• Sonuç bulunamadı

39 etmişlerdir. Psikolojideki pozitivist bilim anlayışı, olayların diğer olaylar tarafından belirlendiği temeline dayanmaktadır. Bundan dolayı, davranış biliminin de davranışı belirlenebilir, dolayısıyla da kestirilebilir olduğu varsayımını kabul etmektedir. Bu sebeple özgür iradenin ölçülebilirliği problem olmuştur (Burger, 2017, s. 456).

İnsancıl yaklaşıma yöneltilen bir diğer eleştiri ise kurama ait temel kavramlarının çok iyi tanımlanamamış olmasıdır. ‘Kendini gerçekleştirme’,

‘potansiyelini tam kullanan’ gibi kavramların kişiye göre değiştiği, bir ölçütün olmadığını söylenmiştir (Burger, 2017, s. 456).

40 arasında, kişiliği bilişsel yöntemle açıklamaya dönük bir eğilim baş göstermektedir (Bandura, 1969, s. 213-262).

Davranışçılık

‘Davranışçıların Gözüyle Psikoloji’ başlıklı bir makale 1913 yılında John B.

Watson isimli bir araştırmacı tarafından yayımlamıştır. Bu makale psikolojide yeni bir hareketin veya yaklaşımın başlangıcına işaret etmekteydi. 1924 yılında Davranışçılık kitabının basılmasıyla birlikte Watson, bu metodolojiyi bir kez daha tanımlamak konusunda gösterdiği çabalarda ilerleme kaydetmiştir. Watson, eğer psikoloji bir bilim dalı ise psikoloji araştırmacılarının zihinsel durumları incelemekten artık vazgeçmesi gerektiğini savunuyordu. Bilim sadece gözlemlenebilir şeyleri incelemeli olduğunu savunmaktaydı. O’na göre bilinç, zihin ve düşünceler gibi konularla ilgilenen araştırmacılar aslında meşru bilimsel araştırmalar yapmış olmuyorlardı. Öznel duygularımız, üzerinde uzlaşılmış, gerçekçi bir yöntemle gözlemlenip ölçülemediği için nesnel bir bilim dalında yer almadığını iddia ediyordu (Funder, 1997, s. 511).

Neredeyse aynı zamanlarda farklı araştırmacılar da koşullanmanın ya da öğrenmenin temel süreçlerini incelemeye başlamışlardı. Watson bu süreçlerin insan davranışını anlamak için anahtar olduğunu belirtmiştir. Watson gibi bu bilim adamları da bulgularını açıklamak için bireyin zihinsel durumlarına hiç değinmeden, gözlenebilir davranışları kestirmeye çaba harcamışlardır. Rus fizyolog Ivan Pavlov, hayvanların etraflarındaki uyarıcılara tepki vermeyi öğrenebileceklerini ve bunun için uyarıcıların daha önceden tepki gösterilmiş olaylarla birlikte kullanılması gerektiğini iddia etmiştir.

Bu süreci klasik koşulluma olarak adlandırmıştır. Gene birbirine yakın zamanlarda yaşamış bir diğer araştırmacı günümüzde edimsel koşullanma olarak bilinen süreci keşfetmiştir. Örneğin Edward Thorndike, hiç ceza verilmeyen hayvanların, olumsuz bir

41 tepkiyle karşılaşan hayvanlara nazaran aynı davranışı tekrarlama olasılıklarının daha yüksek olduğunu bulmuştur (Funder, 1997, s. 511).

Watson'ın koşullandırmanın gücüne büyük bir inancı vardı. Gerçeğin de ötesine geçtiğini bile kabul ettiği en iddialı argümanı, bir psikiyatrın çevre üzerinde yeterli kontrole sahip olduğu sürece çocuğu istediği gibi bir yetişkine dönüştürebileceğiydi.

