• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: ARAŞTIRMANIN METODOLOJİSİ

2.1. Fenomenolojik-Yorumsamacı Yöntemle Nitel Araştırma

Fenomenolojik kuram Edmund Husserl tarafından 19. yüzyıl felsefesine özellikle de pozitivist felsefeye muhalif bir tavır alarak şekillenen, şey’lerin öz’ünde saklı bulunanın yeniden önemsenmesi gerektiğini hatırlatan ve başlangıcı itibariyle felsefi bir ekolü temsil eden yaklaşım biçimidir:

“Aslında tüm bu öz araştırması, her durumda, açıkça genele ilişkin araştırmadır. Bilinç akışında ortaya çıkıp yok olan tekil bilgi fenomeni, fenomenolojik saptamaların nesnesi değildir. ‘Bilginin Kaynağı’na, genel olarak bakılan kökenlere, -kendilerine karışık düşünmenin tüm anlamını ve bunun sonucu olarak da (varolma) hakkını gözden geçirmek ve düşünmenin kendi nesnesinde sergilediği tüm bilmeceyi çözebilmek için gereken genel ölçütleri serimleyen- genel saltık verilmişliklere yönelinmiştir” (Husserl, 2003: 80).

Husserl için önemli olan, nesnelerin bilincimizde nasıl göründüğünü keşfedebilme sürecinde, insanların bilinç yapılarını izah etmenin de aynı önemde gerekli olduğunun fark edilmesidir (Joas, Hans and Knöbl Wolfgang, 2009: 156).

Fenomenolojik yaklaşımın temelinde şey’le ilgili araştırma-soruşturma vardır ve bu yönüyle varlık alanını değerlendirirken doğal yaklaşımın ötesinde derinlemesine bir yaklaşım geliştirmenin gerekliliğine vurgu yapmaktadır. Yaklaşım ana gaye olarak yaşadığımız toplumsal hayatı gözlemlemek ve açıklamaktan ziyade, anlamak ve yorumlamak suretiyle sosyal durumların izahının mümkün olabileceğini kabul etmektedir. Bu anlama ve yorumlama faaliyeti ise bireylerin öncelikle tek tek bilincine ve içinde yaşadıkları dünyayı duyuları aracılığıyla nasıl algıladıklarına yoğunlaşmayı gerekli kılmaktadır (Layder, 2010: 104). Kümbetoğlu bu süreci şöyle dile getirmektedir:

“Niteliksel araştırmada araştırmacı, pozitivist paradigmanın kendisine yönelttiği ve eleştirisinin temelini oluşturan ‘objektif olmama’, ‘öznellikleri genel geçer doğrular olarak sunma’, ‘yorumlama kavramı altında hikayeleştirme’, küçük örnekler üzerinde çalışıldığında ‘temsil edici olmama’, ‘araştırmacının tarafgirliği nedeniyle gerçekliği saptırma’ gibi eleştiri noktalarında cevaplarını, yorumsamacı felsefenin temel ilkelerinde doğru cevap vermektedir. Yorumsamacı görüş, yaşanan insan deneyimlerini tanımlamak

ve az sayıda insanla yoğun bir biçimde görüşerek ilişkiler geliştirmek, böylece sosyal olarak inşa edilen gerçekliğin insanlar arası ağlarını anlatabilmeyi amaçladığından, pozitivist eleştirilere yanıtları da bu açılardan olmaktadır. Pozitivizmin ‘objektif’, ‘tarafsız’, ‘gerçekliğin temsil edilir’ bir örneklem grubu üzerinden, ölçümlere, sayılara dayalı nedensel açıklaması, yorumsamacı bakışın ‘sübjektif’, ‘kendi rolünün bilincinde ve kişisel deneyim ve duyguların araştırmacıyı ‘taraf’ yapacağı, ‘gerçekliğin içinden bir resminin ancak bireylerin kendi ifadelerine yansıyan deneyimleri’ ile kavranabileceğine ilişkin görüşlerinin taban tabana zıddında yer almaktadır.” (Kümbetoğlu, 2005: 20-30).

