• Sonuç bulunamadı

NECİP FAZIL KISAKÜREK’İN TİYATROLARININ İNCELENMESİ

3.2.1. Toplumsal Temalar

3.2.1.1. Ahlâk Sorunları

3.2.1.1.4. Basın Eleştiris

Basın eleştiri Necip Fazıl’ın piyeslerinde ilk olarak Bir Adam Yaratmak’ta Husrev’in sözde dostlarından Şeref üzerinden işlenmiştir. Bir gazetenin patronu olan Şeref (BAY, s. 42) gazetesinin maddî çıkarları için dostluk, özel hayata saygı gibi manevî değerleri çiğnemekte beis görmez. Husrev’e göre gazeteciler özel hayata saygı duymamakta ve kişilerin özel hayatlarıyla alâkalı bilgileri öğrenmeyi bir hak olarak görmektedirler:

“Saygısızlık da lâf mı? O bunu bir hak diye yapıyor. Sen kendi cebini karıştırırsan saygısızlık mı etmiş olursun? Biz onların ceplerinden farklı bir şey değiliz. Ellerini uzatıyorlar ve bizi karıştırıyorlar. Ağzınızı açın, dişlerinizi sayacağım dese, ağzını açmaya, dişlerini saydırmaya mecbursun.” (BAY, s. 21)

Bir gazeteci olarak Şeref de bu düşüncededir ve güya dostu olan Husrev’in geçirdiği felâketten sonra özel hayatını gazetesinde haber yapmaktan çekinmez. Hatta karısı Zeynep aracılığıyla ölen Selma’nın not defterini ele geçiren Şeref, defterde yazanlardan Selma’nın gizliden gizliye Husrev’i sevdiğini öğrenir ve bunu da gazetesinde yazmaktan çekinmez. Böylece ölen bir genç kızın mahremiyetini de gazetesinin tirajı uğrunda çiğner (BAY, s. 59).

Husrev, Şeref’in gazetesinde çıkan bu haberlerden ciddi anlamda rahatsız olur. Husrev’in bu rahatsızlığını duyan Şeref, onunla konuşmak için evine gitmekten de çekinmez:

“HUSREV –Ne yüzle geliyorsunuz buraya Şeref Bey?

HUSREV –Anlamıyor musunuz?

ŞEREF –Anlamıyorum. Gazetede bugün çıkan şeylerden müteessir olduğunuzu tahmin ediyorum. Fakat hakkınız var mı?

HUSREV –Demek hakkım yok!

ŞEREF –Elbette yok. Sizin gibi, herkesin tanıdığı, herkesin sevdiği bir insan, ne kadar alâka çeker bilirsiniz. Biz de öğrendiğimizi yazdık.” (BAY, s. 81)

Bu diyalogda görüldüğü üzere Şeref için alâka çekecek her şey gazetede yayımlanabilir, bu bir dostun ve hatta ölmüş bir genç kızın mahremiyetine girse bile. Bu diyaloğun devamında Şeref gazetesinde her şeyi yayımlayabileceğini, buna hiçbir değer ölçüsünün engel olamayacağını da söyler:

“HUSREV –(…) Bir insan hakkında ne olsa yazar mısınız gazetenizde? ŞEREF –Yazarım.

HUSREV –Bunu yaparken teşhir ettiğiniz insanla, içinizde müşterek bir merkez, bir hassasiyet ve ferdiyet merkezi kanamaz mı?

ŞEREF –Husrev Bey! Ben edebiyattan anlamam. Ben gazeteciyim. Bir ticarethanenin sahibiyim. Ticarethanenin vazifesi budur. Ben vazifemi yaptım.

HUSREV –Demek bu duygu sizce edebiyat!

ŞEREF –Ben ticarethanemin kanunlarına bağlıyım. Vazifeme engel olacak başka hiçbir gaye tanımam. (…)

HUSREV –Gizlilik, örtünme ihtiyacı, kendi kendinize sahiplik gibi hiçbir manevî kıymet?

ŞEREF –Boyuna tanımam diyorum.

HUSREV –(Hayreti cinnete yakın bir hal alır) Ya deminki kıymetler şahsınıza bağlı olursa?

ŞEREF –İcabında onları da yazarım. Elverir ki doğru şeyler olsun!” (BAY, s. 84) Vazifesi halkı bilgilendirmek olan gazete, Şeref için bir ticarethanedir. Onun için okurun alâkasını cezbederek satışı arttıracak her şey gazetede haber olarak yayımlanabilir. Bu tavır, toplumun çeşitli tabakalarındaki yozlaşma ile birlikte gazetenin de bir iletişim aracı olmaktan çıkarak sansasyonel haberler ve magazinle dolu bir mecmua hâline dönüştüğünü gösterir.