“Bana bir düzine sağlıklı çocuk ve onları yetiştirebileceğim, koşulları belirli bir ortam sağlayın; herhangi birisini seçip doktor, avukat, sanatçı, tüccar hatta dilenci ve hırsız olacak şekilde yetiştirebilirim” (Watson, 1998, s. 104). Bunu, çocuğa miras kalan yeteneklerini, zekasını veya aile etkisini tamamen göz ardı ederek yapabileceğini söylemektedir. İnsan davranışı üzerindeki kontrol derecesini gösterme açısından korkutucu bir argüman olsa da, bu düşünce tarzı, insanların geçmişleri veya sosyal sınıfları ne olursa olsun herkes için eşit fırsatları destekleyen bir geleneğe sahip olan Amerika'da hızla benimsenmiştir (Burger, 2017, s. 513).

Watson'ın mirası bir başka önemli psikolog olan Burrhus Frederic Skinner tarafından korunmuştur. Skinner, davranışçılık anlayışını radikal davranışlar olarak tanımladı ve Watson'ın söylediklerini bir adım öteye taşıdı. İçsel düşünce ve deneyimlerin varlığını inkar etmeyen Skinner, davranışımızın iç nedenlerini gözlemleyebileceğimizi öne sürdü. Sosyal ortamlarda sık sık rahatsızlık hissettiğinizi varsayalım. Bir akşam bir partiye hazır olduğunuzda, gergin hissetmeye başlarsınız.

Büyük bir parti olacak ve çoğu insan sizin kim olduğunuzu bilmeyecek. Son anda kaygınız o kadar şiddetli hale geldi ki evde kalmaya karar verdiniz. Neden partiye katılmadınız? Çoğu insan bu soruya, gergin hissettikleri için partiye gitmediklerini söyleyecektir. Ancak Skinner, stresli hissettiğiniz için davranışın değişmediğini savunur. Bunun yerine, bu örnekte olduğu gibi, partiye gitmeme kararınız ve stresiniz, çevreye olan koşullu tepkileriniz olduğunu söyler (Skinner, 1974, s. 51).

42 Diğer bir ifade ile, davranışın içsel nedenini gerginlik olarak ortaya koyduğumuzda davranışın nedenini belirlendiği düşünülür. Fakat aslında yanılmış olunur. İnsanın karnı acıktığın da yemek yemeye başladığını söylerse sadece davranışına bir isim koymuş olur, neden yemek yediğini açıklamamış olur. Buna bağlı olarak insanların cana yakın, saldırgan, içe dönük oldukları için o şekilde davrandıklarını iddia etmek bu davranışların nereden kaynaklandığını açıklamamaktadır (Skinner, 1974, s. 51).

Doğal bir sonuç olarak Skinner’ın kuramın etkileri alanda büyük oranda görüş ayrılıkları yaratmıştır. Mesela Skinner mutluluğu, ‘edimsel pekiştirmenin bir yan ürünü’

olarak tanımlamıştır. İnsanlara mutluluk veren şeyler onu pekiştiren şeylerdir der. Çok tartışmalı ‘Özgürlüğün ve Onurun Ötesinde’(1948) eserinde Skinner,

“Kişisel özgürlüğün ve davranışlarımız dolayı yaşadığımız sözüm ona onurun bir yanılsama olduğunu söylemektedir. Bir şeyi yapmayı içsel ahlaki kararlarımızın bir sonucu olarak özgürce seçmeyiz, çevresel beklentilere bir tepki olarak davranırız. Saygı duyulacak davranışlarından dolayı insanlara onur kavramını uygun görürüz ama davranışlar dış koşulların kontrolü altında olduğu için onur bir yanılsamadır. Eğer insanları kurtarmak için yanan bir binaya doğru koşarsan, bunun nedeni bir kahraman ya da aptal olman değil, benzer durumlarda pekiştirmeler ve koşullanmalardan oluşan bir geçmişinin olmasıdır”(Aktaran: Burger, 2017, s. 514) der.

