• Sonuç bulunamadı

Dünya Savaşı Sonrası Dönem ve Kalkınma Sorunu

Raporun V ve VI kitaplarının yer aldığı üçüncü cildin XIV. bölümü “İdare”

II. Dünya Savaşı Sonrası Dönem ve Kalkınma Sorunu

II. dünya savaşı sonrası dönemde ortaya çıkan en belirgin gelişmelerden biri 1929 krizinden sonra kapitalizmin içine girdiği derin ve yaygın bunalımdı.

Avrupa’da açık biçimde görülen savaşın yıkımının sarsıntıları dünyanın dört bir yanında hissedilirken özellikle sömürge ve yarı sömürge ülkelerde ciddi bir dalgalanma ortaya çıkmaya başlamış ve bu ülkeler özgürlüklerini ilan etmeye başlamışlardır. Kapitalizmin bunalımı savaşın maddi hasarları ve insan kayıpları ile sınırlı değildi sadece aynı zamanda üretici güçlerdeki yıkımın, alt yapıdaki tahribatın, kentlerin harabeye dönmesinin yanında kapitalizmin yeni bir paylaşım savaşı başlıyordu(Gerger, 1999:24-25). Uluslar arası sermaye açısından ortaya çıkan bu tabloya karşı Atlantik’in ötesinde yeni bir güç yükselmekte idi. Kısmen de olsa büyük yıkımdan fazla etkilenmemiş olan Amerika Birleşik Devletleri yeni bir güç olarak dünya sahnesine çıkarken aslında dünyada yeni bir düzen başlamakta idi. Bu düzenin temel aracı Truman doktrini olurken ABD Marshall yardımları ile elini çekmemek üzere Ortadoğu’ya ve Avrupa’ya sokuyordu.

II. dünya savaşı sonrası dönemde dikkat çeken bir gelişme de kapitalist sisteminin ve sermayenin uluslar arasılaştırılmasıdır. Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki sanayi sermayesinin az gelişmiş ülkelerdeki yerli sermaye ile birlikte ortak yatırımlara girişmesi yeni bir iş bölümü olarak nitelendirilmiştir. Türkiyede bu sürece

eklemlenmek yolunda önemli birçok adımlar atarken yapılan askeri ve ekonomik anlaşmalara bağlı olarak ülke üzerinde ABD etkisinin arttığı görülmektedir. Savaş sırasında yaşanan ekonomik bunalımla çöken ekonomik sistem savaştan sonra yeniden düzenlenirken Türkiye’de bu sisteme eklemlenme yolunda uluslar arası sistem ve ABD önderliğindeki yapılanma aşamalarına paralel bir düzenleme içine girdiği görülmektedir. Bu dönemde gelişmiş kapitalist ülkeler için en önemli sorun uluslar arası meta ve sermaye dolaşımının yeniden canlandırılması ve sürekliliğini sağlayacak yeni bir sistemin kurulması sorunudur. Bu amaçla 1944 yılında Bretton Woods anlaşması ile kurulan Uluslar arası Para Fonu(IMF) ve Dünya Bankası(IBRD) kurulmuştur. Gülalp bu kurumları uluslar arası kapitalizmin işleyişini denetleyen birer üst organ, uluslararası kapitalizmin kollektif beyni olarak niteleyerek önemine işaret etmektedir.

Savaş sonrası dönemde ABD ekonomik bakımdan güçlenmiş olarak çıkarken 1937 de kapitalist dünyanın toplam ithalatının % 14.2’ni yapan bu ülke 1947 yılında ise bu oranı %32 ye çıkarmıştı. Amerikan ordusu da savaş öncesinde dünyanın en büyük on yedinci ordusu iken savaş sonrası dönemde dünyanın en büyük ordusu olmuştu. Bu yeni gücün yeni görevleri ve misyonları vardı. Bu misyonun başında ise yaşlı kıtanın ayağa kaldırılması ve imar edilmesi gerekmekteydi. Bu durum aslında