Bu açıdan fenomenolojik yaklaşım ile yürütülecek bir nitel araştırmada hipotez ya da hipotezlerle ile çalışmaya başlamak zorunluluğu bulunmamaktadır. Bilakis tercih edilen yaklaşım biçimi, araştırılan birey ya da toplumsal grubun ‘öz’üne dair bir kavrayış geliştirmekte ve ‘öze’ ilişkin sorular ve cevaplar üzerinden sahanın kavranabilirliğini sağlamaktadır. Nitekim Husserl’in yaklaşımının temelinde dünyada tüm objelerin bağımsız ve nesnel olarak var oldukları ve bu sebepten güvenilir kabul edilebileceklerine dair pozitivist yaklaşımın tam tersini kabul eden bir bakış açısı saklıdır. Dolayısıyla da bireyler “şey”lerin kendi bilinçlerine nasıl göründükleri noktasında emin bir tavrı benimseyebilirlerse, araştırmacılarda bireye ait derinlikli ve esaslı bir bilgi birikimine bireylerin duyumsayıp yaşadıkları toplumsal gerçeklikler üzerinden ve tek tek bireylerin hayata dair bireysel anlam dünyalarının toplamıyla öze dair nitelikli bilgi sağlayabileceklerdir (Öktem, 2005: 27-55; Swingewood, 1998: 316-317). Bu anlamıyla fenomenoloji Durkheim'ın toplu kollektif bilinç (collective consciousness) olarak tanımladığı veya Parsons'ın kültürel sistem teorisinde ortaya koymaya çalıştığı şekliyle resmi düşünüş biçimlerine ve inançlarına doğrudan odaklanmaz. Her ne kadar Durkhiem’ın kollektif bilinç yaklaşımı kimi zaman fenomenonolojik sosyolojinin arkaik bir versiyonu olarak değerlendirilse de; bilakis fenomenolojik çaba, bireyin içinde yaşadığı toplumdan bir şekilde etkilenip bu resmi toplumsal sistemi kendi içinde yorumlayarak oluşturduğu öznel inanç sistemini esas almaktadır (Psathas, 1973: 70).

Fenomenolojik yöntemi sosyolojik yaklaşım ile yorumlayan Alfred Schutz, pozitivist yaklaşımın tam aksi bir toplumsal dünya ve bireyler arası ilişkiler bütününden hareketle fenomenolojik çalışmaların şekillenmesi gerektiğini söylemektedir. Bu anlamda Schutz’un yönelimi, Durkheim’ın sosyolojik yöntem olarak kabul ettiği, toplumsal olguların nesneler şeklinde kabul edilmesi, bu ilkenin “ilk ve en temel kural” olarak