Bir çok açıdan derin farklılıkları olsa dahi Skinner’ın görüşleri Freud’unkilere benzer. İkisi de insanların davranışlarının ardındaki nedenleri bildiklerini düşündüklerini, fakat genellikle bilmediklerini söylemektedir.

43 Koşullanma

Geleneksel davranışçı psikologlar, davranışların nedenlerini öğrenerek veya koşullandırarak açıklar. Kalıtımın etkisini inkâr etmezler fakat koşullanmanın etkisiyle mukayese ettiklerin de önemsiz bulurlar. Davranışçılara göre eğer kişiliklerimizi şekillendiren süreçleri anlamak istiyorsak temel koşullanma ilkelerini ele almalıyız.

Buna bağlı olarak koşullanmayı ele almak gerekmektedir. Bu bağlamda koşullanmayı iki sınıfa ayırmak uygundur olur; bunlardan ilki, klasik (Pavlovcu) koşullanma diğeri edimsel (araçsal) koşullanmadır (İnanç ve Yerlikaya, 2008, s. 168).

Klasik Koşullanma

Klasik koşullanmanın hareket noktası bilindiği üzere bir uyarıcı-tepki ilişkisidir.

Örneğin bazı insanlar ne zaman bir haşerat ya da fare görse (uyarıcı), yerinden sıçrar (tepki). Birçok insanın bilincinde olmaksızın davranışlarının çoğunda uyarıcı-tepki ilişkisi vardır.

Klasik koşullanma çalışmalarında, uyarıcı-tepki ilişkisi için yemek ve salya salgılama ikilisini kullanmış olan Pavlov, Laboratuvarındaki aç köpeklere et tozu vererek (uyarıcı) salya salgıladıklarını (tepki) gözlemlemiştir. Bu uyarıcı-tepki ilişkisinde bir koşullanma olmadan da var olduğundan dolayı, Pavlov et tozuna koşulsuz uyarıcı, salya salgılanmasına da koşulsuz tepki adını vermektedir. Daha sonraları Pavlov koşulsuz uyarıcıyı, yeni, koşullu bir uyarıcıyla birlikte kullanmıştır. Köpeklere et tozunu her gösterdiğinde bir zile basmıştır. Et tozunu ve zil sesini birkaç kez birlikte kullandıktan sonra Pavlov, et tozu vermeden sadece zile basmıştır. Bunun sonunda köpekler zil sesini duyduklarında, et tozu verilmese dahi salya salgılamaya başlamışlardır. Salgılama, köpeğin davranış dağarcığı içinde yeni bir uyarıcı-tepki

44 ilişkisi olarak yerini alan bir koşullu tepki haline gelmiştir (Kurt ve Yıldız, 2017, s.

356).

Klasik koşullanma yukarıda açıklandığı gibidir. Yeni bir uyarıcı-tepki ilişkisi kurulduktan sonra bu koşullanma, bir başka koşullanma ilişkisinin daha kurulması için de kullanılabilir. Örneğin, Pavlov’un köpeklere et tozu verirken kullanılan zil sesiyle birlikle yeşil ışık kullanmaya başlarsa, bir süre sonra köpekler yeşil ışık yandığında salya salgılamaya başlarlar. Bir koşullu uyarıcı-tepki ilişkisinin üzerine başka bir ilişki kurmaya ikinci-sıra koşullanma olarak adlandırılır (Kurt ve Yıldız, 2017, s. 356).

