• Sonuç bulunamadı

NECİP FAZIL KISAKÜREK’İN TİYATROLARININ İNCELENMESİ

3.2.2. Bireysel Temalar

3.2.2.2. Dinî Meseleler

3.2.2.2.1. Din ve İnanç

Din ve inanç Necip Fazıl’ın ilk piyesinden itibaren çeşitli piyeslerinde üzerinde durduğu temalardan birisidir. Tohum’da akla ve maddeye/makineye karşı ruhu öne çıkaran yazar Maraş’ta düşmana karşı verilen mücadelede başarıyı halkın imanına bağlar. Maraş halkı kendisinden kat kat güçlü olan düşmana karşı direnişi seçerek “biz Allaha inanmış insanlarız” (T, s. 43) mesajı vermiştir. Bu iman, Maraşlıların kazanmasını sağlamıştır.

Necip Fazıl ikinci piyesi Bir Adam Yaratmak’ta din ve iman üzerinde daha çok durur. Yazar, kendisi de bu eserinde tema olarak Allah ve bireyin Allah’la olan ilişkisini işlediğini vurgulamıştır.316 Akıl meselesini işlerken belirttiğimiz gibi Husrev geçirdiği

felâketten sonra her şeye farklı bir nazarla bakmaya başlar ve aklın yetersiz kaldığı yeni bir bilinç düzeyine erişir. Özellikle üçüncü perdede buhranlarının daha da artmasıyla metafizik meseleler üzerine daha fazla düşünmeye başlar. Uşak Osman’la olan diyaloğunda (BAY, s. 109) Allah’ın varlığı üzerine düşünür:

“Yazarın, varlık ve yokluk meselesine bakışının en dikkate değer ipuçlarından biri de son perdenin dördüncü sahnesinde Husrev’le uşağı arasında geçen diyalogdur. Bu diyalogda Husrev uşağına Allah’ın olup olmadığı meselesine dair sorular sorar ve bunlardan bazılarına kendi yanıt verir. Husrev’in, Allah var mı sorusuna, uşak, elbette var der. Husrev’in ne biliyorsun sorusu üzerine, bilmez miyim, biliyorum yanıtını verir uşak. Bunun üzerine Husrev, göster öyleyse, der. Osman: Gösteremem ama var. Husrev, ben de gösteremem ama bence de var diye söylenir. Osman’ın, niçin sorusuna, görünmediği için, görünen şeylerden olmadığı için var yanıtını verir. Aslında bu, temelde ontolojik bir cevaptır ve Necip Fazıl’ın meselelere bakışının şemsiye noktasına işaret eder. Gözle görünür olan, ortada ve ayan beyan olanlar yok; gözle görünmeyip hiç farkında olmadıklarımız ise o nispette varlardır bu anlayışa göre. İnsan, dolayısıyla kendisi, Mansur olarak var gibi görünür ama yokluğa mahkum bir var’dır, dolayısıyla yoktur;

buna karşın mutlak anlamda yok gibi görünen Allah ise o nispette ve mutlaklık derecesinde vardır.”317

İsmet Emre’nin de vurguladığı gibi bu diyalog Necip Fazıl’ın meselelere bakışının odak noktasıdır. Aklın gerçekleri kavramakta yetersiz kaldığına inanan yazar görünenin ardındaki gerçekliğin peşindedir. Filozofların binlerce yıldır gerçekliğe nasıl ulaşılacağı yönündeki sorgulamalarına karşı Necip Fazıl, akıl ve duyularla anlaşılamayacak bir gerçeklik olduğunu vurgular. Necip Fazıl’ın bu yaklaşımı gözle görülmese de Allah’a, meleklere inanmanın bir iman şartı olduğu İslâmiyet’e ontolojik bir temellendirme ve İslâm’ın bu şartını kabuldür.

Üçüncü perdenin devamında, dokuzuncu sahnede Husrev’in Mansur’a Allah hakkında söyledikleri de bu minvaldedir ve Allah’ın varlığını ve yüceliğini vurgulamaktadır:

“(…) Biz bu dünyada her şey, en sefil nebattan tut, en uzak yıldızdan tut, en kudretli insana kadar bütün mevcutlar, bilerek bilmiyerek Allahtan gelen cazibenin kasırgası içindeyiz. Sonbaharda yapraklar nasıl boranın çektiği istikamete çullanırsa, hepimiz, her şey, Allaha doğru gidiyoruz.