benimsenmesi ve dolayısıyla toplumsal olgu ve olayların bireyin dışında var olan gerçekler olarak varsayılması, ister istemez bireylerin bilinçlerinin sadece toplumsal olgular tarafından biçimlendiği konusundaki kanaatinin karşısında bir konumlanışı temsil etmektedir. Bu durum gözlenebilir olgulara epistemolojik bir öncelik atfetmesi sebebiyle tam da fenomenalist (gerçek olanın yalnızca görüngülerden ibaret olduğunu kabul eden) bir yaklaşımdır yani bir bakıma homo sociologicus’un inşasıdır ama fenomenolojik değil (Durkheim, 1994: 52; Durkheim, 2002: 18; Baert, 2010: 28, 156; Abell, 2008: 273-279). Fenomenolojik yaklaşımın itiraz noktası tam da burada devreye girmektedir. Dolayısıyla Schutz’a göre yapılacak olan araştırmalarda sosyolog, analizleri ile dışarıda konumlanan nesnel bir dünya anlayışından hareketle değil, bilakis toplumsal gerçekliğin kavranması noktasında bireylerin eylemleri ve bilinçleri üzerinden bir okuma ile meselelerin ‘öz’üne dair gerçekçi kanaatlere ulaşılmasını sağlayabilecektir. Bu sebepten, bireylerin bilinçlilik hallerinin toplumdaki diğer fertlerin tamamının bilinçliliğinden bağımsız düşünülemeyeceğine dair düşünce fenomenologların neredeyse tamamı için kabul edilir bir yaklaşım biçimidir. Bu durum bir anlamda toplum ile toplumsal hayat arasındaki ilişkinin “özneler-arası” fenomenler olarak kabul edilmesini; gündelik ilişkilerimizin önemli bir kısmında davranış ve duyumsayışların sorgulamadan sürdürülmeye devam ettiğini, her bireyin de diğer tüm bireyler için toplumsal anlamda birbirinin benzeri anlayış biçimlerini biriktire geldiğini kabul etmek demektir (Layder 2010: 105; Duverger, 1990: 31). Daha açık şekliyle fenomenolojik analizde amaç, gündelik öznelerarası süre giden hayatın nasıl anlamlandırıldığı sorusuna cevap aramak; bu süreçte kendimizin ve başkalarının davranışlarını nasıl anlamlı hale getirdiğimizi etraflıca kavramak ve yaşadığımız toplumsal hayatta öznelerarası iletişim sonucu ortaya çıkan ve nesnel anlamlar içeren davranış kalıplarını yeniden anlamlandırabilmek, bir boyutuyla yapılandırabilmektir (Denzin ve Lincoln, 2000: 192; Daly, 2007: 95-97).

Fakat burada önemli olan nokta insanın realiteyle kurmuş olduğu ilişki sırasında bireylerin bilinç düzeylerinin yine bireylerin hayat pratikleri üzerinden tartışılarak çözümlenmeye çalışılacak oluşudur. Bu kapsamda fenomenonolojik yaklaşıma sosyolojik katkılar anlamında Thomass Luckmann ve Peter Berger’in de konuyla ilgili Schutz’un yorumlamalarına farklı katkılar sunduklarını belirtmek gerekmektedir. Hem Luckmann hem de Berger için toplumsal gerçeklik olmuş bitmiş bir süreci değil bilakis

sürekli bir oluş sürecini içerisinde barındıran bir özelliğe sahiptir. Birey bu toplumsal gerçekliğe kişisel rolleri ile dâhil olurken aynı zamanda kendi üzerine baskı yapan toplumsal kurumlar ve süreçler bireyin bizzat davranışında somutlaşan bir gerçekliğe karşılık gelecektir. Dolayısıyla bireyin kendi biricikliği ile toplumsal gerçeklik süreçlerinin etkileşiminden farklı toplumsal gerçeklik yansımaları meydana gelecektir. Bu süreç de nihayetinde toplumsal dünyamız içerisinde tek bir toplumsal gerçeklikten öte çoklu gerçekliklerin var olduğunu bize göstermiş olacaktır. Dolayısıyla toplumsal dünya farklı gerçekliklerden oluşmakla birlikte bu gerçeklikleri gündelik gerçeklik temelinde birleştirecek bir “ilksel gerçekliğe” (primordial reality) sahip olmakta ve toplumsal anlam, gerçeklik ve gerçeklikler arasındaki mütekabiliyetle ortaya çıkmaktadır. Örneğin herhangi bir altkültür grubunun bir üyesi sadece kendi grubunun kültürel örüntülerinden etkilenmeyecek aynı zamanda ailesinden, eğitim aldığı okulundan ve sosyalleştiği farklı toplumsal mekânlardan da kültürel kodlar yüklenecek, dahası bunları belirli oranlarda kabul edecektir. (Erbaş, 1992: 159-166). Bu durum ise herhangi bir altkültür grubunun tüm üyeleri arasında olması beklenen uyumun bile aslında bireysel duyumsayışlar sebebiyle nasıl farklılıkları bünyesinde barındırabileceğinin de bir izahı sadedindedir. Bu anlamda Apaçi gençler arasında karşılaşılan davranışsal benzerlikler kadar farklılıklarında var olmasının nasıl bir toplumsal sürece karşılık geldiği araştırma boyunca çözümlenmeye çalışılan meselelerden biri olmuştur. Apaçi gençliğinin ortak toplumsal davranışlar taşımasından dolayı bir altkültür grubu olarak değerlendirilebileceği varsayılabilmektedir. Fakat kendi içerisinde yaş, cinsiyet, sosyal statü, eğitim durumu, ekonomik gelir ve aileleriyle her birinin diğerinden farklı bir şekilde kurmuş oldukları sosyalleşme süreçleri göz önüne alındığında altkültür örneklemine sığmayan bir durumla karşılaşılmıştır.

