• Sonuç bulunamadı

BİRİNCİ BÖLÜM 1.KİTLE İLETİŞİM ARAÇLARI VE TELEVİZYON

2.2. Dünyada Feminizm

2.3.2. Cumhuriyet Döneminden Bugüne Kadın

Osmanlı Devletinin son yıllarında kadınların konumunda meydana gelen değişiklikler, Cumhuriyetin kurulması ile siyasi, hukuki ve sosyal açıdan yeni kazanımlar elde etmeleriyle devam etmiştir. Ancak bu sorunların sihirli bir değnek değmişcesine çözüldüğü anlamına gelmemelidir. Sorunlar bugün de tam anlamıyla çözülmemiştir.

Cumhuriyetin ilanı ile birlikte hayata geçirilmeye çalışılan modernleşme projesinde başat aktör kadındır. Kadın merkeze alınarak yapılan çalışmalarda yeni kadın imgesini yani Kemalist kadın tipini hazırlayan kişilerin başında Halide Edip gelmektedir. Onun ulusçuluğun etkisinde yazdığı romanlarında, kadın kahramanlar, Osmanlı konak kadınlarından uzak halka yakın ve yurt ülküsü için çırpınırken; öğretmenlik, hastabakıcılık yapmakta, ağırbaşlı, çalışkan, çocuklara ve bütün memlekete faydalıdırlar. Bu kadınlarda cinsiyeti hatırlatan bir şey yoktur. Hatta kadın güzel de değildir. Ancak güçlüdür, ulusu ve halkı için çalışmaktadır. İşte bu halka yakınlaşan sade, süsten arınmış, neredeyse kadınlığını unutturmayı başarmış ülkü sahibi faziletli kadınlar, Cumhuriyet kadınlarının habercisidirler (Göle, 1994: 46-47).

Bu şekilde, önce alt yapısı hazırlanan sürecin sonunda, yapılan reformlarla - cumhuriyet döneminde-, kadınların kamusal katılımının önü açılmıştır. Kadın tarihinde köklü yapısal değişikliklerin yaşandığı bu dönemin gelişmeleri şöyle özetlenebilir:

1926 yılında dinsel kanunlar külliyatı olan “şeriye”den medeni hukuka; çok evlilikten tek eşliliğe; boşanma, mülkiyet, çocukların yönetimi konularında eşit olmayan hukuki haklardan eşit hukuki muameleye; kılık kıyafet alanındaki serbestiyete ve siyasi katılımsızlıktan 1930’da yerel seçimlerde,1935’te de genel seçimlerde olmak üzere tam seçme hakkına geçilmesi gibi hukuki reformlar söz konusudur. Bu reformlar, kadınların, kanun karşısında cinsiyet olarak ayrı tutulup eşit olmayan muamelelere maruz bırakılmalarının sona erdirilmesi yönünde atılan adımların en önemli göstergeleridir (Kağıtçıbaşı, 1990: 103).

Kadınlar açısından en önemli değişiklik “Medeni Kanun”un getirilmesiydi. Kanun daha sonra çok eleştirilip tekrar değişiklik yapılmasına rağmen dönemin şartları bağlamında düşünüldüğünde devrim niteliği taşımaktadır. Medeni kanunda koca ailenin reisi ve resmi temsilcisidir, karı kocanın nerede oturacağına karar vermek, erkeğin iradesine bağlıdır ve kadın kocasının soyadını alır şeklindeki ibarelere rağmen kadınlar açısından önemli gelişmeler olarak görülmektedir.

Kadınların kamusal alanda görünürlükleri Tanzimat’tan başlamış ve 1927 yılından itibaren meslek dağılımında kadınların varlıkları hissedilir derecede artmıştır. Cumhuriyet Türkiye’sinde kadınların en çok rağbet ettikleri meslek, öğretmenlik olmuştur. Kadınların ilk önceleri belirli iş alanlarında çalışmalarına imkan tanınırken, daha sonra onların fabrika, devlet sektörü, serbest meslek ve ilgili iş kollarında

çalışmalarının önü açılmıştır. (Çitçi, 1982: 86) Bu bağlamda kadınlara verdiği değeri sık sık yaptığı konuşmalarda dile getiren Atatürk’ün bu değişimde önemli rolü olduğu vurgulanmalıdır (Doğramacı, 1992: 79).

