• Sonuç bulunamadı

Toplum ve topluluklarda uzun ve yıllardır kişilik gelişiminde oluşumunda biyolojinin rolünü kabul etmiş olsa da psikologların çoğu, için bunu söyleyemeyiz. 40-50 yıl öncesine kadar akademik psikologların çoğu yeni doğmuş bebeklere boş bir levha gözüyle bakmaktaydılar. Bu bebeklerin zekâ düzeyleri ve dış görünüşleri farklılık gösterse de büyüyüp yetişkin olduklarında herhangi bir kişilik özelliğine sahip olma olasılığı hepsi için aynıydı (Corr ve Matthews, 2009, s. 265).

Yetişkinlerin kişiliklerinde görülen farklılıklar ise deneyimlere, özellikle de çocukluğun ilk yıllarında ebeveynlerinin çocuklarını yetiştirme tarzlarındaki farklılıklara bağlanmaktaydı. Fakat bu görüş son 30-40 yılda oldukça değişmiştir. Şu anda hiçbir psikolog çocukların dünyaya geldiklerinde kişiliklerinin tam olarak oluşmuş olduğunu söylememektedir fakat kişiliğin biyolojik kalıtımdan etkilenmediğini söyleyecek fazla psikolog da yoktur (Corr ve Matthews, 2009, s. 265).

Kişilik üzerinde kalıtımın etkisinin kabul edilmesiyle beraber kişiliğin diğer biyolojik etmenlerden ayrılamayacağının kabul edilmesiyle aynı döneme rastlamaktadır.

Yakın zamanlı kanıtlar bize insanların fizyolojik işleyişlerinin birbirinin aynı olmadığını göstermektedir. Yani beyin dalgası etkinliği, hormon düzeyleri, kalp atış hızları gibi fizyolojik özelliklerde insanlar arasında farklılıklar bulunmaktadır. Kişilik üzerinde çalışan psikologlar için daha da önemli olan nokta araştırmacıların bu biyolojik farklılıklar ve davranışlardaki farklılıklar arasında ilişki kurabilmesi olmuştur (Eysenck, 1997, s. 1224-1237). Bu bağlamda biyoloji temelli kişilik kuramı çalışmaları yoğunluk kazanmıştır.

26 Hans Eysenck (1916- 1997) ve Kişiliğin Biyolojik Temeli

Eysenck, kişilikteki bireysel farklılıkların biyolojiden kaynaklandığını öne sürmektedir. Bu iddiasında üç noktaya dikkat çekiyordu. İlk olarak, dışa dönüklük-içe dönüklük özelliğinin zaman içindeki tutarlılığından bahsetmiştir. Yapılan araştırmalar kişinin bu özelliğinin yıllar içinde oldukça yüksek oranda kararlılık gösterdiğini ortaya koymuştur. Tabi ki tek başına bir araştırma, dışa dönüklük-içe dönüklüğün biyoloji tarafından belirlendiğini kanıtlamaz. İnsanların yaşamları boyunca ya da bu kişilik özelliğinin gelişimi boyunca benzer ortamlarda kalmış olmaları da söz konusu olabilir (Conley, 1985, s. 1266–1282).

Bundan dolayı, Eysenck iddiasını desteklemek için kültürlerarası aştırmaların sonuçlarından da yararlanmıştır. Bu bağlamda araştırmacıların farklı kültürel ve tarihi geçmişe sahip pek çok ülkede yaptıkları araştırmalar da kişiliğin üç boyutuna rastladığını söylemektedir bunlar; dışa dönüklük-içe dönüklük, nevrotiklik ve psikotiklik dir. Eysenck bu üç faktöre süper faktör diyerek sadece kendi araştırmalarında değil, farklı veri toplama yöntemleri kullanan araştırmacıların çalışmalarında da ortaya çıktığını iddia etmektedir (Eysenck, 1990 s.245). “Eğer biyolojik etmenlerin baskın rolü olmasaydı, böylesi bir kültürler arası benzerlik söz konusu olamazdı” (Eysenck, 1990, s.246). Diyerek açıklamıştır Eysenck; “Kültürdeki, eğitimdeki ve çevredeki büyük farklılıklar, farklı kişilik boyutlarının ortaya çıkmasını sağlar”(Eysenck, 1990, s.246) der.