“yeni bir dünya düzenine” işaret etmekteydi. ABD’nin elinde durmadan artan üretim kapasitesi ve sermaye birikimi bu yeni güce yer yüzündeki bütün kapıların açılması ve yeni yapıların ortaya çıkması gerekmekteydi. Bu dönemde benimsenen açık kapı politikası ile yeni bir restorasyon süreci başlarken bağımsızlığını kazanan yeni devletlerin modern idare cihazlarına sahip olmaları gerekmekteydi. Açık kapı politikası ile sermayenin önündeki engellerin ortadan kaldırılmasını ve serbest

dolaşımını öngörürken aynı zamanda pazarın güvence altına alınması, üretimden dağıtıma dek dolaşım ağının açık tutulması, piyasaya dayalı iç düzenlemelerin yapılması, liberal kapitalizmin teşvik edilmesi savaş sonrası Amerikan politikalarının genel ilke ve amaçlarını oluşturmaktaydı.

Savaş sırasında uluslar arası ilişkiler alanında yürütülen denge politikasını savaş sonrasında değiştirmek durumunda kalan Türkiye, savaş sonrası dönemde yalnızlaşama politikası ile karşı karşıya kalmıştır. Türkiye bir yandan Sovyet tehdidini ensesinde hissederken diğer yandan yükselen güç ABD ile daha sıkı ilişkiler kurmanın yollarını aramaktadır. Ülke içinde ise savaş sırasında yürütülen politikalar nedeniyle durum pek parlak gitmemekte toplumsal muhalefet sesini duyurmaya çalışmaktadır. Savaş yıllarında artan hayat pahalılığı toplum kesimlerini hoşnutsuz ederken ekonominin içinde bulunduğu kriz durumu işsizliğin artmasına ve yokluk ve karaborsanın hızla yayılmasına neden olmuştu. Yoksullaşma, yoksunluk ve karaborsa, işçileri, memurları, serbest meslek sahiplerini ve esnafı son derece olumsuz etkiliyordu. Savaş döneminde kişi başına düşen milli gelir neredeyse % 25 oranında düşmüştü. Bu yoksullaşma kırdan kente göçü hızlandırmakta ve kentlerin etrafında göçle gelen gecekondu bölgelerini oluşturmaktaydı(Yerasimos, 1989:165).

Ekonomik kriz siyasal baskılarla birleşerek gündelik yaşamı olumsuz yönde etkilerken savaş döneminde palazlanan yeni sermaye sınıfı egemenliği ele geçirme mücadelesi vermeye başlamıştı.

1940’ların Türkiye’si geniş bir prekapitalist sektör ile ticari niteliği ağır basan kapitalist sektörün yan-yana bulunduğu bir sosyo-ekonomik yapıya sahiptir. Modern anlamıyla bir sanayi burjuvazisi gelişmemiştir ve iktisadi hayata bankalar-ticaret burjuvazisi- büyük toprak sahipleri hakimdir. Savaş döneminde yükselen yeni

sermaye sınıfı ve özellikle spekülatif kazançları artan ticaret burjuvazisi ile Türkiye yeni bir toplumsal denge noktasına doğru ilerlemekteydi.

Savaş sonrası dönemde uluslar arası konjonktürün iç gelişmelerle örtüştüğü ve kısmen benzerlikler gösterdiği bilinmektedir. Savaşın sonunda özel girişimin önündeki engeller bizzat ABD tarafından kaldırılmak istenirken Türkiye’de savaş döneminde zenginleşen bir takım grupların yönetimde daha fazla söz hakkı almak istemektedirler. Türkiye’nin yaşadığı yoksulluk ve ekonomik kriz ülkeyi tek partinin yönetmesini zorlaştırırken yine ABD’nin dış politika doktrini sayesinde iktidar acil biçimde çok partili yaşama geçiş kararı almakta ve uluslar arası arenadan dışlanmak istememektedir.