Ayrıca yine fenomenoloji nedir sorusuna Schutz ile beraber çalışmalar yürütmüş ve fenomenolojik araştırma kuramının oluşması sürecinde önemli katkıları bulunan Luckmann, dünya üzerinde yaşanan her tecrübenin koordineli çalışan bir sistem olarak düşünülmesi gerekliliğinden hareketle, insanoğlunu bu sistemin merkezine konması ve insan tecrübesinin, yaşanılan dünya hakkında öncelikli bilgi kaynağı olması gerektiğini belirtmektedir. Luckmann ancak bu sayede fenomenolojik indirgeme metodunun yardımı ile gündelik tecrübelerin tarihsel, biyografik, sosyal ve kültürel somut

özelliklerinden, bu tecrübelerin temel yapılarına ulaşmanın mümkün olacağını savunmaktadır (Luckmann, 1978: 8).

Fenomenolojik sosyolojinin kurucusu kabul edilen Schutz’un yaklaşımına geri dönecek olursak; Schutz, gündelik hayatın üç temel bileşen etrafında örüldüğünü kabul etmektedir: (1) Toplum içerisinde ve kendi yakın sosyal çevremizde nasıl davranacağımız konusunda bizde var olan ortak bilgi stoklarıyla ulaşılan sağduyu bilgisi, (2) oluşan bilgi stokları vasıtasıyla inşa edilen şey’ler ve deneyimler, (3) bizim dışımızda toplumun diğer fertlerinin de dünyayı bizim gibi görmelerini sağlayan toplumsal-ortak kabuller (Slattery, 2007: 233; Layder, 2010: 124). Özellikle toplumda belirli ötekileştirmelere ve dışlanmalara maruz kalan toplum kesimleri üzerine yürütülecek olan çalışmalarda bu yaklaşım biçiminin araştırmacının toplumsal ön kabullerin ve varsayışların ötesine geçerek bir yaklaşım geliştirebilmesi hayati bir önem taşımaktadır. Ancak bu sayede toplumda kabul gören ortak anlamlar ve kabullerin ötesine geçip, şey’in aslına dair etraflıca bir kavrayış geliştirilebilecektir.

Fenomenolojik yaklaşım en temelde bizden hayatımız boyunca öğrenmiş olduğumuz toplumsal ve bireysel ön kabulleri-zanları mümkün olduğunca kontrol altına alarak, en azından yürütülecek araştırma boyunca araştırılan toplumsal gruba dair bir kavrayış hatta duyumsayış geliştirebilmemizi istemektedir. Ancak bu sayede tarihin ve yaşanmışlıkların üzerimizde biriktirmiş olduğu algılardan bir nebze de olsa ayrışabilecek, araştırılan toplumsal grubun özsel algılarına dair sahici bir anlayış geliştirebileceğimiz varsayılmaktadır (Wallace ve Wolf, 2004: 297-298; Slattery, 2007: 234). Bu sürecin bir araştırmacı için ne denli zor bir duruma karşılık geldiği araştırma boyunca gözlemlenmiştir. Nitekim saha çalışmasına başlamadan önce gerek literatür değerlendirmelerinde, gerek derlenen görüntülü arşiv izlenimlerinde oluşan apaçi gençlik imajı –ki bu imaj yoğunluklu olarak dışlamayı ve ötekileştirmeyi temsil etmekteydi- sürekli baskılamak, ister gençlerle olsun isterse de toplumun farklı kesimlerince yürütülecek görüşmelerde bireysel kanaatlerin elde edilen veri setine zarar vermemesi için yoğun çaba harcanmıştı. Bizzat görüşülen gençlerin görüşmeler sonrasında “biz de insanız değil mi, bizim de okumaya, iyi bir aile ortamına hakkımız var değil mi, aslında kötü insanlar değiliz değil mi?” tarzında kurmuş oldukları cümleler, aslında görüşülen bireyler tarafından da kimi zaman hissedilen yahut algılanan bireysel birikimleri sınırlandırabilmenin ne denli zor olduğunun hatta sürecin