Cumhuriyetin kurulmasını takriben hızlanan modernleşme çabalarında Türk kadınları modern hayatta istedikleri yeri alamadılar. Çünkü bu yıllardan itibaren kadınlar kamusal alandan yararlanmakla birlikte bunların sayısının toplam nüfus içinde oldukça sınırlı olduğu aşikardır. Gerekli bilince sahip olmayan kadınlar, sahip olmaları gereken hakların da farkında değillerdir.

Kandiyoti, bu durumu kadınların cumhuriyetle birlikte kurtuluşa erdiklerini ancak özgürleşemediklerini çünkü Türk toplumunda geleneksel değerlerin ve alışkanlıkların dönüştürülemediğini, kadınların bilinçaltlarında ve kültürlerinde gelenekselliğin hakim olduğu böylelikle modern değerlerle özgürleşemeyen kadınların üzerinde patriyarkal kurumların denetiminin sürdüğü şeklinde açıklar (Çaha, 1996: 127). Modernleşme, Türk toplumunda tüm kurum ve kuruluşlarıyla etkin olma çabalarına rağmen modernleşmeyi benimsetme sürecinde, yapısal nedenlerden kaynaklanan sorunlar toplumun bu yeni döneme uzun süre direnmesine neden olmuştur.

Türk halkının farklı kültürel gruplara dahil olması da bu durumu tetiklemektedir. Çünkü farklı grupların farklı kültürel kodlara sahip olması değişimin önünde bir engel oluşturabilmektedir. Tekeli toplumdaki farklı kültür gruplarını üçe ayırarak şöyle ifade eder:

Bunların ilki geleneksel veya feodal değerlerin kalıntılarını muhafaza eden ve tarımsal alanda yoğunlaşan kırsal kültür grubudur. Bu grupta kadının toplumsal konumu çoğunlukla düşük seviyededir. Toplumsal değerler, sadece kadını değil bireyi de sıkı bir denetim altında tutar. Bu grup üzerinde ataerkilliğin büyük etkisi olduğunu söylemek yanlış olmaz.

İkinci grup büyük ölçüde sanayileşmiş, çağdaş batılı değerleri özümsemiş kentsel kültür grubudur. Yatay ve dikey hareketliliğin görüldüğü, rasyonalitenin yönlendirdiği bu grupta aile ve birey toplumsal çevre baskısından önemli ölçüde kurtulmuştur. Kadınlar daha fazla özgürleşmiş ve erkeklerle daha eşit olma yolunda epeyi mesafe katetmişlerdir.

Üçüncü ve son grup kısaca yukarıda bahsedilen iki grubun kesişme noktasında bulunan “yeni kentli” kültür grubudur. Kadın ve çocuklar kırsal kesimi aratmayacak

ölçüde katı bir aile ve toplum baskısı ile çevrelenmişlerdir. Bu bakımdan değer çatışmaları, çelişkiler sapmalar vs. en çok bu grup içerisinde görülür (Tekeli, 1990: 11). Bu bağlamda bu kültürel grupların özelliklerini ve ortaya çıkma süreçlerini biraz irdelemek yerinde olur.

Türkiye’de 1950’lerden itibaren yaşanan göç ve kentleşme olgusu hem toplumsal alanda hem de kadınların hayatında önemli değişiklikleri beraberinde getirmiştir. Tarımın makineleşmesi, buna bağlı olarak kırsal alanda işgücüne duyulan ihtiyacın azalması, toprağın miras yoluyla bölünmesi, göçü ve sonuçta da kentleşme sürecini getirmiştir.

Geleneksel kadının bu süreçte yaşadığı olumsuz etkilerden biri ekonomik hayatta tarımın makineleşmesine bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Tarımda el emeğinin değeri bitince kadın evine dönmüştür. Böylelikle kırsal alanda ekonomik hayattaki varlığı da tamamiyle olmasa bile eskiye kıyasla önemli ölçüde son bulmuştur. (Çaha, 1996: 129). Modern kadının ötekisi olan geleneksel kadın, öteki uçta hem cehalet, bağımlılık ve ezilmişliğin hem de çalışkanlık ve fedakârlığın sembolü olarak tanımlanır (Sancar, 2004: 11).