1945 sonrası süreçte yaşanan gelişmeleri uluslar arası sistemde meydana gelen gelişmelerden daha çok ülke dinamikleri ile açıklamak isteyen bir kısım görüşler de bulunmaktadır. İkinci dünya savaşı yıllarında hızla özel sektörün elinde toplanan sermaye artık belli bir potansiyele erişmiştir. Bunun sonucunda sermaye kesimi 1930’lı yıllarda uygulamaya konulan devletçiliği bütün engellerinden sıyrılmak ve tüm ekonomiyi özel girişimin kontrolüne almak istemekteydi. 1948 Kasımında İstanbul’da toplanan iktisat kongresinde devletin ekonomi alanında öncülüğünü tamamladığı ve artık sadece eğitim, haberleşme, milli savunma, araştırma, denetim gibi temel kamu hizmetlerini yerine getirmesi ekonominin bundan böyle özel kişilerce yönetilmesinin zorunlu ve kaçınılmaz olduğu öne sürülmüştür.

Diğer taraftan giderek gelişen özel sermaye savaş sonrası dönemle birlikte yabancı sermaye ile eklemlenmeye gittiği görülmektedir. 1947 yılında “Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu” çıkarılmıştır. 1947 yılı sonrası yıllarda artık kalkınmanın stratejisi, ekonominin yönetimi ve yönü büyük ölçüde Thorburg, ICA, IBRD raporları gibi

yabancı sermaye ve özel girişime her türlü kolaylığı ve önceliği sağlayan ABD’deki eğilimlerin temsilcisi fikirlere göre tayin edilmeye başlamıştır(Şaylan, 1974:80).

1923-1950 yılları arasında uygulanan devletçilik politikalarına bağlı olarak burjuva sınıfı özellikle savaş yıllarında gelişmiş ve yabancı sermaye ile bütünleşme yoluna gitmeye başlamıştır. Bu bütünleşme önceleri acentelik almak şeklinde olmuşsa da bir müddet sonra ortak yatırımlara gidilmeye başlanmıştır.

Bu raporlarda özellikle ekonomik hayatta devletçilik uygulamalarına kesinlikle son vererek özel girişime öncelik vermek ve pazar ve fiyat mekanizmalarını esas yön verici olarak kabul etmek, ağır sanayi alanlarındaki yatırımlara son verilerek ekonominin dengeli büyümesini hedeflemek ve kalkınmaya tarımdan başlamak, iç pazarı genişletmek için kırsal nüfusun hayat standardını yükseltmek bağlamında başta karayolları ağı ile ulaşım olanaklarını geliştirmek olarak sıralayabiliriz.

Şaylan sosyal yapıda meydana gelen bu gelişmelerin siyasal sistem üzerinde de etkisini gösterdiğini belirterek siyasal sistemi de sosyal yapıdaki değişime uygun bir pozisyon almaya zorladığını ve sosyal değişime uyumlu hale gelme yolunda bir dönüşüm geçirdiğini belirtmektedir. Bu saptamayı yaparken yaşanan değişimin ülkenin iç dinamikleri ile gerçekleştiği gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır ki bu çok doğru bir çıkarsama olmasa gerektir. Kendisinin de çalışmasının önceki bölümlerde ifade ettiği gibi 1945 sonrası dönemde özellikle ABD’nin etkileri ve baskıları sonucu, Türkiye bu dönüşümü ucu dışarıda olan bir manivela ile gerçekleştirmiştir.

Şaylan burada Marshall yardımına eklemlenme sürecinde yaşanan uluslar arası gelişmelere pek değinmemektedir. Halbuki yaşananlara baktığımızda görmekteyiz ki Türkiye’de yaşanan gelişmelerin yönünün dünyadaki gelişmelerle paralel bir seyir

izlediği görülmektedir. Dünyadaki gelişmelere bir uyumun sonucu olarak ortaya çıkan çok partili hayat geçiş ve buna bağlı olarak içerde liberal kapitalizme geçişi hızlandıracak yeni ekonomik ve idari politikaların tespiti ile dış politikada ağırlığı gittikçe hissedilen ABD egemenliğine bir yöneliş görünmekteydi.