Son olarak Eysenck kalıtımın, kişinin bu üç kişilik boyutunun her birindeki düzeyini belirlemede önemli bir etkisi olduğunu gösteren araştırma sonuçlarının altını çizmiştir. Bu araştırmalar, her birimizin içe dönük ya da dışa dönük olma eğilimimizin kalıtımsal olduğuna dönük güçlü bulgular ortaya koymaktadır (Eysenck, 1990 s.246).

27 Literatürden elde edilen kanıtları inceleyerek ve kendi düşüncelerini de kattıktan sonra Eysenck, bireyler arasında kişilik gelişimindeki farkın üçte ikisinin biyolojik etmenlere bağlanabileceğini iddia etmektedir (Eysenck, 1990 s.247). Bugünkü bilgimiz böyle kesin bir iddiada bulunmamıza izin vermemektedir. Fakat süregiden araştırmalardan elde dilen veriler, dışa dönük ve içe dönüklerin bazı biyolojik ölçümlerinin farklı olduğunu göstermektedir (Conley, 1985, s. 1266–1282).

Mizaç ve Kişilik

Araştırmacılar tarafından ortaya konan kişilik özelliklerinin sayısı neredeyse sınırsız olsa bile insan mizacının yer aldığı boyutların sayısı nazaran azdır. Bu durumu, mizaç araştırmacılarının, kişinin hangi tepkiyi gösterdiğinden ziyade nasıl tepki gösterdiğiyle ilgilenmeleri ile açıklayabiliriz. Mizaç, belirgin kişilik özelliklerinden ziyade geniş kişilik eğilimlerini yansıtmaktadır. Genel davranış eğilimlerinin nasıl belirginleştiği ise bu eğilimlerin, kişinin yetişkinliğinde çevresiyle girdiği etkileşime bağlıdır. Mizaçtaki kişiye özgü nüanslar çoğu zaman doğumdan sonraki ilk yılda gözlenebilmektedir ve bu bireyin hayatının sonuna kadar aynı kalmaktadır (Buss, 2014, s. 141).

Araştırmacılar mizacın, yeni doğan bebeklerde görülebilen genel davranış kalıpları olduğunu kabul etse de, gözlemledikleri farklı mizaç çeşitlerini nasıl belirleyecekleri ve sınıflandıracakları konusunda görüş birliği sağlayamamışlardır.

Bunun yanı sıra araştırmacılar temel mizaç sayısı hakkında da farklı görüşler öne sürmektedirler. Çocuklara ve yetişkinlere uygulanabilen genel kabul görmüş bir mizaç modeline göre, üç mizaç boyutu vardır. Bunlar, duygusallık, etkinlik ve sosyalliktir. Bu modeldeki duygusallık, duygusal tepkilerin yoğunluğunu ifade eder. Çok sık ağlayan ve korkan, öfkelenen çocukların duygusallık boyutu yüksektir. Buna bağlı olarak Morali

28 çabuk bozulan ve sinirlenen yetişkinler de genel duygusallık boyutu yüksektir. Etkinlik ise, kişinin genel enerji düzeyini açıklamak için kullanılmaktadır. Bu boyutu yüksek olan çocuklar hep hareket hakindedir ve hareketli oyunları tercih eder, bir süre oturmaları istendiğinde hemen kıpırdanmaya ve huzursuzlaşmaya başlarlar. Etkinlik boyutu yüksek olan yetişkinler ise hep ayaktadır, boş zamanlarında dahi hareketli şeylerle ilgilenirler, zamanlarının çoğunda hep bir şeylerle meşguldürler. Sosyallik ise, kişinin başkalarıyla yakınlık kurma ve etkileşime girme eğilimi ile ilgilidir. Sosyallik boyutu yüksek çocuklar birlikte oynayacak arkadaş arar, insanlardan hoşlanır ve onlara anında yanıt verirler. Bu boyutu yüksek olan yetişkinler ise de çok sayıda arkadaşı vardır ve onlarla birlikte zaman geçirmekten hoşlanmaktadırlar (Caspi, 2000, s. 158-172).