Türkiye’de kentleşme, Batıdaki modern kent ile karşılaştırıldığında çarpık bir karakter taşır. Çarpık kentleşme olgusu, kırsal alandaki olumsuzlukların göçle kentlerin kırsal alanına yani gecekondu semtlerine taşınması ve bu durum karşısında gerekli önlemlerin alınmamasının sonucunda şekillenmiştir. Türkiye’de çarpık kentleşmenin en önemli göstergesi, “gecekondu” olgusudur. Ortaya çıkışı 1945’lere uzanan gecekondulaşma, tarımda pazara yönelik üretime geçişin hızlandığı ve kentteki nüfusun hızla artmasına karşılık çok yavaş bir sanayileşmenin gerçekleştiği koşulların ürünüdür (Kıray, 1998: 90).

Modernleşme çabalarında kente göç sürecinde ortaya çıkan gecekondulu kadınlar, bu yeni süreçte uzun süre köylülükten vazgeçemeyen ama kentli kadın da olamayan, yeni yaşam tarzları, duyarlılıklar, üsluplar, alışkanlıklar, ve zevkler geliştirmişlerdir. Kısacası Türk kentlerinde geleneksel köylü ve modern kentli kategoriler arasındaki karşıtlık çerçevesinde yeni kültürel farklılık biçimleri oluşturmuşlardır (Özyeğin, 2005: 269). Kağıtçıbaşı gecekondulu kadınla ilgili görüşlerini şöyle özetler: Bu süreçte geleneksel değerlerini alıp kente gelen bu kadınlar karşılaştıkları ikilem sonucu (modernlik ile geleneksel değerler arasında) kimlik krizine girerler ve sonuçta kadınlar öz güvenlerini yitirerek, giderek mutsuzlaşırlar (Çaha,

1996: 128). Ancak bu durumda eğitim seviyesinin, yaşın, gelinen bölgenin de önemli ölçüde belirleyici rolü vardır.

Toplumun ekonomik ve toplumsal yapısı ve bunlara göre belirlenen eğitim sistemi kadınlara sınıflarına göre farklı imkanlar sunmaktadır. İlk önce en düşük eğitim düzeyinde yer alan ve ücretsiz aile işçisi olarak kırsal kesim kadını, ikinci olarak sanayi kesiminde düşük ücretle ve ikinci sınıf işçi olarak çalışan işçi kadın ve son olarak kamu alanında çalışan büyük kentlerin orta ve üst-orta sınıf kadınları vardır (Çitçi, 1982: 130). Eğitim ve öğretim imkanlarının farklı olması kadınların sosyal statülerinin de farklı olmasına neden olmaktadır. Elbette evdeki kadınla, ev dışında çalışma hayatının içinde olan kadın arasında farklılık olacaktır. Uygar ülkelerde bu farklılıkların azaltılması son derece önem taşırken Türkiye açısından (Göksel, 1993: 178-179) kadınların hepsi için ortak nokta kadın-erkek eşitliğinin gerçekleşmemiş olmasıdır. Bu yönüyle ülkemizde hangi sınıfta ve konumda olursa olsun kadınların yaşadıkları pek çok sorunları ortaktır (Çitçi, 1982: 130).

Bu ifadeler, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, gerek toplumsal yaşantı içinde kadının yeri gerekse hızla gerçekleştirilen sanayileşme ve kentleşme sürecinde kadının aldığı yeni statü ve hukuksal kazanımlar, adeta yakın Türkiye tarihinin canlı bir panoraması niteliğindedir. Toplumsal yapıyı belirleyen temel faktörler gittikçe iç içe girip karmaşık ve girift bir durum alırken, kadının statüsü de aynı süreci yaşamıştır. Böylelikle 1950’li yıllardan bu yana, Türkiye’ de ekonomik sektörlerde, eğitim alanında, kültürel yapılarda, dini kalıplarda, sosyal hayatta yaşanan hızlı değişim kadının konumunda da önemli değişikliklerin sebebi olmuştur.

