim!

Ve bu, çabuk bitti/ Artık başka rüzgârlardır dokunan saçlarına.

Ayrılıkla gelen, Sen ve Benden yaşamı da götürürken “Sana ufuklar ‘Gel!’ diye bağırır/ Ellerinde çiçek, haykırarak/ Seni gür sesiyle hayat çağırır/ Beni de çiğneyip geçtiğin toprak...” söylemiyle Bir Adın Kalmalı diyen Tanpınar, kabullenmiş gibidir hiç başlamayan bitişi: dağlar sonra oynadı yerinden/ ve hallaçlar attı pamuğu fütursuzca/ sen say ki/ yerin dibine geçti/ geçmeyesi sevdam/ ve ben seni sevdiğim zaman/ bu şehre yağmurlar yağdı/ yani ben seni sevdiğim zaman/ ayrılık kurşun kadar ağır/ gülüşün kadar/ felaketiydi yaşamanın/ yine de bir adın kalmalı geriye/ bütün kırılmış şeylerin nihayetinde/ aynaların ardında sır/ yalnızlığın peşinde kuvvet/ evet nihayet/ bir adın kalmalı geriye/ bir de o kahreden gurbet/ beni affet/ kaybetmek için erken, sevmek için çok geç.

Bir süre, başka sesler girer araya ve hep aynı açmazı tekrar eder: ayrılık! Cemal Süreya, Kanto eşliğinde içkiye sarılır: Ben nerde bir çift göz gördümse/ Tuttum onu güzelce sana tamamladım/ Sen binlerce yaşayasın diye yaptım bunu/ Bir bunun için yaptım/  Garson bira getir/ Garsonun adı Barba.

İçki şişesinde uyutulan ayrılık, Yağmur Yağıyordu diyen Tarancı’yla, bir şehre sığmaz olur ve taşınır başka kente sağanak sağanak: Yağmur yağıyordu Paris kaldırımlarına/ Seni düşünüyordum penceremde/ (Penceremiz olabilirdi!)/ Yağmuru sevmediğin geldi aklıma/ Bulutlar da hatırlamış olacaklar ki/ Yağmurda üzüldüğünü/ Sağnak durdu birdenbire/ Güneş açtı/ Yüzün güldü mü bilmem/ İstanbuldaki pencerende.

Enis Behiç Koryürek’se, bir şarkının güftesine yayar sevgiliyi ve sonsuzluğa akar özlem, Hatıralar içinde: Geçsin günler, haftalar/ Aylar, mevsimler, yıllar/ Zaman sanki bir rüzgâr/ Ve bir su gibi aksın/ Sen gözlerimde bir renk/ Kulaklarımda bir ses/ Ve içimde bir nefes/ Olarak kalacaksın.

Ayrılık, çalarken kapıları tek tek, İlel-Ebed sürecek bir hayale sarılan Fikret’in sesine tutulup giden Tanpınar, değişmeye başlar tekrar ve daha derinden: İlel-ebed... Bu tahayyül, verirdi

neş’e bana/ İlel-ebed onu sevmek, ilel-ebed, mü’lim/ Fakat hayât-fezâ/ Bir ibtilâ sevmekti en güzel

emelim (Sonsuza dek bu hayal, neşe verirdi bana/ Sonsuza dek onu sevmek, sonsuza dek, elemli/ Fakat, hayat veren/ Bir tutku; sevmekti en güzel emelim.)

Mavi, Maviydi Gökyüzü’nde “Kim bilir şimdi nerdesin/ Senindir yine akşamlar/ Merdivende ayak sesin/ Rıhtım taşında gölgen var.” derken, anılar ve ümit içinde yemin eder Tanpınar: Bekleyeceğim!

Seni beklemekle geçse de ömrüm/ Şu fani dünyada kalmasa günüm/ Senden uzakta ölürsem

bir gün/ Ahirette seni bekleyeceğim... Necip Fazıl gibi bir başka Bekleyen aynı düşüncelerle

doldururken gökkubbeyi, yeminle sarmaşan âhlar sarar evreni: Göğsümden havaya kattığım zehir; Solduracak bir gül gibi ömrünü; Kaçıp dolaşsan da sen, şehir şehir; Bana kalacaksın yine son günü/ Ölürsün... Kapanır yollar geriye; Ben mezarla sırdaş olur, beklerim; Varılmaz hayale işaret diye; Toprağında bir taş olur, beklerim...

Beşerin aşkıyla ah edip hicranla yanan âşık, Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine yalvarırken, Sezai Karakoç’a dönüşür birden: Bütün şiirlerde söylediğim sensin/ Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin/ Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome’nin Belkis’in/ Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikârsın bellisin/ Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için/ Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini/ Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini/ Ey gönüllerin en yumuşağı en derini/ Sevgili/ En sevgili/ Ey sevgili/ Uzatma dünya sürgünümü benim.