Mizaç, yetişkin kişiliğini ve davranışım belirleyen tek şey olmasa da bu alanda yapılan araştırmalar huylarımızın, kişilik gelişiminde önemli bir rol oynadığını gözlemlemekteyiz (Burger, 2017, s. 356). Alan da yapılmış araştırmaların ışında mizacın genel eğilimleri belirdiğinin altının çizilmesi gerekir.

Evrimsel Kişilik Psikolojisi

Evrimsel kişilik teorisi hakkında çalışmaları derleyen Burger konuyu hikayeleştirerek şöyle aktarmaktadır;

“Bir an durup kaygı duyduğunuz bir deneyiminizi hatırlayın. Yani son zamanlarda kendinizi gergin ve kaygılı hissetmenize ya da canınızın sıkılmasına yol açan olaylar nelerdi? Bir deprem ya da fiziksel bir saldırı gibi kişinin sağlığını doğrudan tehdit eden olaylar kaygı yaratsa da, bu tip olaylar ender yaşandığı için muhtemelen listenizde yer almayacaktır. Eğer siz de ortalama bir

29 insansanız büyük olasılıkla aldığınız düşük bir notu, kalabalık önünde yaptığınız bir konuşmayı, bir partide yaptığınız bir saçmalığı ya da arkadaşınızla yaptığınız bir kavgayı hatırlamışsınızdır. Diğer bir deyişle en azından diğer insanlar tarafından yapılmış olumsuz bir değerlendirme ya da bir tür reddedilme içeren bir olayı hatırlamışsınızdır. Listenizdeki diğer olaylar, bir ödev vermeyi ya da bir sabah parfüm kullanmayı unutmanız gibi toplumsal bir reddedilme olasılığı doğuran olaylardır. Bu basit zihin jimnastiğinin gösterdiği şey, doğrudan ya da dolaylı olsun, başka insanlar tarafından olumsuz bir şekilde değerlendirilme olasılığının genel bir kaygı kaynağı olmasıdır.

Peki durum neden böyledir? Bu öğrenilmiş bir davranış mıdır? Başka insanların bizi cezalandırmasından ya da istediğimiz bir şeyi bize vermemesinden mi korkarız? Bu da bir olasılıktır. Belki de bu kaygının altında yatan bir psikanalitik temel vardır. Derinlerde bir yerde anne babamızdan ayrılmanın sarsıntısını mı hatırlarız? Belki de. Ancak başka bir açıklamaya göre, bu kaygının kaynağı bundan çok daha gerilere dayanır. Bu yaklaşıma göre olumsuz toplumsal değerlendirilmeye atalarımızın gösterdiği tepkinin aynısını veririz. Bazı durumlarda gergin ve sinirli olma eğilimimiz kalıtım yoluyla bize atalarımızdan, geçmiştir; çünkü bu kaygı insanoğlunun yüzyıllar boyunca hayatta kalmasına yardımcı olmak gibi önemli bir işlevi yerine getirmiştir. Bu farklı yaklaşım evrimsel kişilik kuramı olarak bilinir (Buss, 1991, 1995, 1997;

Buss, Haselton, Shackelford, Bleske, Wa- kefield, 1998).” (Aktaran: Burger, 2017, s. 362-363).

Evrimsel kişilik kuramını savunanlar, kaygı gibi evrensel insan özelliklerini açıklamak için evrim kuramında yer alan ‘doğal ayıklanma’ sürecini kullanmaktadırlar.

30 Bu araştırmacılar ‘insan doğasının’ özelliğini anlayabilmek için, yerine getirdiği evrimsel işlevi anlamamız gerektiğini iddia etmektedirler (Burger, 2017, s. 363) .