Araştırmalar da klasik koşullanmanın bazı sınırlılıkları olduğunu da gözlemlemiştir. Yeni bir uyarıcı-tepki ilişkisinin devamlı olması için koşulsuz ve koşullu uyarıcının ara sıra beraber kullanılması veyahut ta başka bir şekilde pekiştirilmesi gereklidir. Örneğin, Pavlov köpeklerine sadece zil sesi vermeye başladığında, köpekler gittikçe daha az salya salgılamaya başlamış ve en sonunda salya salgılamayı bırakmışlardır. Bu durumda koşullu uyarıcı-tepki ilişkisinin kademeli bir şekilde ortadan kaybolmasına, sönme adı verilmektedir. Ayrıca belirtmek gerekir ki birlikte sunulan iki olay, her zaman bir ilişki yaratmayabilir. Bazı uyarıcılarla daha kolay ilişki kurulurken bazı uyarıcı bağlarıyla klasik koşullanma ilişkisi kurulması mümkün olmayabilir (Burger, 2017, s. 517).

Edimsel Koşullanma

Rusya’da klasik koşullanma deneyleri yapıldığı sıralar da Amerika’da ilişki aracılığıyla öğrenme üzerinde araştırmaları yapılmaktaydı. Örneğin Edward Thorndike kedileri bulmaca kutularına koyuyordu. Kutudan çıkıp balığa ulaşmak için aç kedilerin bir takım eylemleri gerçekleştirmesi gerekmekteydi. Kısa süre içinde kediler ödül almak

45 için ne yapmaları gerektiğini öğrendiler. Bu deneyler sonucu Thorndike’ın etki yasası formülleştirmesi ortaya çıktı. Bu formüle göre; doyurucu sonuçlara yol açan davranışların tekrar edilmesi olasılığı artmaktadır, böyle bir sonuca yol açmıyorsa tekrar edilme olasılığı azalmaktadır (Cervone ve Pervin, 2019, s. 546).

Koşullanmanın gücünü göz önünde tutarsak, temel öğrenme ilkelerinin nasıl işlediğini yeterince bilmemek, istenmedik sonuçlara doğurabilir. Yıllardan beri yapılan araştırmalar, araştırmacılara pekiştirme ve cezalandırmanın davranışı nasıl biçimlendirip kontrol ettiği konusunda oldukça zengin bilgiler verdikleri göz önünde bulundurulmalıdır. Buradaki önemli bir husus, var olan uyarıcı-tepki ilişkisiyle başlayan klasik koşullanmadan farklı olarak edimsel koşullanma, organizmanın (insan ya da hayvan) kendiliğinden yapmış olduğu davranışlar üzerinden başlamaktadır. Edimsel davranışları gözlemek için yapılan deneylerde laboratuvar faresini kafese koyduğumuzda, hayvan gelişigüzel bir şekilde kafeste dolaşır, etrafı tırmalar ve koklar, bunun nedeni tepkilerinin hiçbiri önceden pekiştirilmiş ya da cezalandırılmış değildir.

Fakat davranışlarından birinin ardından fareye yiyecek verilirse, o davranış sıklaşacaktır. Çünkü ödüllendirilmiştir (Cervone ve Pervin, 2019, s. 546).

Edimsel koşullanma, organizma davranışının sıklığını etkileyen sonuçlarla ilgilenmektedir. Bu bağlamda davranışın sıklığını arttıran sonuca pekiştirme, davranışı azaltana ise cezalandırma denilmektedir. Bir sonucun pekiştirici veya cezalandırıcı olup olmaması kişiye ve duruma göre değişmektedir. Örneğin, eğer aç iseniz çikolata bir pekiştirici olabilir fakat çikolatayı sevmiyorsanız ya da diyabet iseniz çikolata ceza işlevi görebilir (Cervone ve Pervin, 2019, s. 547).

Araştırmacılar bir davranışın sıklığını artırmak için iki tür pekiştirme olduğunu gözlemlemişlerdir. İlki, Olumlu pekiştirme ile istendik davranışın artışı gözlenir, çünkü ardından bir ödül gelmektedir. Örneğin butona her bastığında kendilerine yiyecek

46 verilen fareler, butona daha fazla basmaya başlayacaktır. Diğeri ise, davranışın sıklığını olumsuz pekiştirme kullanarak diğer bir ifade ile davranış ortaya çıktığında hoş olmayan uyarıcıyı ortadan kaldırıp azaltarak, istendik davranış artırılabilinir. (İnanç ve Yerlikaya, 2008, s. 175).

