• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM

1.6 Çeviriden Çeviribilime Geçiş Süreci

1.6.1 Dilbilimsel yaklaşımlar

Uzun süre dilbilimin sınırları içerisinde yürütülen çeviri çalışmaları sözcüklerin erek dildeki karşılığının bulunarak kaynak ve erek dil arasında sözdizimsel bir örtüşmenin yeterli olacağı görüşünde ilerlemiştir. Dilbilimsel yaklaşımlarla çevirilerin kaynak metne dayandırılarak daha nesnel ve güvenilir ölçütlerle ele alındığı savunulmuştur. İlk zamanlar çeviri araştırmalarında dilbilim terminolojisinden fazlaca yararlanılmıştır. Bunun bir nedeni dilbilimin kullandığı sözdizimi, anlambilim, dilsel göstergeler, metin türü, yan anlam/düz anlam, gönderici, alıcı gibi pek çok kavramın çeviribilime uygun olması ve çeviri kuramcılarının bu kavramları çeviribilime uyarlayabilmesidir. Bir diğer nedeni ise dilbilimcilerin diller arası karşılaştırmalarda çeviriden yararlanmasıdır. Yirminci yüzyılda dilbilimde görülen iki farklı eğilim çeviri yaklaşımlarına da yansır. Saussure, Bühler, Chomsky, Bloomfield gibi dilbilimciler, dilin mantıksal olarak açıklanabileceğini ve her dilin evrensel bir gösterge dizgesine sahip olduğunu savunarak dilbilimsel eğilimlerden ilkini ortaya koyarlar. Evrensel dil yapılarından dolayı her dilde benzer işleyişin olduğunu savunan dilbilimcilerin görüşleri, çeviride ilk dönemde neden kaynak odaklı yaklaşımın tercih edildiğine ve metiniçi çözümlemelerde dil-kültür, dil-düşünce ilişkisine açıklık getirmesi açısından önem taşır.

Modern dilbilimin kurucusu sayılan İsviçreli Ferdinand de Saussure, araştırmalarında odak noktası olarak dilin sözcük ve göstergesel düzlemine yönelir.

Saussure, toplumsal nitelikli dil (language) ile bireysel nitelikli söz(parole) arasında ayrım yaparak incelemelerinde toplumsal dil üzerinde durmuştur. Saussure’ün dili kavramları belirten göstergeler dizgesi olarak tanımlaması, kavramla işitim imgesinin birleşimini “gösterge” olarak adlandırması, işitim imgesi yerine “gösteren”, kavram yerine “gösterilen”, terimlerini birbirinden bağımsız olarak kullanması bir kavramın ortam/zaman ve kültüre göre anlamının değişmeyeceği sonucuna götürür.

Örneğin “su” kavramını gösteren “s,u” ses dizilişinin kavrama verilen adla hiçbir bağlantısı yoktur. Başka bir ses dizilişi de bu kavramı gösterebilir. Aynı kavram farklı bir dilde farklı bir ses dizilişiyle karşılanabilir. “su” göstereni Rusçada “вода”, İngilizcede “water” ses dizilişiyle sağlanır. Saussure bunu dil göstergesinin nedensiz oluşuyla açıklar. Bir sözcük farklı dillerde aynı anlamı karşılasa da bu sözcüğe

yüklenen anlamların farklı olabileceği göz ardı edilmektedir. Saussure’ün anlamı dilsel göstergelerle sınırlı görmesi dili kuralcı, doğuştan ve kalıtsal olarak açıklamaya çalışmasından kaynaklanır. “Su” kavramına “su” denmesindeki nedensizliğe karşın bu sözcüğe daha öncekiler “su” dediği için sözcüğün kullanımı aynı şekilde devam etmektedir. Saussure’ün dili gösterge dizgesi olarak tanımlaması çeviride diller arası aktarımın kültürel etmenler dikkate alınmaksızın anlamın yalnızca sözcük düzeyinde sağlanmaya çalışıldığını ortaya koymaktadır.

Bir sözcüğün anlamı başka bir dilde aynı anlamı veren bir başka sözcükle karşılanmaya çalışılarak çeviride iki dil arasında mekanik değişim gerçekleşir.

Saussure’ün yaklaşımının çeviriye yansıması çeviri incelemelerinde erek ve kaynak metin karşılaştırılmasında doğru-yanlış değerlendirmelerine yol açmaktadır. Kaynak ve erek metnin yüzeysel yapılarının değerlendirilmesiyle dilin kültüre özgü kullanımları, sözcüklerin yan anlamsal içerikleri göz ardı edilmiştir. Bu yaklaşımda iki dil arasındaki eşdeğerlik, erek metnin dil düzeyinde kaynak metne yakınlığı ölçüsünde değerlendirilerek çeviri başarılı sayılmıştır. Çevirilerin ve çeviriye ilişkin eleştirilerin bir bütün olarak değil sözcük ve tümce düzeyinde yapılması dilbilimsel yaklaşımın çok anlamlılık içeren yazınsal metinlerde yetersiz kaldığını göstermiştir.