Doğal Ayıklanma ve Psikolojik Mekanizmalar

Evrimsel kişilik psikolojisi, yüzyıldan uzun bir süre önce biyoloji alanında ortaya konulmuş olan evrim kuramına dayanmaktadır. Evrim kuramının biyolojik ve psikolojik bağlantısını Buss şöyle aktarmaktadır;

“Evrim kuramına göre, türlerin içinde yaşadıkları çevrenin zorluklarına karşı gelmelerine ve türlerinin devamını sağlamalarına yardımcı olan fiziksel özellikler evrim gösterir. Bu süreçte anahtar rolü doğal ayıklanma oynar. Yani türlerin bazı üyeleri, kalıtım yoluyla geçmiş ve kendilerini aşırı iklim koşulları, avcı hayvanlar, kıtlık gibi doğal çevreden gelecek tehditlere karşı korumalarını sağlayacak bazı özelliklere sahiptir. Bu kişilerin çevre koşullarıyla başa çıkamayan kişilere göre üreme ve genlerini kalıtım yoluyla kendi çocuklarına aktarma olasılığı daha yüksektir. Nesiller boyu sürmüş bu evrim sürecinin sonucunda ortaya, türlere özgü bazı özellikler çıkmıştır. Hayatta kalmalarını sağlayacak özellikler geliştirebilen türler gelişir, bunu yapamayanların ise soyu tükenir. Pek çok durumda fiziksel özellikler, türlerin hayatta kalma mücadelesinde bir işlev taşıdığı için evrilir. Örneğin, insanlarda hastalık sorunu, bağışıklık sisteminin evrilmesiyle çözülmüştür. Bir yerimiz kesildiğinde ya da yaralandığımızda kanamadan dolayı hayatımızı kaybetmememiz için de kanın pıhtılaşması özelliği evrilmiştir. Bu özellikler onlara gereksinim duyduğumuz için ortaya çıkmış değildirler; evrim kuramına göre, bu değişiklikler türlerimizin yaşam mücadelesinde daha iyi olmalarını sağladığı için bugüne kadar gelmişlerdir.” (Buss, 2014, s. 11).

31 Evrimsel kişilik teorisine göre doğal ayıklanma süreci bireylerde bir takım fiziksel özelliklerin belirmesini sağladığı gibi, bir takım psikolojik işleyişlerin belirmesinden de mesuldür. Bu psikolojik mekanizmalar, insanlığın ortak sorunları ya da gereksinimleriyle etkili bir şekilde başa çıkmamızı sağlayan insani işlevleridir. Doğal ayıklanma süreciyle hayatta kalma ve türümüzü sürdürme şansımızı arttıran mekanizmalar kalmış, böyle bir işleve sahip olmayanlar ise ortadan kaybolmuştur (Kurt ve Yıldız, 2017, s. 556).

Araştırmacılar çok sayıda mekanizma saplamıştır. Örneğin insanların çoğu yabancılara karşı içten gelen bir korku duymaktadır. Evrimsel kişilik araştırmacıları bu korkunun gruba ya da kabileye ait olmayan kişilerden gelecek olası bir saldırı sorununu çözmek için evrildiğini iddia etmektedirler. Bunun yanında öfke de atalarımıza egemenliklerini kabul ettirmek ve düşmanlarını alt etmek gibi davranışlarda yardımcı olmuştur. Kısacası öfkenin ortak insan özelliği olması mantık çerçevesinde kabul görebilir. Bazı araştırmacılar insanların gruba ait olma ve bağlılık geliştirme gibi içten gelen bir gereksinime sahip olduğunu iddia etmektedirler. Birlikte yaşayan türlerin birlikte yaşamayan türlere göre yaşamlarını sürdürme olasılıklarının daha yüksek olduğunu iddia edilebilir. Evrimsel kişilik teorisi, hayatta kalma işlevi ve bazı insani özellikleri kolaylıkla açıklayabilse de diğer psikolojik mekanizmaları bu kadar kolay anlaşılamayabilir (Buss, 2014, s. 16).

Beyin Etkinliğini Ölçmek

İnsanın, elektroensefalogram (EEG) adı verilen bir araç kullanılarak beynin değişik bölümlerindeki elektrik etkinliği ölçülür. Bu ölçüm yöntemi kişilik araştırmacıları için oldukça yararlı olmuştur. Bu ölçüm sürecinde belirlenen bir dalga türü olan alfa dalgası özellikle kişilik ve duygular üzerine yapılan araştırmalarda

32 kullanılmıştır. Düşük alfa dalgası etkinliği, beynin o bölgesinde yüksek etkinlik olduğunu göstermektedir. Özellikle beyin yarıkürelerinin ön bölgelerindeki alfa dalgalarının düzeyi üzerine yapılan araştırmalar da bireysel duygu farklılıklarını anlamakta çok faydalı olmuştur. Araştırmacılar, kişinin sağ beyin yarıküresinin ön kısmının, aynı kişinin sol beyin yarıküresinin ön kısmına göre farklı bir etkinlik düzeyi gösterdiğini gözlemlemişlerdir. Bu duruma araştırmacılar beyin asimetrisi adını vermiştir (Davidson, 1991, s. 87-112).