Özkan, kadının 1950’lerden sonraki serüvenini şöyle özetliyor:

1950’lerde büyük bir göç dalgasıyla birlikte arabesk kültürü hayata geçmiş ve yeni bir kadın tiplemesi doğmuştur. 1960'larda öğrenci olayları nedeniyle, Batıdan da esinlenilen bohem kültürle birlikte kadınlar erkeğe benzeyerek, 1970'lerde ideolojik temsillerle birlikte yazılı basında devrimci sol kadın tiplemesi baskın olmuştur. 80'lerde ise liberal dönüşüm ve kamusal alanlardaki göreceli artışla beraber Papatyalar dönemi gelmiştir. Değişik kadın gruplarının varlığından dolayı 80'ler biraz daha çeşitlenmenin yaşandığı bir dönem; 90'lar ise kadının tam anlamıyla tüketimin nesnesi haline getirildiği bir dönemdir. Kadın olma bilinci, siyasi talepler bir tarafa itilmiş, dergiler gazeteler ve televizyonlar aracılığıyla kadına hedeflenmiş bir tüketim dönemi başlamıştır (Özkan, 2006).

Kadının aile aracılığı ile kimlik kazanmasında kapitalizmin yaygınlaşması da etkili olmuştur. 1980’lerden itibaren kadın ailenin toplumsal statüsü ile ilgili ek sorumluluklar aldıkça, ailenin yegane temsilcisi olan erkeğin sıfatını elinden almaya veya ona ortak bir görüntü sergilemeye başlamıştır. Hükümet tarafından aile ile ilgili alınan kararlarda artık kadın da muhatap alınmaya başlanmıştır. Ancak bu süreçte hala ailenin gerçek hakimiyetinin yasalarca erkeğe verilmiş olması önemli bir çelişkidir. Örneğin erkek aileye sahip çıkmadığı zaman soy belirsizliği ile çocuk yurttaş olma hakkına sahip olmadığı gibi nüfus kağıdı alamaz, okula gidemez ve hatta yasal olarak evlenemez. Bir başka deyişle kadının aile içinde sorumluluk alması erkeğin yetki delegasyonu ile olmaktadır (Özbay, 1990: 141-142).

Geleneksel bir kurum olan ailenin günümüzde hızla değiştiği ve toplumsal değişimin getirdiği yeniliklerden etkilendiği de bir gerçektir. Yeni gelişen değerler arasında bireyselleşme eğilimi bilhassa büyük kentlerde kendini hissettirirken, kadınların ve gençlerin bu yeni durumun sosyal aktörleri olduğu dikkati çekmektedir. Bu yenilik arayışları ve değişim sürecinde kadın ve erkek ilişkileri farklı bir boyuta doğru evrilmektedir. Evde erkeğin egemenliği ev işlerinde ise kadının sorumluluğu ön planda olmakla birlikte artık evin yükü sadece kadının sırtında olmasın hayat müşterektir, erkek de bu yükü paylaşsın görüşü günümüzde erkekler tarafından da eskisi gibi reddedilmemektedir. Kadınların sadece ev işleriyle uğraşmasını kamusal alanda, siyasette görülmesini istemeyen zihniyette de bir değişim söz konusudur (Tekeli, 1990: 17).

Ancak bu ifadelerin henüz tam anlamıyla uygulamaya geçmemiş tutum değişiklikleri olduğu ve daha çok kent kültüründe kabul gördüğü söylenebilir. Aksi halde bu durumun kadın-erkek ilişkilerini her alanda değiştirmesi söz konusu değildir. Bununla beraber Türkiye’de aile yapısı Batı toplumlarına göre oldukça güçlü olup, evlenme oranları da yüksektir. Toplumda evlilik kadın ve erkek ilişkilerine yön veren geleneksel değerlerin biçimlendirdiği önemli bir olay olarak kabul edilir. Görücü usulü evlenme biçimi, devam etmekle birlikte günümüzde her iki cinsin anlaşarak evlenmesi de -daha çok kentsel kesimde- giderek yaygınlık kazanmaktadır. Aile yapı olarak çekirdek aileye dönüşmüştür; ancak ataerkillik hala devam etmektedir. Ailede son söz genellikle erkeğindir. Ailenin mutluluğunun, huzurunun kadınların boyun eğişi ve suskunluğu ile sağlanacağına inananların oranı azımsanmayacak düzeydedir. Ev işleri,

çocukların bakımı kadınların boynundadır ama bu onun erkekle birlikte eşit söz hakkı olduğu anlamına gelmez.