görüşülen grup tarafından bile nasıl hissedildiğinin en berrak anlatımı olarak karşımızda durmaktadır.

Burada bir başka tartışma noktası da elbette araştırmacının “kültürel bagajı”*ndan ve geçmiş tecrübelerinden beliren birtakım davranışların varlığı nasıl sıkıntılı bir durum ortaya çıkartıyorsa, aynı şekilde görüşülen bireylerin araştırmacı ile kurdukları ilişkinin boyutu, sınırları ve kendi vaziyet alışları da ayrıca değerlendirilmesi ve önemsenmesi gereken bir nokta olarak belirmektedir. Fakat bu noktada baskın olan algının, toplumda kabul gören ve çok da düşünülmeden oluşturulan, çoğu kez imajlar ve varsayımlarla yoğrulmuş bir kabuller bütününden hareketle şekillendiğini fark etmemiz gerekmektedir. Giddens (1989) bu sürecin nasıl işlediğine dair örnek olması bakımından bir mahkeme kaydını şöylece aktarmaktadır: Hâkim, savunma avukatı ve baş savcı arasında geçen konuşmada bahsedilen kişiler konuşmaları boyunca bir takım hukuksal terimlere, ceza maddelerinin sadece numaralarına ve suçla ilgili birkaç harflik kısaltmalara başvurarak konuşmalarını sürdürmektedirler. Giddens ise bu kişiler arasında yaşanan görüşmede tarafların kolaylıkla anlaşabilmelerini geçmiş tecrübelere, bir takım ortak pratik ve teorik bilgi birikimine ve yaşanmışlıklara dayandırarak izah etmekte, bu örnek üzerinden toplumun da aynı şekilde belirli bir zaman diliminde, benzeri tecrübeleri yaşamış insanların bir takım toplumsal gerçeklere dair hafızalarında benzeri kodların oluştuğuna dikkatimizi çekmektedir. Hatta meseleyi bir adım daha öteye taşıyarak Giddens yaşanan durumun, bireylerin alışılageldik fenomenlere benzeri yaklaşım biçimlerini muhafaza etmek suretiyle aslında ontolojik bir güven duygusuna eriştiklerini düşünmektedir (Giddens, 1989: 330-332). Apaçi gençlerle ilgili toplumsal algının da Giddens’ın örnek verdiği alışılmış, sürekli tekrarlanan ve toplum tarafından bilinen toplumsal formülasyonlar haline dönüştürüldüğü saha çalışması boyunca gözlemlenmiş; hatta görüşülen bireylerin aktarımı ile toplumda var olan ve yine toplumun tamamına sirayet etmiş olan bu algının değişmesinin pek de mümkün gözükmediği gençler tarafından kabul edilir hale gelmiştir.

*Kültürel Bagaj; Prof. Dr. İsmail Coşkun’un, bireylerin kendi geçmişleri, toplumsallaşma süreçleri ve gündelik kazanımları ile ‘bugün’e miras olarak taşıdıkları kültürel kodların bütününü ifade etmek için kullandığı bir kavramsallaştırmadır.