Bu konuda yapılan araştırmalar da beyin asimetrisindeki farklı kalıpların, duygusal deneyimdeki farklılıklarla ilişkili olduğunu göstermektedir. Kısacası, beynin sol yarıküredeki yüksek hareketlilik olumlu duygu durumunun, sağ yarıküredeki yüksek hareketlilik ise olumsuz duygu durumunun göstergesidir. Bu farklılık, araştırmacıların öznelere duygu uyandırıcı filmler gösterirken bir yandan sağ ve sol beyin yarıkürelerinin EEG ölçümlerini aldığı bir deneyde ortaya çıkmıştır. Öznelerin, yüzünde mutluluk ifadesi oluştuğunda sol yarıkürelerindeki hareketlilik düzeyinin de arttığı, tiksinti duygusu yaşarken, sağ yarıkürelerinde daha çok hareketlilik olduğu gözlemlenmiştir (Davidson, 1991, s. 87-112).

Yukarıda bahsedilen sonuçlara benzer durum bir yaşından küçük çocuklarda da gözlenmiştir.

“Örneğin 10 aylık bebeklerin kullanıldığı bir araştırmada gülümseme, sol yarıküredeki etkinlikle, ağlama ise sağ yarıküredeki etkinlikle ilişkilendirilmiştir (Fox, Davidson, 1988). Başka deneylerde de, anneleri kucaklarına almak üzere uzandığında (Fox, Davidson, 1987), kahkaha sesi duyduklarında (Davidson, Fox 1982) ve tatlı bir şey yediklerinde (Fox, Davidson, 1986), çocukların sol yarıküredeki etkinlik düzeyi artmıştır. Bütün durumlarda olumlu duygular yaşayan çocukların sol yarıküre hareketliliğinin sağ yarıküreye göre daha fazla

33 olduğu gözlemlenmiştir. Bu çocuklar henüz bir yaşına bile ulaşmamış olduğu için, araştırmacılar beyin asimetrisi ve duygu arasındaki ilişkinin öğrenilmiş olmaktan çok, doğuştan gelen bir şey olduğunu savunur.” (Burger, 2017, s. 373).

Bu bulguları araştırmacılar olumlu ve olumsuz duygu durumu eşikleriyle açıklar.

Sağ yarıküre etkinliği yüksek olan bireylerin korku ya da üzüntü yaşaması için, çok şiddetli bir olumsuz olay yaşaması gerekmemektedir. Küçük bir düş kırıklığı ya da bir konuşmadaki kaba bir söz bu tarz bireylerin olumsuz duygu durumu eşiğini geçmelerini sağlayabilir. Etkinlik düzeyi aynı olmayan bireylerde olumsuz bir duygu uyandırmak için ise daha ciddi bir olumsuzluk gerekmektedir. Buna mukabil, sol yarıküre etkinliği yüksek bireylerin mutlu olması için sıradan bir olumlu olay yaşaması yeterlidir (Burger, 2017, s. 372).

Kısacası, alanda derinlemesine yapılan araştırmaların sonuçlarına göre, sağ ve sol ön yarıkürelerimizdeki etkinlik düzeylerimiz gibi fizyolojik farklılıklar, yaşamda karşılaştığımız olaylara vereceğimiz duygusal tepkileri etkileyebilmektedir.

Kişilik kuramlarından olan biyolojik yaklaşımın önemli noktalarından biri, kişilik çalışmaları ve biyoloji arasında bir köprü kurmasıdır. Tarihsel süreç içerisinde kişilik araştırmacıları, insan davranışının biyolojik kökenini pek önemsememiştir. Fakat evrimsel bir tarihin ve bireysel genetik yapımızın bir ürünü olduğu gerçeğini artık kabul etmek gerekir. Ama bu biyolojik etkinin ne kadar olduğu hala üzerinde çalışılan alandır.