Edimsel koşullanma, istenen davranışın arttırılmasında olduğu gibi, istenmedik davranışın azaltılması konusunda iki farklı yöntem öne sürer. Önerilen yöntemlerden en etkilisi pekiştiriciyi ortadan kaldırmaktır. Böylelikle davranışın sönmesine izin verilecektir. Diğer bir yöntem ise istenmedik davranışın sönmesi diğer bir deyişle ortadan kalkması için cezalandırmayı kullanmaktır. Ardından olumsuz bir uyarıcı geldiğinde örneğin elektrik verilmesi, davranışın sıklığı azalır (İnanç ve Yerlikaya, 2008, s. 175).

Burada dikkat edilmesi gereken husus, cezalandırma uygun davranışları öğretmez, sadece istenmedik davranışların sıklığını azaltmaktadır. Bunun etkili olabilmesi için cezanın anında ve tutarlı bir şekilde uygulanması gerekmektedir (İnanç ve Yerlikaya, 2008, s. 175)

Davranışçı kişilik tanımı özetlersek, diğer yaklaşımlardan bazı açılardan farklılık göstermektedir. Geleneksel davranışçılar gözlemlenebilir davranışlara odaklanıp, tutarlı davranış kalıplarının koşullanma deneyimlerinin sonucu olduğunu kabul etmektedir.

İlaveten klasik ve edimsel koşullanma süreçlerinin bu davranış kalıplarından sorumlu olduğunu belirlediğini öne sürer. Davranışçı yaklaşım ekolünden olan çoğu araştırmacı geleneksel davranışçılığı çok sınırlı bulmaktadır (Burger, 2017, s. 518). Bu araştırmacıların davranışçı kişilik kuramına yapmış oldukları katkılar aşağıda sunulmuştur.

47 Sosyal Öğrenme Kuramı

Geleneksel davranışçılık yaklaşımının ve bu yaklaşımın bir alanı olan kişilik çalışmaları üzerindeki etkisi çok büyütülmemiştir. Bu yaklaşım ekolünden gelen araştırmacılar insan davranışıyla ilgili bilimsel, kolay sınanabilir görüşler öne sürmüşlerdir. Aynı zaman da bu görüşler o tarihlerdeki Amerikan üniversitelerinde yükselişe geçen bilimsel bakış açısıyla da örtüşmekteydi. Öğrenmenin temel ilkeleri o kadar evrenseldi ki daha ilkel hayvanlarda bile sınanabilme imkânı tanımaktaydı. Buna rağmen 1950 ve 1960 arasında geleneksel davranışçılığa gösterilen ilgi azalmaya başlamıştır. Davranışçılığın temel ilkelerini kabul eden araştırmacılar dâhil öğrenmenin klasik ya da edimsel koşullanma ile gerçekleştiği savını sorgulamaya başlamışlardır (Burger, 2017, s. 524).

Sosyal öğrenme kuramcılarının ortaya çıkardığı bir diğer kavram da; davranış-çevre-davranış etkileşimleridir; çevre sadece davranışımızı etkilememektedir, davranış da içinde bulunulan çevrenin türünü belirlemektedir ve bu da davranışları etkilemektedir, süreç bu şekilde devam halindedir. Diğer bir ifade ile insanların size nasıl davrandığı (çevre), kısmen sizin onlara nasıl davrandığınızın bir sonucudur (davranış). Buna bağlı olarak sizin nasıl davrandığınız da kısmen insanların size nasıl davrandığının bir sonucudur. İlaveten insanlar görünür dışsal ödüller olmadığında kendi pekiştirmelerini sağlamaktadır. İnsanın içsel ölçütlere veya kişisel hedeflere ulaşması, bunları hiç kimse bilmese dahi insan için pekiştirici olabilmektedir. Sosyal öğrenme kuramcılarının birçoğu, koşullanma ve kişilik tanımlarına içsel kavramları ilave etmişlerdir. Bu araştırmacılar, inançların ve kendilik algılarının da gözlemlenebilir davranışları geliştirip değiştirmede kullanılan benzer koşullanma ilkeleriyle geliştirilip değiştirilebileceğini iddia etmektedirler (Staats, 1981, s. 239-256).