Toplumsal hayatta başlayan değişmeler, kadının toplumsal alandaki statüsünü arttırmak istemesine yol açmış, Tanzimat ile başlayan kadın hareketi Cumhuriyet döneminde yapılan reform niteliğindeki gelişmeler ile hız kazanmıştır. 1923’te “Kadınlar Cumhuriyet Halk Fırkası” adında bir parti kurma girişiminde bulunan kadınlara bu izin verilmemiştir ancak 1924 yılında kurulan Türk Kadınlar Birliği, kadınlara siyasal haklar verilmesinin yolunu açmıştır. Daha sonra verilen haklar yeterli görülerek daha fazla talep arayışlarının önüne geçmek için kapatılmıştır. Bu gün özellikle 1980 sonrasında, kadın örgütleri hem sayıca artmış, hem de çeşitlenmiştir (Çaha, 2006: 51).

1990 yılında hareketin gelişimine bağlı olarak kadının statüsünü yükseltme amaçlı uluslar arası sözleşmelerin de etkisiyle Devlet Bakanlığına bağlı olarak, Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü kuruldu. Böylelikle kadınların sorunlarına devlet resmi olarak yakınlaşarak onlara olan bakış açısındaki değişikliğe istekli olduğunu gösterecekti. (Bora, Günal, 2002: 91). KSSGM, büyük ümitlerle kurulduğu halde daha sonraki koalisyon hükümetleri döneminde ideolojik farklılıklar ve bakanların konuya sahip çıkma noktasındaki isteksizlikleri neticesinde etkili olarak varlığını sürdürememiştir (Bora vd. 2002: 128).

Günümüzde kadın hakları konusu artık ülkelerin sınırlarını aşmış ve uluslar arası bir konu haline gelmiştir. Son 50-60 yıl içinde kadınlara tanınan haklar ile onların sorunlarının tamamen çözüldüğü söylenemez çünkü dünya nüfusunun yaklaşık olarak yarısını oluşturan kadınlar sayısal çokluklarına rağmen sosyal statüsü en çok değişime uğrayan ve en çok problem yaşayan kesimde yer almaktadır. Bu konu bir anlamda bir erkek taassubu problemi olarak da değerlendirilebilir. Bunların kökeni ise gelenek ve göreneklerin dayandığı ataerkil yapıdadır (Doğramacı, 1992: 120). Ataerkil görüş, erkeğin kadınlar üzerinde, egemen oluşunu kadın cinsinin biyolojik açıdan yetersiz oluşuna bağlayarak, bu durumu doğal bir süreç olarak göstermeye çabalar. Bu görüşe göre, tarihsel süreç içinde tüm topluluklarda, kadın ve erkeğin farklı fiziksel özellikleri, yapılan işbölümünün niteliğini belirler. Erkek güçlü ve dayanıklı olduğu için avcı ve koruyucudur. Kadın ise çocuk doğurmak, büyütmek, evin temizlik ve düzeni, yemeği vs. ile uğraşmak zorundadır. Ancak bu görüşün yanlışlığını kanıtlayan pek çok çalışma yapılmıştır (Bıçakçı, 2001: 62).

Konu ile ilgili olarak dünya genelinde kadın haklarının iyileştirilmesine yönelik olarak atılan adımlar kısaca şöyle özetlenebilir:

“Kadınların statüsünü yükseltmek üzere sürdürülen mücadeleler, ilk olarak Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konsey çatısı altında 1946 yılında oluşturulan Kadının Statüsü Komisyonu'nun öncülüğünde farklı bir önem ve resmiyet kazanmıştır. Birleşmiş Milletler tarafından 1975 yılında, Mexico City'de Birinci Dünya Kadın Konferansı düzenlenmiş, bunu takiben Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 1975-1985 yılları arasındaki dönem Kadın On Yılı olarak ilan edilmiştir. "Eşitlik, Kalkınma ve Barış" hedeflerine ulaşmayı amaçlayan Kadın On Yılının ana teması "İstihdam, Sağlık ve Eğitim" olarak belirlenmiştir.