(…) Biz, bu dünyada her şey, Allanın birer meczubuyuz. O, Allah, kemâllerin kemâli. O noktaya tutkun, bilerek bilmiyerek ondan onu istiyoruz. Bu yolu açan, bu ateşi bizde yakan da o, biz değiliz. Biz Allanın muradı nisbetinde kemâline bürünebiliriz. Fakat o, Allah olabilir miyiz? (…)

Allah gâyedir. Her varılan şey gâye olabilir mi? Yollar uzun, yollar sonsuz, yollar açık... Bilerek bilmiyerek Allaha doğru yol almak vardır, varmak yoktur. Varabildiğimiz hiçbir şey, hiçbir ufuk Allah değildir. Allah sonsuzluktur. Hiç sonsuzlukla boy ölçüşmek olur mu? Hiç adetler, milyonlar ve milyarlar sonsuzlukla yarışabilir mi?” (BAY, s. 132- 133)

Siyah Pelerinli Adam piyesinde imanın Şeytan tarafından zorlanmasına tanık oluruz. Şeytan, Şair’i kadın, zenginlik, ölümsüzlük gibi vaatlerle kandırmaya çalışır. Bunun karşılığında ondan istediği ruhu, yani imanıdır (SPA, s. 29). Şair’den imanını istediğini açıkça söyler: “(…) Yalnız onu verin bana, onu, o ismini söylediğiniz, ruhunuzdaki imanı, o yalan mahfazasını ve hepsini alın!...” (SPA, s. 32)

317 İsmet Emre, “Necip Fazıl’ın Bir Adam Yaratmak Adlı Eserinde Ölüm İzleği”, Uluslararası Necip Fazıl Kısakürek Sempozyumu Bildiler Kitabı, Editörler: Âlim Gür - Ali Temizel - Harun Yıldız, Konya Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları, Konya 2014, s. 280.

Maddî anlamda mahrumiyet içinde yaşayan genç Şair ise imanlı bir bireydir. O, yaşadığı sıkıntılarda Allah’ı bulmuştur: “Ben, günübirlik varlıklar çerçevesinde mahrum olmaktan büyük malikiyet tanımıyorum. Onlara malik olmak kudretim arttıkça mahrumluğum derinleşiyor. Mahrumluğum derinleştikçe, hiçi ve hepi buluyorum. Hepi, yani Allahı… (…)” (SPA, s. 20). Genç Şair, Şeytan’ın bütün kışkırtmalarına karşı Allah’a sığınır (SPA, s. 21, 30, 39) ve en sonunda ölen ninesinin yastığı altında bulduğu Kur’an-ı Kerim’e sarılarak onu alt eder (SPA, s. 42-44). Şair’in imanı Şeytan’ın kışkırtmalarından üstün gelmiştir.

Ahşap Konak’ta din sadece eski neslin bağlı olduğu, yeni nesillerin ise haberdar bile olmadığı bir değer olarak ele alınmıştır. Eserde eski nesli temsil eden Recai ve Hacer imanlı bireylerdir. Onların yaşadığı üçüncü kat “namaz ve niyaz katı” olarak nitelendirilmiştir (AK, s. 14). Lakin çocukları, torunları ve onların arkadaşları bundan çok uzaktadırlar. Recai, yozlaşan nesillerin dinden kopukluğunu ve dine karşı saygısızlıklarını “(…) Ne malûm, üstünde ağladığımız seccadeleri köpeklerinize şilte yapmayacağınız?... (…)” (AK, s. 71) sorusuyla dile getirir. Yeni nesilden sadece Yüksel diğerlerinden farklıdır. O; annesi, kardeşi ve arkadaşlarına nazaran imanlı ve terbiyeli bir genç olarak yazarın geleceğe dönük umudunu simgeler. Bu özelliğiyle o, dejenere yaşıtları tarafından dışlanır ve Recai’yle aynı kefeye konulur. Bu durum Recai için bir sevinç vesilesidir:

“(…) Seninle beni aynı kefeye koydular Yüksel! Demek içlerinden birine bizden bir şey geçebilmiş… (Hacer’e) Artık rahat ölebiliriz, hanım! Zamanın ölçüsüne kendimizden bir iplik atabilmişiz.” (AK, s. 81)

Yazarın bu temayı işlediği bir diğer eseri yarım kalan Kumandan’dır. Geçirdikleri kaza sonucunda denizaltıları batan mürettebatın bir kısmı ölmüş, bir kısmı kurtarılmayı beklemektedir. Bu esnada Yüzbaşı ile Teğmen Allah’a iman üzerine konuşurlar:

“YÜZBAŞI –Allahın dediği olur.