Necip Fazıl’ın basına yönelik eleştirilerde bulunduğu ikinci piyesi Para’dır. Yazar bu piyesinde paranın basın üzerindeki etkisini ele almıştır. Banka patronu O, parayla her gazetenin ve gazetecinin satın alınabileceğine inanır: “(Telefona.) Ha, evet, bu muharrire tarafımdan haber gönderin, Hususi Kâtibimi görsün. Hususi Kâtibim ona, bir anda

mezhep değiştirmenin reçetesini verir. (Bir lâhza dinler.) Bu reçeteden basit ne olabilir, a dostum, binlik bir kağıt parçası!.. İçtimaî mezheplerin birinden öbürüne geçme işi trafiğe bağlıdır; adamına ve mezhebine göre ücretini arar, tarifede bulursun. (…)” (P, s. 24-25)

Kendi aleyhinde olan gazetecinin parayla satın alınabileceğine inanan O, savaş günlerinde kendisi ve ihtikâr aleyhine haber yapan gazetelere karşı maddî imkânlarıyla başka bir gazeteyi kullanmayı düşünür: “(Elini gazeteye doğur uzatır.) ‘Bayrak’ gazetesini ben yarın ihtikâr lehinde, fiat yükselişlerinin vatana faydaları hakkında, yedi sütunluk başlıklarla donatayım mı, ister misiniz?” (P, s. 73). O, vatan aleyhinde olan faaliyetlerini gazetelerde faydalı işler gibi lanse ettirecek maddî imkânlara sahiptir. Necip Fazıl, böylece yazılı basının para patronları tarafından yönlendirildiğini ortaya koymuştur.

Yazarın basının parayla nasıl yönlendirildiğini işlediği bir diğer piyesi Püf Noktası’dır. Üçüncü perdede “Çözüm İş Bürosu”nu kurarak siyasete atılan Recep Kafdağlı, bir gazeteyi yönetimi altına alır ve burada istediği şekilde haberler yayımlatır. Mesela, bankalardaki halk mevduatının kırk milyar liraya yaklaştığını fakat halkın parasını çekmek istese bankaların ödemeyi gerçekleştiremeyeceğini ele alan bir yazı dizisi hazırlatır. Gazetede bunu yapmasının sebebi bankaları zor durumda bırakmak ve onlardan istediği parayı alabilmektir. Nitekim banka temsilcileri istediği parayı verince bu yazı dizisini hemen durdurur (PN, s. 53-62).

Kafdağlı, bunun yanında gazetesinin fikirden uzak, magazine yönelik bir yayın olmasını ister. Gazetenin tirajının üç binden on bine çıkmasının püf noktasını magazinde bulur: “Fikir yok, ukalalık yok, sadece resim altı meraklı hâdise, Habeşistan İmparatoru’nun oturağı ve kadın bacağı o kadar. Okuyucunun püf noktası… (PN, s. 62)

Necip Fazıl böylece Bir Adam Yaratmak, Para ve Püf Noktası piyeslerinde Türk yazılı basının tiraj yükseltme ve maddî kazanç uğruna nasıl yozlaştırıldığını eleştirel bir şekilde ortaya koymuştur.

3.2.1.2. Anadoluculuk

“Anadoluculuk” düşüncesi Osmanlı’nın son yıllarında Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Turancılık’a bir tepki olarak doğan yerli bir milliyetçi akımdır. Bu akım Anadolu’nun Türk milletinin gerçek ve tek vatanı olduğu tezi üzerine şekillenmiş ve Anadolu coğrafyasını millî kimliğin temel kurucu unsurlarından en önemlileri arasına dâhil etmiştir. Bu açıdan Anadoluculuk, toprağa bağlı bir milliyetçilik anlayışıdır.301 Osmanlı Devleti’nin son

301 Köksal Alver, “Anadoluculuk ve Hilmi Ziya Ülken”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 3/1 (Haziran 2001), s. 133-134.

günlerini yaşadığı ve Anadolu’nun işgal altında bulunduğu bir dönemde Kuva-yı Millîye hareketinin başarılı olması Anadoluculuk düşüncesini güçlendirmiştir. Daha sonra Cumhuriyet döneminin başlarında resmî bir politika görünümü de kazanan Anadoluculuk değişik ideolojik görüşlere sahip Mükrimin Halil Yinanç, Remzi Oğuz Arık, Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı), Nurettin Topçu gibi aydınlar tarafından farklı bakış açılarıyla benimsenmiştir.302 Necip Fazıl ise 1939’da yazdığı “Ben Buyum!” başlıklı

yazısında dünya görüşünü oluşturan unsurları sıralarken Anadolucu olduğunu da belirtir.303