Gelinen noktada, CHP ve hükümet yıpranmış, düzenin bekası için acil bir çıkış yoluna ihtiyaç duyulmaktadır; uluslar arası gelişmeler ve ABD hegemonyası Türkiye’nin ortaya çıkan yeni düzene uygun bir siyaset ve dış politika izlemesini mecbur hale getirmektedir. İçerde ise yeni ortaya çıkan ekonomik tablo ve sınıfsal dengeler çok partili hayata geçilmeyi ve bir reform programı uygulanmasını zorunlu kılmaktadır(Gerger, 1999:39). Burada bir saptama yapmak gerekirse, farklı kişiler tarafından çeşitli şekillerde yorumlanan bu dönemin uzlaşmacı bir yorumla; ülkenin yaşadığı değişim ve dönüşümün içerdeki gelişmeler kadar belki de daha fazla uluslar arası alanda meydana gelen gelişmelerin etkisinde olduğu ve reform sürecinin bu bağlamda yürüdüğü söylenebilir.

Bu noktada tam da Güler tarafından dile getirilen “1870-1930 klasik sömürgecilik dönemi, 1930-1970 yeni sömürgecilik, 1970 sonrası dönemde ortaya çıkan küresel sömürgecilik” dönemlendirmesi konumuz bakımından önemli bir açıklama gücüne sahip olduğu görülmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde bağımsız devletlerin sayısı hızla artarken yeni dönemin egemen gücü ABD ile az gelişmiş ülkeler arasında “dış yardım”, doğrudan yabancı yatırım”, istikraz ve kredi”,

“karma ortaklıklar” şeklinde ortaya çıkarken bu durumun somut göstergesi Truman Doktrini ve Marshall Planı olmuştur.

Klasik sömürgecilik dönemi yapısı gereği uluslar arası ekonomik düzenleyici kuruluşlara gerek duymazken, savaş sonrası dönem ülkeler arası ilişkilerin ikili

ilişkilerle sınırlandırılamayacak özelliği nedeniyle uluslar arası kuruluşların kurulması ve işlevselleştiği bir dönem olmuştur. Sayıları giderek çoğalan bağımsız devletlerin ve bunlar arasındaki ilişkilerin yönlendirilmesi, Birleşmiş Milletler kurumunda somutlaşmıştır. Birleşmiş Milletler sistemi içinde kurulan UNESCO, FAO gibi özel uzmanlık kuruluşlarının yanı sıra 1945’te kurularak faaliyete geçen IMF ve IBRD gibi özerk kurumlar dünya sisteminde önemli görevler ve misyonlar üstlenmişlerdir(Güler, 1996:15). Yardım programları içerisinde bir alt kategoriyi oluşturan “idarenin modernizasyonu” uluslar arası kuruluşların temel faaliyet alanlarından biri olmuştur. Özellikle az gelişmiş ülke idarelerinin reforma tabi tutulması daha fazla öne çıkarken el kitaplarının hazırlanmasından başlayarak amme kürsülerinin kurulmasına uzanan geniş bir faaliyetler dizisi gerçekleşmiştir.

Uzman ve profesörlerden oluşan ekipler az gelişmiş ülkelere kurucu-danışman olarak gelirken ayrıca bu ülkelerden bir kısım öğrenciler de yurt dışına gönderilmiştir. Bu gelişmelerin yanın da başta Latin Amerika bölgesine hizmet etmek üzere 1951 yılında Rio de Jenario’da kurulan Latin Amerika Amme İdaresi Enstitüsü, 1952 yılında Orta Doğu Bölgesine hizmet etmek üzere Ankara’da Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü, Orta Amerika bölgesine hizmet etmek üzere Kosta Rika’da ve aynı yıl Mısır’da Amme İdaresi Enstitüleri kurulurken, 1954 yılında bu defa Hindistan’da kurulmuştur. BM’nin bu seferberliği “iktisadi kalkınma programları ve idari teşkilatların modernizasyonu” projeleri ile hayata geçirilmiştir.

Bunların en bilineni Türkiye’de de bir çok projenin hayata geçirilmesini sağlayan Agency for International Development (AID) dir.