48 Öğrenme Kuramı

Öğrenme kuramında karşımıza çıkan isim Julian Rotter (1916-2014)’dır. Rotter, davranışçı yaklaşımı yararlı fakat geleneksel davranışçı bakış açısını sığ bulan kişilik psikoloğudur. Rotter, bireyin hareket ve tutumlarının sebeplerinin ilkel hayvanlarınkinden karmaşık olduğunu iddia etmektedir. İnsanların belirli bir ortamda nasıl tepki göstereceğini öngörmek için algılar, beklentiler ve değerler gibi değişkenleri de göz önünde bulundurması gerektiğini öne sürer. Rotter, davranış potansiyeli, beklenti ve pekiştirme değeri gibi kavramları kullanarak insan kişiliğini açıklamaya çalışmıştır (Wallston, 1992, s. 183-199).

Davranış Potansiyeli: Rotter’ın kişiliği açıklarken kullandığı kavramlardan biri de davranış potansiyelidir. Bu kavramı Burger güzel bir örnekle şöyle açıklamış;

“Bir partide birisinin size hakaret ettiğini düşünün Nasıl tepki gösterirsiniz? Yapabileceğiniz birkaç şey vardır. Bu duruma akıllı ve esprili bir şekilde karşılık verebilirsiniz. Sakin bir şekilde bu davranışın uygunsuz olduğunu söyleyip kişinin özür dilemesini isleyebilirsiniz. Öfkelenip siz de eşit derecede kaba bir hakaret edebilir ya da sadece orayı terk edebilirsiniz. Bu durumda ne yapacağınızı kestirmenin yolu Rotter'ın deyişiyle her bir seçeneğin davranış potansiyelini anlamaktan geçer. Davranış potansiyeli belirli bir ortamda belirli bir davranışın ortaya çıkma olasılığıdır. Hakarete vereceğiniz her olası tepkinin farklı bir davranış potansiyeli vardır. Eğer hakaret karşısında çığlık atmaya karar verirseniz, bu tepkinin davranış potansiyeli diğer olası tepkilerden daha güçlü olur, O zaman şu soruyu sorabiliriz: Davranış potansiyelinin gücünü ne belirler? Rotter’e göre iki değişkenin düşünülmesi gerekir: beklenti ve pekiştirme değeri. Kısacası, belirli bir eyleme girmeden önce bu eylemin belirli bir pekiştireçle sonuçlanma olasılığını ve pekiştirmenin bizim için taşıdığı değeri

49 hesaplarız. Eğer belirli bir eylemin pekiştirilme olasılığı düşükse ya da elde edilecek pekiştirmenin ödülü fazla değilse davranış potansiyeli zayıftır, Ancak, bir davranış karşılığında değerli bir şey elde edeceksek büyük olasılıkla o davranışı gösteririz” (Burger, 2017, s. 526).

Rotter’ın ele aldığı bir diğer kavram ‘beklenti’dir. Bu kavramında daha iyi anlaşılabilmesi için örnekler ile anlatmaya çalışacağız.

Örneğin; “Bütün gece oturup ders çalışmaya karar vermeden önce, büyük olasılıkla kendinize sabahlamanın size ne yararı olacağını sorarsınız. Benzer şekilde, bir dans partisine katılıp katılmadan önce de eğlenme olasılığınızın ne olacağını hesaplamaya çalışırsınız. Rotter bu kestirimlere beklentiler adını vermektedir. Beklentilerimizi büyük oranda daha önce aynı durumda yaşadığımız olaylara göre oluştururuz. Eğer sabahladıktan sonra girdiğiniz sınavlarda iyi not alıyorsanız, tekrar ödül alma beklentiniz yüksek olacaktır.