Necip Fazıl, ilk piyesi Tohum’da Anadoluculuk düşüncesini belirgin bir şekilde işlemiştir. Eserde Anadolu, Maraş özelinde ele alınmıştır. Eserin pek çok yerinde yiğitlik, gözü peklik, dürüstlük gibi olumlu vasıflar Maraşlılık vurgusu ile verilmiştir (T, s. 20, 23, 31, 44). Yazar kültürümüzde var olan olumlu değerlerin Anadolu’da hâlen yaşamakta olduğuna ve bu değerlerin Batı’nın madde ve akıl gücünü yenecek nitelikte olduğuna inanır.304 Necip Fazıl, “Maraş Hitâbesi”nde de bunun altını çizmiştir:

“(…) Çocukluk günlerimden beri, masalını dinlediğim yiğitler yatağı ve destanlar memleketi Maraş, meğer bir rüya âlemini yeryüzüne kabûl ve tasdik ettirecek olan yermiş… Meğer Şirin için dağları delen Ferhat’tan miras, Anadolulu ruh, orada ve en ağır hakaretler altında kaldığı devirde, eşsiz tecellilerinden birine kavuşacakmış. Meğer, bütün imanlarını kendi eli ile yonttuğu çelik mekanizmalara kaptıran Avrupalı, orada, bütün icatları ve cihazlarıyla birden iflâs edecekmiş…”305

Eserde Fransızlara ve onlara yardım eden komitecilere karşı verilen mücadelede Maraşlılar maddî imkânlar bakımından zayıf olsalar da manevî güçleri düşmanı alt edebilecek derecede sağlamdır (T, s. 44). Bu noktada İhsan Işık, Mehmet Âkif’in “İstiklâl Marşı”ndaki “Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar; / Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var. / Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmanı boğar, / ‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?”306 mısraları ile Tohum arasında bir duygu ve düşünce birlikteliği

olduğunu belirtir.307

Eserde madden üstün Fransızları ve komitecileri yenen bu manevî güç Anadolu’nun görünen çorak yüzünde değil, herkesin göremediği ruhundadır. Ferhad Bey, aydınların Anadolu’nun ruhunu tanımadıklarından yakınır (T, s. 86). Orhan Okay, Necip Fazıl’ın bu

302 Alver, a.g.y., s. 134.

303 Orhan Okay, Necip Fazıl Kısakürek -Kendi Sesinin Yankısı, Etkileşim Yayınları, İstanbul 2009, s. 21. 304 Sevda Şener, Çağdaş Türk Tiyatrosunda Ahlâk Ekonomi Kültür Sorunları (1923-1970), Ankara Üniversitesi DTCF Yayınları, Ankara 1971, s. 63.

305 Necip Fazıl Kısakürek, “Maraş Hitâbesi”, Hitâbeler, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2010, s. 160-161. 306 Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2011, s. 477.

yaklaşımının Yakup Kadri’nin Yaban romanındaki Anadolu ve Anadolu köylüsü hakkındaki menfi bakış açısına karşı bir tepki içerdiğini vurgular.308

Künye piyesinin başında Necip Fazıl, Gazanfer’in babasının emir eri Hamza Çavuş üzerinden Anadolu insanının sahip olduğu üstün vasıfları ortaya koyar. Hamza Çavuş, Gazanfer‘in babasının yanında emir eri olarak görev yapmış ve Gazanfer’in babası Plevne’de onun kollarında şehit olmuştur. Bundan sonra hayatını komutanının öksüz ve yetim oğlu Gazanfer’e adayan Hamza Çavuş, yirmi yedi sene boğaz tokluğuna ona bakmış ve onun hizmetkârlığını yapmıştır (K, s. 17-18). Gazanfer, Hamza Çavuş’un halis Anadolu insanının bir örneği olduğunu düşünür: “Anadolu böyle insanlarla dolu. Onlar sade ruhlarındaki saffeti babalarından aldıkları gibi saklayabilmiş değiller. Bu saffetin altında ne muvazeneli, ne tezatsız, ne kendilerine göre bir dünyaları var.” (K, s. 18)

Piyesin üçüncü perdesinde Millî Mücadele’yi de işleyen (K, s. 115-134) Necip Fazıl, Anadolu’da başlayan kurtuluş hareketini yüceltir. Millî Mücadele’nin başarısıyla beraber İstanbul’un işgalden kurtulmasını şehrin ikinci kez fethi olarak değerlendirir:

“Gazanfer Paşa! Geliyorlar. Tahtadan elini göğsüne bastır da heyecanını zaptet! Ölebilirsin. Köprüyü geçmişler, Sultanahmet’e varmışlar, Beyazıt’ı dönmüşler, geliyorlar. Hiç fatihlik üstüne fatihlik duydun mu? Al işte! İstanbul yeniden fethedildi. Bir millet kendi kendisini fethetti. (…)” (K, s. 132)