Saussure dilin bireysel kullanımından çok toplumsal kullanımı üzerinde durduğu için yazın metinlerinde yazar ve çevirmenin dili bireysel kullanımındaki yaratıcılık göz ardı edilmiştir.

Dillerin evrensel işleyişini savunan bir diğer dilbilimci Noam Chomsky, geleneksel dilbilim anlayışından ayrılmasa da dilbilimsel yaklaşımda çeviribilime yeni bir bakış açısı kazandırır. Saussure’ün “dil(language)-söz(parole)” ayrımının yerini Chomsky’nin “edinç-edim” kavramları alır. Chomsky’nin ortaya koyduğu

“Üretici-dönüşümsel Dilbilgisi” kuramında edinç, göstergeler dizgesi dilden farklı olarak üreticilik ve yaratıcılığı olan konuşucu-dinleyiciye dayalı kurallar dizgesidir.

Edim ise edincin somut olarak konuşma eyleminde gerçekleştirilmesidir. Saussure dili bir ürün, Chomsky üretim süreci olarak görür. Chomsky, Saussure’den farklı olarak dilin bireye ve kültüre göre değişen yananlamsal değerlerine değinir. Dilin yüzeysel ve derin yapısından bahseden Chomsky, somut tümceyi dilin görünen dizimsel bileşimi olan yüzeysel yapısı ve tümcenin anlamını taşıyan derin yapısıyla açıklar. Sonsuz sayıda tümcenin üretilmesinin dilin sonlu sayıdaki kurallarına bağlı olarak gerçekleştiğini ifade eder. Chomsky’nin bu yaklaşımı çeviribilimde

çevrilemezlik sorununu ortadan kaldırarak her şeyin her dile aktarılabileceğini gündeme getirir. Bir tümcenin yüzeysel yapısı farklı olsa da başka bir dilde aynı anlamı verecek şekilde başka bir anlatımla ifade edilebileceği görüşü ortaya çıkar.

Bunun sonucunda ise bir metnin görünen dilbilgisel, metin içi yüzeysel yapısının ardında derin yapıların (anlamların) üzerinde durulması, Saussure’ün göz ardı ettiği dil dışı etmenleri dil ve çeviri incelemelerine dâhil eder. Bu kuramın çeviride serbestlik tanıması yazınsal çeviriler açısından ele alındığında özgün bir eserin çevirisinde metnin yüzeysel yapısındaki çok anlamlılığın çevirmenlerin alımlama ve yorumlarına bağlı olarak farklılık gösterdiğini ortaya koyar. Yani özgün eser, kaynak metin bir tane olsa da anlam korunarak çevirmenlerin yorumları dâhilinde çevrilerde zenginleşir.

Chomsky’nin dilbilimde öne sürdüğü dilin biçimsel ve sözdizimsel işleyişine, yüzeysel yapısından anlamı içeren derin yapısına, bireysel kullanımındaki yaratıcılığa ilişkin görüşleri, çeviri etkinliğini ve çevirmeni bir adım daha ileriye taşır. Dil yapısının değişmezliğini her insanda aynı sürece bağlı olarak geliştiğine dayandıran ve eşdeğerliği bu bağlamda ele alan Saussure ve Chomsky’nin yapısalcı kuramları, çeviriyi sözcük ve tümce düzeyinde mekanik aktarım olarak gördüğünden dolayı çok anlamlılık içeren yazınsal çevirilerde yetersiz kalmıştır. Chomsky ve Saussure’den sonra dilbilimsel yaklaşımlar kültürün ve bireyin yansıması olarak dilin iletişim yönüne odaklanmıştır.

Dilin kaynağına ilişkin araştırmalar yapan ve dilin gelişimini tarihsel bakış açısıyla değerlendiren Herder, dilin insan kaynaklı olduğunu ve aklın değil, düşüncenin ürünü olduğunu söyler. Düşüncenin yansıması olarak gördüğü dilin her toplumda gelişmişlik düzeyinin farklılık gösterdiğine değinen Herder, dilleri gençlik, olgunluk ve yaşlılık olarak üç gruba ayırır. Herder’in görüşüne göre, dillerin olgunluk derecesi kültüre özgü olarak farklı nitelikler taşıdığı için bir dönemde oluşan bir metnin başka bir dönemde çevrilmesi imkânsızlaşır. Düşüncenin biçimlendirdiği ve toplum yaşamıyla iç içe olan dil, çeviride bir dilden başka dile düşüncenin aktarımı olarak işlev görür. Herder, kültürel olgulara dayalı diller/düşünceler arasındaki mesafenin artmasıyla çevirinin zorlaşacağını öne sürer. Örneğin bir metinde geçen kültürel olguların başka bir dilde karşılığının sağlanamaması gibi.