TEĞMEN –(Patlarcasına) Allah! Allah! (…)

YÜZBAŞI –Sen Allah adını ömründe kaç kere andın? TEĞMEN –Ne bileyim, Yüzbaşım?

YÜZBAŞI –Sık mı seyrek mi? (…) İçinden mi, dışından mı? Zaif anında mı, kuvvetli deminde mi?

TEĞMEN –Ben sizin gibi kuvvetli olamadım. Kendimi kuvvetli sandığım anda Allahı unuttum.” (Ku, s. 77)

Teğmen’in bu sözleri çoğu bireyin iyi zamanlarında Allah’ı ve Allah için yerine getirilmesi gereken kulluk vazifelerini unuttuğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Yüzbaşı ise

imanlı bir birey olarak insanların bu bencilliğine karşın hayvanların kendilerini yaratan Allah’a karşı sadakatlerini ironik bir üslupla şöyle belirtir: “(…) Hayvana dil ver, ilk sözü Allah olsun!.. Biz onu anarken unutanlarız… Bilirken bilmeyenler…” (Ku, s. 78). O, Allah’ın varlığını insanlık için bir müjde olarak görür: “(…) Her ân yeniden öğrenmişçesine öğrenin: Allah var! Hâlâ mı kavrayamadınız? Allah var diyorum! Şimdi öğrenmiş gibi öğrenin! Müjde Allah var!...” (Ku, s. 78)

Kanlı Sarık’ta din, ırk birliğinden daha üstün bir birleştirici unsur olarak ele alınmıştır: “(…) Kanlı Sarık, dini, bir güç, bir birlik kaynağı kabul eder; panislâmist görüşü savunan bu esere göre ümmet olmak, millet olmaktan daha ileri ve mutlu bir aşamaya erişmek demektir.”318

Eserde bu anlayışın örneği 1207 yılında Kars’ı işgal eden Ortodoks Türkler üzerinden verilir. Alparslan’ın Kars’ı fethiyle şehre yerleşen Müslüman Türkler yaklaşık bir buçuk asır aynı ırktan oldukları Ortodoks Türklerin saldırılarına karşı koymaya çalışırlar ve sonuçta Kars, Ortodoks Türkler tarafından işgal edilir (KS, s. 20-21). Necip Fazıl, böylece iki topluluğun aynı ırktan gelmelerinin birlik için yetmediğini vurgular. Ona göre gerçek birleştirici etken dindir. Aynı ırktan olup farklı dinlere mensup topluluklar eserde görüldüğü gibi birbirlerine karşı düşman olabilirler. Yazar bu düşüncesini “Biri ateş, öbürü buz dolu, aynı topraktan iki çanak, aynı şey olduklarını düşünebilirler mi? İş, çanağın toprağında değil, içindekinde…” (KS, s. 20) sözleriyle vurgular. Necip Fazıl’a göre Türklük, İslâmiyet’le gerçek benliğine kavuşmuştur: “Ne Haçlı, ne Şaman Türk; / Müslüman, Müslüman-Türk!” (KS, s. 23).

Necip Fazıl, bunun yanında vatanperverliği eserde dindarlıkla birlikte ele almıştır. Kars’ı uzun süren Rus saldırı ve işgallerine karşı sarıklı hocaların koruduğunu vurgulamıştır. 1855’te Rusları şehirden kovarken Yetim Hoca’yla birlikte dokuz sarıklı hoca şehit düşer. Yetim Hoca, son nefesini verirken buna binaen bir gün Kars’ın adının “Kanlı Sarık” olarak değiştirilebileceğini söyler (KS, s. 68-70).

Eserde ele alınan dinî meselelerden birisi de mezhep çatışmalarıdır. İran hükümdarı Afşarlı Nâdir Şah da Kars’a saldıranlardan birisidir. Nâdir Şah’ın bunun yanında bir özelliği de yeni bir mezhep ortaya çıkarmasıdır. O, Şii olan İranlılara Câferîlik adlı yeni mezhebini zorla kabul ettirmekle kalmayıp mezhebini tüm İslâm dünyasına yaymak istemektedir: “(…) İmâm Câfer-i Sâdık Hazretlerine mahsus ayrı bir mezhep kabul ediyor,

318 Niyazi Akı, Çağdaş Türk Tiyatrosuna Toplu Bakış 1923-1967, Atatürk Üniversitesi Yayınları, Erzurum 1968, s. 95.

bunu yüzlerce yıllık Kızılbaşlar‘a zorla kabul ettiriyor. Beşinci Sünnî mezhep olarak da Halife’ye ve öbür Müslümanlara kabullendirmek istiyor.” (KS, s. 42)

Nâdir Şah bunun için kendi hocalarıyla Osmanlı âlimleri arasında dinî bir münâzara tertip eder. Dört Sünnî âlimle dört Câferî âlim bu konu üzerinde tartışırlar ve Osmanlı’dan gelen Sünnî âlimler Câferîliğe şiddetle karşı çıkarlar. Buna sinirlenen Nâdir Şah, Sünnî âlimleri Osmanlı topraklarına ayaklarından bağlı olarak yaya gönderir (KS, s. 44).