Kanlı Sarık piyesinde Anadolu, Kars özelinde Alparslan’ın fetihleriyle başlayan bir süreç içerisinde ele alınmıştır. Necip Fazıl, Alparslan’ı Anadolu’nun Türkleşmesinin ve Müslümanlaşmasının mimarı olarak ele alır: “Fâtih’in dört asır sonra Ayasofya kubbesinde tutturduğu düğümü, ilk defa Doğu’da ‘Anı’ Mâbedinde perçinleyen, iman hamlesine Türk’te ilk yönü veren ilk kahraman…” (KS, s. 16)

Anadolu’nun bir köşesi olan Kars fethinden sonra Ortodoks Türkler, İranlılar, Ruslar ve Ermeniler tarafından defalarca işgal edilmiş, yakılıp yıkılmıştır. Yazar bu yüzden Kars’ı “(…) Müslüman Türk’ün azap kalesi!.. (…)” (KS, s. 89) olarak niteler. Buna rağmen Kars’ın Müslüman-Türk ahalisi tüm zorluklara direnerek şehri savunmuşlar, kimi zaman gazi kimi zaman şehit olmuşlardır. Kars ahalisinin vatan toprağına olan bu bağlılığı Anadolu insanının en önemli vasıflarından birisidir.

Eserde bununla bağlantılı olarak ele alınan düşüncelerden biri de vatan bir bütün olarak kurtulmadıkça selamete erilemeyeceğidir. Birinci Dünya Savaşı esnasında Rusya’da Çarlık’ın yıkılması üzerine Rusların işgal ettikleri Kars’tan çekilmelerini Mazlûm Hoca

yeterli bulmaz: “(…) Sağımızda Ermeni, önümüzde Gürcü, tepemizde İngiliz; üstelik arkamızda ana-baba günü yaşayan Anavatan; sonra da Kars kurtulmuş bulunuyor! Olmaz, olmaz! Vatanın kurtulması lâzım, Kars’tan fışkıran ilk ‘Müdafaa-i Hukuk’ davranışının bütün Türkiye’yi sarması lâzım… (…)” (KS, s. 94)

Necip Fazıl Abdülhamîd Han piyesinde de Anadolu insanın devlete bağlılığını ele almıştır. Eserin birinci perde üçüncü tablosunda kendisine gelen jurnalleri inceleyen II. Abdülhamîd bunların hep Balkanlardan geldiğini görür:

“ABDULHAMÎD –(…) Hep İttihat ve Terakki, İttihat ve Terakki, İttihat ve Terakki... Ve Selânik, Selânik... Rumeli ve Makedonya istikametinden esen bir asırlık rüzgâr... Niçin Anadolu’dan en küçük bir soluk bile gelmez?

MABEYİN MÜŞÜRÜ –Saf ve gerçek Türk olduğu için efendimiz!..” (AH, s. 27) Yazar bu şekilde Anadolu insanının gerçek Türklük değerlerine bağlı olduğunu, bu yüzden her ne koşulda olursa olsun devletine karşı hareket etmediğini vurgulamıştır. Yazar üçüncü perde sekizinci tabloda ise Çanakkale’de direnen Türk askerinin kahramanlığını ön plana çıkarır: “Biliyorum! Çanakkale’de Mehmetçik payitahtı kurtarmak için dretnotlardan atılan gülleleri göğüs kafesi içinde yakalamaya çalışıyor! Biliyorum!...” (AH, s. 62)

Mukaddes Emânet piyesinde işlenen düşünce Abdülhamîd Han’la aynı minvaldedir. Birinci perde ikinci tabloda Abdullah’ın babası Tanzimat’tan sonra yaşanan savaşlarda Anadolu halkının cepheden cepheye koştuğunu ve “tökezleyen devleti düzlüğe çıkarmak için” canını fedâ ettiğini belirtir (ME, s. 18-19). İkinci perde dördüncü tabloda ise Abdullah kendisini hükûmete hakaret etmekle itham eden İkinci Muhtar’a “Ben hiç hükûmete hakaret eder miyim?.. Ben ‘Ya devlet başa, Yaz kuzgun leşe!’ diyen Anadolu çocuğuyum… (…)” (ME, s. 44) şeklinde cevap vererek Anadolu halkının devletine bağlılığını vurgular.

Necip Fazıl bu temayı işlediği Tohum, Künye, Kanlı Sarık, Abdülhamid Han, Mukaddes Emânet piyeslerinde Anadolu insanının mertlik, yiğitlik, devletine bağlılık gibi özelliklerini ön plana çıkarak bir Anadolu vurgusu yapmıştır. Bunların yazarın önem verdiği değerlerdir.