Fenomenolojik sosyoloji üzerine yapılmış erken çalışmaları eleştiren bir gözle inceleyen Heap ve Roth ise (1973: 354) fenomenolojik çalışmaların kullandığı niyet (intention), indirgeme (reduction), olgu (phenomenon) ve öz (essence) kavramlarının yerli yerince olmadığını ve fenomenolojik teşebbüsün doğası ile sosyoloji arasındaki ilişkiyi kavrayamadığını ifade etmektedir. Bu çerçevede mevcut çalışmaların fenomenolojik yapıları yeterince anlayamadığı iddia edilmekte, etnometodolojik sosyolojinin daha kullanışlı olduğu vurgulanmaktadır (Heap ve Roth, 1973: 354-367).

Nitel araştırmanın 1930’lardan sonra sosyal bilimlerde nicel yönteme alternatif olma sürecinde temel etken olarak karşımıza çıkan durum, pozitivist yaklaşımın toplumsal değişkenler arasındaki ilişkileri dışarıdan bir bakışla açıklama eğiliminin yerine; nitel araştırmanın, fenomenlerin daha dar toplumsal kesitler üzerinden araştırılması ve anlaşılması sürecinin mümkün olabileceği dair geliştirdiği yaklaşım biçimidir (Creswell, 2002: 48-52). Bu kapsamda fenomenolojik sosyolojinin de küçük toplumsal gruplarla ilgilenmesi; onların davranış örüntüleri ve gündelik hayat pratikleri ile derinlemesine bir çalışmayı yöntem olarak benimsemesi nitel araştırma deseni olarak bu çalışmada tercih edilmesine sebep olmuştur. Bu sürecin daha iyi işleyebilmesi için Kisber (2010) fenomenolojik veri toplama sürecini; araştırmacının çalışma boyunca dikkat çekici yanlarını sürekli not etmesine, edinilen çıkarımların formülasyonunu yapabilmesine, bu formülasyonları temalandırılmış kümelerde birleştirebilmesine, bu kümelerin orijinal manaları ile bütünlük oluşturmasına özen göstermesine, üzerinde çalışılan fenomenden ayrıntılı bir tanım oluşturma amacının sürekli diri olmasına ve son olarak katılımcıların düşünceleriyle bunların sağlamasını yapılabilmesine vurgu yapmaktadır (Butler-Kisber, 2010: 50).

Gömülü teori, etnografi ve fenomenoloji üzerine mukayeseli bir çalışmanın pazarlama araştırmaları bağlamında bir tartışmasını yapan Goulding (2005: 294) gömülü teoriden hareketle yapılan çalışmaların teorik hassasiyetlerden yoksun oldukları, dolayısıyla “her şey mübah” şeklinde bir eleştiriye maruz kaldıklarını; benzer şekilde fenomenolojik çalışmalarda ise rehberlik eden bir felsefe yahut istatistik analizin olmadığı biçiminde kritiklerin yapıldığını ve son olarak etnografik yaklaşımda kesit gözlemlerin ve sınırlı katılımcı münasebetin varlığının sınırlayıcılığının ortaya konduğunu ifade etmektedir.

Her üç yöntemi kısaca özetledikten sonra ise her birinin olumlu/olumsuz yanlarını sıralamaktadır. Öyle görünüyor ki, yalnızca pazarlama araştırmaları bağlamında tartışılmış olsa da Goulding’de (2005: 304) gömülü teorinin veri konusunda esnek fakat teorik örnekleme ve hem verinin hem de teorinin herhangi bir teori ortaya konmadan önce doygunluğu ulaşmasında ısrarcı oluşu ifade edilmekte; etnografinin ise genellikle sınırlayıcı katılımcı gözlemler ve mülakatlara dayalı verinin temel formları ile ilgilendiği, son olarak da fenomenolojinin kendine has yöntem ve teorik kuruluş mantığı ile bilhassa stratejik karar alma süreçlerinde kullanışlı olabileceği vurgulanmaktadır (Goulding, 2005: 294-308). Nitel yöntemlerin tarihsel gelişimine dair bir çalışmada ise farklı çalışma alanlarının etnografik kökenleri irdelenirken; postmodern etnograflara olguları yahut toplulukları incelerken temel motivasyonları ve dayandıkları kök teorileri unutmamalarını salık verilmektedir (Vidich ve Lyman, 2003: 55-131).