Yazar, Nâdir Şah örneği üzerinden hak olmayan mezheplerin İslâm dünyasının siyasî birliğine zarar verdiğini vurgular. Eserde dini kendisine göre yorumlayıp yeni bir mezhep kurduğu için deli olarak nitelenen Nâdir Şah, mezhepçilik davasını siyasî çatışmaya taşıdığı için eleştirilir: “Ne yazık! Osmanlılar’la el ele verseydi neler olmazdı! Doğu, Orta-Asya ve İslâm-Türk Birliği Dâvası’nı temellendirmiş, Moskofluğu kökünden silmiş, çöküşü durdurmuş ve Batı yolunu tekrar açmış olurdu.” (KS, s. 42)

Necip Fazıl’ın dinî meselelere değindiği bir diğer piyesi Abdülhamîd Han’dır. Eserde imanlı bir devlet lideri olarak ele alınan II. Abdülhamîd (AH, s. 67-70) devletle birlikte İslâmiyet’i korumak için de çaba göstermiştir. O, eserin başında kendisinden Yahudilere bir yurt kurmak için Filistin’den toprak isteyen ve bunun karşılığında Avrupa Yahudilerinin devlete milyonlarca altın sunacaklarını beyan eden Osmanlı Yahudisi’nin bu talebini kesin bir şekilde reddetmiştir (AH, s. 13-14). Sultan bunun yanında Masonluk’un da Yahudi emellerini gerçekleştirmeyi ve “(…) kalblerden, insanlığın biricik topluluk mihrakı din duygusunu silmek, Allah ve Resûlüne itikadı söküp (…)” atmayı amaçladığını vurgular (AH, s. 15). Şeyhülislâm’dan bu minvalde Masonluk’un tehlikelerini ortaya koyan sert ve yıldırıcı bir fetva hazırlamasını ister (AH, s. 20). Sultan bunun yanında Yahudiler ve Masonlar tarafından Müslümanların itikatlarını bozmak için yazılmış sözde dinî kitapları da yaktırarak onların bu menfi amaçlarını da önlemiştir (AH, s. 56).

Necip Fazıl eserde ayrıca “şeriat” kavramının siyasî amaçlarla içinin boşaltılıp bir çıkar aracı olarak kullanılabileceğine de işaret etmiştir. 31 Mart ayaklanmasında Yıldız Sarayı’na yürüyen askerlerden birkaçını huzuruna çağıran Sultan onlara ne istediklerini sorar. Bu askerlerden biri olan Çavuş şeriat istediklerini söyler. Sultan ona kendilerini kimin kışkırttığını sorar. Çavuş’un “bazı sarıklı hocalar” demesi üzerine Sultan “Sarığı kâfir de, domuz da saramaz mı?” (AH, s. 44) diyerek dinin/şeriatın art niyetli kişiler tarafından suiistimal edilebileceğini vurgular.

Yazarın Mukaddes Emânet’te de dinî meselelere değindiği görülür. Piyesin merkezî kişisi Abdullah, üçüncü perde altıncı tabloda Oğlundan Torunu ile tartışır. Allah’a ve dine inanmayan, tarihî maddeciliğe bağlı olan Oğlundan Torunu (ME, s. 61-62) dedesine

cemiyeti kurtaracak bir merkez düşünce, müdîr fikir etrafında hareket ettiklerini söyler. Bunun üzerine Abdullah gerçek merkez düşüncenin din olduğunu ifâde eder. O, torununa doğru yolu işaret ederken Müslümanların içinde bulunduğu hâli de eleştirir:

“Herkesin her an baktığı, önünden geçtiği ve kalbi dönmüş, içi pörsümüş, kanıksamış olmaktan hiçbir şey görmediği merkez düşünce, müdîr fikir, işte!.. Şehadet parmağı gibi gökleri gösteren minare ve dibindeki mescit… (…) Yalnız o, gördünüz mü? Cedlerimizin gözle görülür, ele tutulur biçimde her tarafa diktiği merkez düşünceyi, müdîr fikri?.. (Seyredenlere döner) Acaba camiye girip horozvari yeri gagalayanların, papağanvari ağız oynatanların kaçı bunun farkında!.. Asırlardır namaz kılmayı beceremiyoruz; yaptığımız; ruhundan uzak düşmüş birtakım ezbere hareketler… Sadece namaz kılmayı bilsek her şey halledilmiş demektir.” (ME, s. 65)319

Müslümanların İslâmiyet’in özünden uzak bir şekilde yaşadıklarını bu cümlelerle ifâde eden Abdullah piyesin son tablosunda Kızından Torununun Oğlu ile konuşurken “İslâmda ölçü hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, hemen ölecekmiş gibi âhirete çalışmaktır. (…)” (ME, s. 83) diyerek dinle dünya arasındaki dengeyi vurgular. Kızından Torunu’nun sadece dine yönelerek dünya hayatını boşlamasını doğru bulmaz: “Senden önce ümidim babandaydı. Fakat o, çok içine kapanık çıktı. Dünya borcunun ödeyemeyecek kadar âhiret borcuna daldı, genç yaşında ölüp gitti. (…)” (ME, s. 83). Abdullah, İslâm Enstitüsü mezunu olan ve öğretmenlik yapmayı düşünen Kızından Torununun Oğlu’na şu sözlerle nasihat ederken bir din adamının nasıl olması gerektiğini de vurgular:

“(…) Gayene, masum çocuklar üzerinde usta bir ruh hamurkârliğiyle başla!.. Bu işte gayet ince, zarif, sevdirici, sindirici olman lâzım... Sanatını göster. Bir sanatkâr gibi davran! Eski softalar misali, kaba ve kelek olmaktan sakın!..” (ME, s. 84)

Son piyeslerinden İbrahim Ethem’de Necip Fazıl, Allah’ın yüceliğini ve kuşatıcılığını vurgulamıştır:

“(…) Her şey O’nun, her şey O’nda... Batan ufukların dilsiz dâveti... Solan renklerin baygın rüyası... (…) Ağlayan öksüzün gizli isteği... Çırpınan âşığın kavurucu humması… Kayan gözlerin sessiz imdat çığlığı… Her şey O’nun, her şey O’nda... (…) O ki, Allah’a maliktir, neden yoksundur; o ki Allah’dan yoksundur, ne'ye maliktir? (Durak, balıkçının hıçkırık sesleri) Ağla, evlâdım, ağla! O da Allah'ın sana rahmeti...” (İE, s. 69-70)

319 Necip Fazıl, Mukaddes Emânet’ten altı yıl önce (1965) yazdığı “Hasene Bacı” hikâyesinde de şekilciliğe indirgenmiş bir dindarlığı eleştirmiştir, ayrıntılı bilgi için bakınız: Fevzi Yetkin, “Necip Fazıl’ın ‘Hasene Bacı’ Hikâyesinin Kaynağı ve Şekilci Dindarlık Eleştirisi”, Bartın Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 1/1 (Haziran 2016), s. 135-138. Hikâyenin merkezi kişisi Hasene Bacı ruhundan/özünden uzak olarak ibadet edenleri “Müslümanlığı indirdiniz indirdiniz, gövdenizle yatıp kalkmaya, anlamadığınız şeylere ‘Hû’ demeye!” (H, s. 117) şeklinde eleştirir.

Balıkçı’nın Allah’tan korkmak istemediğini, onu sevmek istediğini söylemesi üzerine İbrahim Ethem sevgi ile korku arasında bir bağlantı kurar: “Hem sev, hem kork! Sevdiğin kadar kork, korktuğun kadar sev! Âlemde sevgiden büyük korku mu olur?.. Asıl sevilenden korkulur!” (İE, s. 70)

Necip Fazıl Tohum, Bir Adam Yaratmak, Siyah Pelerinli Adam, Kumandan, Ahşap Konak, Kanlı Sarık, Abdülhamîd Han, Mukâddes Emanet ve İbrahim Ethem olmak üzere dokuz piyesinde geniş bir şekilde din ve inanç konusunu ele almıştır. Tiyatroyu geniş kitlelere ulaşabileceği bir araç olarak kullanan yazar bu temayı işlediği piyesleriyle okuyucularını/seyircilerini imanlı bir nesil yetiştirme gayesiyle şekillendirmeye çalışmıştır.