Humboldt, Herder’in dil-düşünce ilişkisinden yola çıkarak dili bir ürün değil, etkinlik olarak nitelendirir. Ayrıca “dilin insanlığın iç gereksiniminden doğduğunu”28 ifade ederek dilin toplumsal yönüne dikkat çeker. Herder’in dildeki kültürel olguların toplumlara göre değişen yönünden dolayı ortaya koyduğu çeviri zorluğuna ilişkin görüşüne Humboldt yeni bir bakış açısı getirir. Toplumun düşüncesini yansıtan dilin bir başka dilin dünyasına girebilmesi için çeviri erek dilde bazı değişiklikleri zorunlu kılar. Humboldt, bu değişikliklerin erek dile zenginlik katması ve erek metnin kaynak metne yaklaşabilmesi açısından yapılması gerektiğini söyler. Humboldt, çeviride aktarılamayan dil dışı kültürel etmenlerin üzerinde durur. Çevirmen kendi diline yabancı olsun ya da olmasın aktarılamayan bu etmenleri erek dil okuyucusuna kazandırabildiği ölçüde kaynak metne bağlı kalır. Bu görüşünü ise şu sözleriyle destekler: " Dil ve içerik bütünlük oluşturuyorsa (bu hem şiirsel sanat eserleri için, hem de gündelik dilde kişisel ya da özellikle diyalektik izlerle konuşanlar için geçerlidir), o zaman her bir çeviri, özgün metne ancak olabildiğince güçlü bir yaklaşım olabilir. Serbest çeviri ya da okuduğunu anlatma, özgün metni diğer dilsel medyumda aynı şekilde yeniden yaratma denemesidir."29 Dil ve düşüncenin özdeşliğine dayanarak bir dildeki sözcüğün başka bir dilde aynı sözcükle karşılanamayacağını buna bağlı olarak da özellikle şiirsel yazılar için geçerli olan çevrilemezlik anlayışını Humboldt şu sözleriyle ifade eder: " Tüm çeviriler bana ne yazık ki olanaksız bir görevi yerine getirmek gibi geliyor. Çünkü her çevirmen mutlaka iki engelden birine takılır: ya kendi milletinin zevkinden ve dilinden ödün vererek asıl metne aşırı bağlı kalır ya da asıl metinden ödün vererek kendi milletinin geleneklerine aşırı bağlı kalır. Bu ikilemin çözümünü bulmak sadece zor değil, neredeyse olanaksızdır."30 Sonuç olarak Humboldt'un çevrilemezlik ilkesi üzerinden çeviri kuramında daha karamsar bir tutum sergilediğini söylemek mümkündür.

Amerikalı dilbilimci Benjamin Lee Whorf ve hocası Edward Sapir dil-toplum/kültür ilişkisi üzerinde duran diğer dilbilimcilerdir. Sapir, dillerin kendine özgü niteliklerini “dil içi dünya görüşü” olarak adlandırır. İnsanların dünyayı içinde bulundukları toplumun dil alışkanlıklarına yani “dil içi dünya görüşüne” göre algıladıklarını ifade eder. Whorf ise Sapir’in görüşlerini genişleterek dünyayı farklı algılama biçiminin dillerin yapısına da bağlı olduğunu söyler. “Dilsel görecelilik”

28 Yücel, F.(2007). A.g.e. 103.

29 Stolze, R.(2013). A.g.e. 32.

30 Stolze, R.(2013). A.g.e. 32.

kuramını ortaya atarak insanın konum ve bakış açısına göre dünyayı algılama biçiminin değişmesini dilin dilbilgisel yapılarıyla açıklar. Araştırmalarını ise diller arasındaki algılama farkını daha net ortaya koyabilecek olan Maya, Aztek, Toltek gibi başka kültürlerle çok etkileşim halinde olmayan kültürlerin dilleri üzerinden yapar. Dış dünyayla iletişimi sınırlı olan bu toplumların kendilerine özgü düşünce ve değerleri koruyabilmelerinden dolayı Whorf araştırmalarını yerel diller üzerinden yapar.31

Bir diğer dilbilimci Bloomfied, dili davranışsal bir edim olarak görür. Dilde dil dışı gerçekleri ayırmak için düz anlamın yanında yan anlamın üzerinde durarak iletişimde bulunulan ortama göre bir sözcük veya kavramın anlamının değişebileceğini söyler.

Herder ile başlayan dil-düşünce/kültür ilişkisi, Humboldt ile devam etmiş, yirminci yüzyılda Sapir, Whorf, Bloomfield gibi dilbilimcilcilerin kuramlarına temel oluşturmuştur. Bu kuramcılar dilde dil dışı kültürel etmenlere, kavram ve sözcüğün yan anlamlarına dikkati çekerek çeviride pek çok etmenin göz önünde bulundurulması gerektiğini ortaya koymuşlardır.