On yıllık dönemin ilk yarısındaki gelişmeleri gözden geçirmek için 1980 yılında Kopenhag'da İkinci Dünya Kadın Konferansı düzenlenmiştir. Burada kadınların durumunun iyileştirilmesi için alınacak önlemleri belirleyen "Hareket Planı" kabul edilmiştir.

İkinci Dünya Kadın Konferansının ardından 1979 yılında Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi (CEDAW) Genel Kurul tarafından kabul edilmiş ve 1980 yılında üye ülkelerin imzasına açılmıştır. CEDAW Sözleşmesi, BM sisteminde Çocuk Hakları Sözleşmesinden sonra en geniş katılımlı sözleşme olma özelliğini taşımaktadır ve aralarında Türkiye'nin de bulunduğu yaklaşık 165 ülke tarafından imzalanmıştır (www.kssgm.gov.tr.).

15-26 Temmuz 1985 tarihlerinde Nairobi'de Kadın İçin Eşitlik, Kalkınma ve Barış konularında Birleşmiş Milletler Kadın On Yılının Başarılarının Gözden Geçirilmesi ve Değerlendirilmesi konusunda Üçüncü Dünya Kadın Konferansı gerçekleştirilmiş ve 157 ülkenin resmen temsil edildiği, pek çok hükümetlerarası organizasyon ve kuruluşun katıldığı Konferansta "Kadının İlerlemesi İçin Nairobi İleriye Yönelik Stratejileri" kabul edilmiştir. Üçüncü Dünya Kadın Konferansı kararları bağlamında alınacak önlemler üç kategoride toplanmıştır; kurucu ve yasal adımlar, sosyal katılımda eşitlik, siyasi katılım ve karar almada eşitlik (www.kssgm.gov.tr.). 4-15 Eylül 1995 tarihlerinde Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konsey'in kararıyla Pekin'de bir 'taahhütler konferansı' olarak planlanan Dördüncü Dünya Kadın Konferansı gerçekleştirilmiştir. 189 ülke temsilcilerinin katılımıyla gerçekleştirilen Konferansın sonucunda “Pekin Deklarasyonu” ve “Eylem Platformu” isimli iki belge kabul edilmiştir. Türkiye, her iki belgeyi de hiçbir çekince koymadan kabul etmiştir.

Pekin Deklarasyonu, hükümetleri kadının güçlenmesi ve ilerlemesi, kadın-erkek eşitliğinin geliştirilmesi ve toplumsal cinsiyet perspektifinin ana politika ve programlara yerleştirilmesi konularında yükümlü kılmakta ve Eylem Platformunun hayata geçirilmesini öngörmektedir. Eylem Platformu ise, kadının güçlendirilmesinin gündemi olarak tanımlanmaktadır. Eylem Platformu kadının özel ve kamusal alana tam ve eşit katılımı önündeki engellerin kadınların ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi karar alma pozisyonlarında ve mekanizmalarında yer almaları yoluyla ortadan kaldırılabileceğini ifade etmektedir (www.kssgm.gov.tr.).

Dördüncü Dünya Kadın Konferansında, Türkiye’nin 2000 yılına kadar çözüm bulmayı taahhüt ettiği dört temel sorun alanı;

• CEDAW Sözleşmesine konulan temel çekincelerin kaldırılması • Zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılması

• 2000 yılına kadar kadın okumaz yazmazlığının ortadan kaldırılması

• Anne ve çocuk ölüm oranının % 50 oranında azaltılması (www.kssgm.gov.tr.) Son olarak Bülent Daver’in görüşlerine yer vererek, şu ana kadar ifade edilenlerin hem özetini sunulmuş, hem de günümüzde kadının konumu daha iyi kavranmış olacaktır. “Türk toplumu bugün aydın bir annenin gelecek kuşaklar üzerinde sağlayabileceği olumlu etkinin henüz bilincine varmış değildir. Bilgisizlik, köklü töreler, dini yanlış anlama ve değerlendirme, erkek bencilliği, kadının kendi haklarını elde etmek için bilinçlenmesini önlemiştir. Kadınlarımız yasalardaki ileri hükümlere rağmen sosyal ve kültürel haklarına tam olarak erişememişlerdir” (Arat, 1980: 118).