Eğer dans partilerinde hiç eğlenmiyorsanız, dansa gittiğiniz için ödüllendirilme beklentiniz düşük olacaktır” (Burger, 2017, s. 526).

Tabi ki geleneksel davranışçı kuram araştırmacıları da bu kestirimleri yapabilir.

İnsanların pekiştirilen davranışlarının tekrar edilme olasılığı oldukça yüksektir. Fakat, Rotter ve davranışçı kuramcılardan ayrıldığı nokta ise bu davranışı açıklama biçimidir.

Davranışçı kuramcılar, edimsel koşullanma ilişkisinin ya da alışkanlığın önceki deneyimlerle güçlendiğini savunmaktadırlar. Fakat Rotter insanların belirli davranışları ne kadar sık pekiştirilirse, o davranışın gelecekte pekiştirileceğine dair beklentilerinin o kadar güçlü olacağını öne sürmektedir. Diğer yandan davranışlar pekiştirilmediğinde ise ödüllendirme beklentisi de düşecektir (Wallston, 1992, s. 183-199).

Pekiştirme Değeri; bu kavram insanların, bir pekiştireci diğerine tercih etme derecesi olarak tanımlayabiliriz. Belirli bir sonuç için verilecek pekiştirme değeri,

50 koşullara göre değişiklik gösterebilir. Fakat, bir pekiştirece diğerine göre ne kadar fazla değer verilmesini belirleyen kararlar bireysel farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Diğer bir ifade ile tutarlı davranış kalıpları, bazı ödüllerin birey için ne kadar değerli olduğuna dair kararlı duygulara bağlı olabilir. Rotter’ın modelinde pekiştirme değeri beklentiden bağımsızdır. Bu demek oluyor ki, bir şeyin birey için pekiştirme değerinin yüksek ya da düşük olması, bu pekiştirmeyi elde etmek için sahip olduğu beklentiyi etkilemez (Wallston, 1992, s. 183-199).

Sosyal-Bilişsel Kuram

Geleneksel davranışsal kişilik görüşlerinin daha bilişsel tarzlara doğru evrimi, Albert Bandura'nın çalışmasında daha iyi gözlemlenebilir. Bandura, insanların hayatın getirdiği her türlü uyarıyı pasif olarak aldığını söyleyen radikal davranışçılığı kabul etmez. İnsanların ödül ve cezalandırma sonucunda çevresel olaylarla etkileşime girmesi ve belirli davranışları öğrenmesi doğaldır. Bununla birlikte, insanların da bazı yetenekleri vardır. İnsanın büyüme ve gelişme süreçlerini, farenin yiyecek elde etmek için bir düğmeye basmayı öğrenmesine indirgeyen katı davranış bilimcileri, insan davranışının en önemli nedenlerini ve insan kişiliğinin kaynaklarını görmezden geldiklerini söylemekteydi. Bandura'nın yaklaşımına sosyal biliş teorisi denilmektedir, çünkü genellikle bilginin yansımasını ve sembolik işlemesini içermektedir (Kurt ve Yıldız, 2017, s. 383).

Karşılıklı Belirleyicilik

Bandura, iç veya dış güçler tarafından davranış belirleme konusunda yeni bir açılım getirdi. Davranışın iç ve dış faktörler tarafından belirlendiğini kabul etmiş, fakat

51 davranışın tek bir faktör veya basit bir grup tarafından belirlenmediği belirtilmiştir.