Ayrılış’ta, Karakoç’un tersine “Baka kalırım giden geminin ardından/ Atamam kendimi denize, dünya güzel/ Serde erkeklik var, ağlayamam.” derken yaşam doludur Orhan Veli; yazık ki Yaşamak istese de erken olur ölümü: Biliyorum, kolay değil yaşamak/ Ama işte/ Bir ölünün hâlâ yatağı sıcak/ Birinin saati işliyor kolunda/ Yaşamak kolay değil ya kardeşler/ Ölmek de değil/ Kolay

değil bu dünyadan ayrılmak. Derken, kapanır gözler ve Kanık’taki ‘yaşam’ demlenir İstanbul içinde:

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı/ Kuşlar geçiyor, derken/ Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık/ Ağlar çekiliyor dalyanlarda/ Bir kadının suya değiyor ayakları/ İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı. (İstanbul’u Dinliyorum)

Doğumla ölüm arasında gidip gelen insanın, ne somut ne de soyut âleme, üstelik, hem somut hem de soyut âleme ait oluşunu Ziller Çalacakken fark eden Defne için özlemin de sonu yoktur: Zil çalacak... siz derslere gireceksiniz bir bir; Zil çalacak... ziller çalacak benim için; Duyacağım evlerden, kırlardan, denizlerden; Tâ içimden birisi gidecek uça ese; Ama ben, ben artık gidemeyeceğim/ Zil çalacak... siz geminize, treninize gireceksiniz; Zil çalacak, ziller çalacak benim için bir bir; Duyacağım iskelelerden, istasyonlardan bütün; Tâ içimden birisi koşacak ardınızdan; Ama ben, ben artık gelemeyeceğim; Sonra bir gün bir zil çalacak yine; Hiç kimseler, kimsecikler duymayacak; Ne sınıflar, ne iskeleler, ne istasyonlar, ne siz; Tâ içimden birisi kalacak oralarda; Ben gideceğim.

Nihayetinde, umut dolu bir ses duyarız Bütün Saadetler Mümkündür diyen ve Ziya Osman Saba’yı dinleriz huzur içinde: Bütün saadetler mümkündür; Şu kapının açılması; İçeri girivermen; Bahar, kuşlar, gündüz; Ve bütün dünya; Bir ân içinde gürültüsüz/ Bütün saadetler mümkündür; Bahtsızların biraz gülümsemesi; Körlerin gün görmesi; Mümkündür bütün mucizeler; Ana, baba, evlat, bütün kaybolanlar; Ebedî bir sabahta buluşmamız bir daha/ Ölüler! Hepimiz için yalvarın Allaha...

Milatla birlikte, sanal sayılardan gerçek sayılara evrilen insanlık, zamanın sıfır noktasına çöken kara delikten paralel boyutlara geçmiş gibi: ölüm, yaşam, zaman aynı; en, boy ve hacim; duygu, düşünce ve sezgiler aynı... Ölümden ziyade, sevilen gidince başlamış tüm isyanlar ve oluşa geçmiş felek, evvel zaman içinde:

Güneş tanrısı Helios’un oğlu Phaeton, babasından aldığı Güneş arabasıyla Dünya’ya fazlaca yaklaştığında, büyük bir yangın çıkar... Zeus’un öfkesi kahredicidir... Sonsuz acılarla Phaeton’un uğradığı sona ağladıkları

için Zeus tarafından ağaca çevrilen kız kardeşlerin göz yaşları, bir türlü dinmez; bu şekilde milyonlarca yıl ağlayıp dururlar... Zaman içinde bu damlacıklar; saydam, kırmızıya çalan, soluk sarı renklerle ışıldamaya

Bugünlerde, Baltık Denizi’nden ve Samland’dan çıkarılıp kehlibara dönüşen damlacıklar içinde, parmaklarla boyunlara konmadalar.

Bir Gün İcadiye’de “Anlarsın ölüm yoktur geçen zamandan başka!” diyen Tanpınar, Zaman içinde ‘oluş’unu döker dizelere ve ‘kırk makama açılan dört kapı’ akar birbiri üzerinden:

Ne içindeyim zamanın; Ne de büsbütün dışında; Yekpâre, geniş bir ânın; Parçalanmaz akışında/ Bir

garip rüyâ rengiyle; Uyuşmuş gibi her şekil; Rüzgârda uçan tüy bile; Benim kadar hafif değil/ Başım

sükûtu öğüten; Uçsuz, bucaksız değirmen; İçim muradına ermiş; Abasız, postsuz bir derviş/ Kökü bende bir sarmaşık; Olmuş dünya sezmekteyim; Mavi, masmavi bir ışık; Ortasında yüzmekteyim.

“Evrende mutlak hız ve zaman yoktur; ancak referans sistemine bağlı olarak göreli hız ve zaman vardır.” diyen bilim kişilerince görelilik kuramı ‘evrende hiçbir şeyin kesin ve mutlak olmadığını, kişiye, zamana ve yere göre değiştiğini’ anlatmak için kullanılır... ışık hızına yaklaştıkça uzunlukların kısalması, zamanın yavaşlaması, kütlenin değişmesi gibi çarpıcı sonuçlar bu kuramı doğrular.[Bkz. 49] Bilimsel verilere göre, içinde yaşadığımız evrenin dışında olan paralel evrenler, ışık hızını aşmakla ulaşılan ve kütlenin sanal olduğu boyutlardır; zaman içinde olmayan şair, zamanın dışında da değilse soyut ve somut evrenlerin arasında, havada asılı duran bir tüy gibidir; hatta, sanal bir bedene sahip