Bunun yerine Bandura, karşılıklı belirleyici kavramını öne sürmüştür. Başka bir deyişle, ödül ve ceza gibi dış davranış belirleyicileri ve inançlar, fikirler ve beklentiler gibi iç belirleyiciler, reaktif etmenler sisteminin bir parçasıdır. Bu faktörler sadece davranışımızı değil, aynı zamanda sistemin kendisini de etkiler. Basitçe söylemek gerekirse, sistemin her parçası, davranışlar, dış faktörler ve iç faktörler sürekli olarak birbirini etkiler (Bandura, 2001, s. 1-26).

Rotter gibi Bandura da, insanların beklentilerini ve içsel faktörlerin davranışı etkilediğini düşünmektedir. Yukarıda Bandura’nın bahsettiği tanımlamaları daha iyi anlayabilmek için örnekle açıklamak gerekirse;

“Hoşlanmadığınız birisinin size birlikte tenis oynamayı teklif ettiğini düşünün. Bütün öğleden sonranızı bu kişiyle geçirip mahvetmek istemediğiniz için, içsel beklentiniz bu daveti reddetmenize neden olur. Peki ya bu kişi eğer birlikte oynarsanız size, almak istediğiniz pahalı bir raketi hediye edeceğini söylerse? Birden dışsal beklentiniz baskın çıkabilir ve ‘Hadi oynayalım’

demenizi sağlayabilir. Yine diyelim ki hayatınızın en zevkli tenis karşılaşmalarından birini yaşadınız. Karşılıklı çok iyi oynadınız, hatta oyun arkadaşınız hoşunuza giden birkaç espri bile yaptı. Onunla tekrar oynamak isteyebilirsiniz. Bu durumda davranışınız beklentilerinizi değiştirmiş olur, bu da gelecekteki davranışlarınızı değiştirebilir” (Burger, 2017, s. 531).

Karşılıklı belirleyicilik içindeki üç parçadan (davranış - dışsal etmeler - içsel etmenler) hangisinin diğerini etkileyeceğini, hangi değişkenin ne kadar güçlü olduğuna bağlıdır. Bazen dışsal etmenler bazen de içsel etmenler baskın olabilmektedir. İnsan bazen gereksinimlerini karşılamak için çevresini biçimlendirir, bazen de kontrol edemediği dışsal etmenlerle karşı karşıya kalır. Genellikle kendi olanaklarını ve

52 yenilgilerini yaratır; fakat bazen de bunlar birey için yaratılmış olur (Bandura, 2001, s.

1-26).

Gözlemlenerek Öğrenme

Sosyal bilişsel teorinin insan davranışını ve kişiliğini anlamaya belki de en büyük katkısı, dolaylı veya gözlemsel öğrenmedir. Bandura, öğrenmenin klasik veya aktif koşullanmayla sınırlı olmadığını savunmaktadır. Ayrıca diğer insanların eylemlerini gözlemleyerek, okuyarak veya duyarak da öğrenebiliriz. Çoğu davranış, pekiştirme ve ceza gibi yavaş süreçlerle öğrenilemeyecek kadar karmaşıktır (Cervone ve Pervin, 2019, s. 582).

Bandura, öğrenme ve performans arasındaki ayırımın önemli olduğunun altını çizmiştir. Gözlemsel yöntemlerle öğrenilen davranışlara ulaşmak gerekli değildir. Bu görüş, biz yapmadıkça öğrenemeyeceğimizi iddia eden geleneksel davranış bilimcilerinin görüşleriyle çelişir. Ancak, henüz yapmamış olsak bile, istenildiğinde yapabilecek bazı davranışlar vardır (Bandura, 2001, s. 1-26).

Genel olarak Davranışsal/Sosyal öğrenme yaklaşımlarının bu kadar uzun süreli etkili olmasının nedeni deneysel araştırma temelinin sağlam olmasıdır. Bu, durum sezgiler ya da ön yargılı gibi soyut ve ölçülemeyen verileri kullanan diğer kişilik yaklaşımlarının tersi bir durum sergilemektedir (Cervone ve Pervin, 2019, s. 585).