• Sonuç bulunamadı

4. BİRİNCİL KAYNAKLARDA YÜKSELME DEVRİNE KADAR OLAN

4.2 CİHANNÜMA VE MEHMED NEŞRİ

Cihannüma’nın yazarı olan Mehmed Neşri hakkında elimizde kesin bilgiler bulunmamaktadır. Neşri onun mahlasıdır. Halil İnalcık Bursa şeriyye sicillerine dayanarak tam isminin Hüseyin bin Eyne Bey olabileceğini belirtmiştir. Neşri yazmış olduğu eserlerinde kendisi hakkında bilgi vermekten kaçınmıştır. Hoca Sadeddin, Neşri’nin yazmış olduğu eserinden bir bölümü kendi kitabına aynen koymuş ve bu kitabında onun adını Mevlana Mehmed Neşri olarak zikretmiştir. Şair biyografyaları yazan tezkireciler içinde de Neşri adı kullanılmıştır. Bu Neşri’nin tarih yanında şiir ile de uğraştığını ve döneminin bilinen şairleri arasında olduğunu akla getirmektedir.

Nitekim eserinin bazı bölümlerinde kendisi tarafından yazıldığı anlaşılan beyitler bulunmaktadır.

Neşri, Bursa’da müderrislik yapmış ve ömrünün önemli bir kısmını burada geçirmiş yine bu şehirde vefat etmiştir. Ölüm tarihi konusunda da net bilgiler söz konusu değildir. 1.Selim zamanında yaşamış olduğu ve Kanuni dönemini görmemiş olduğundan hareket ile en geç 1520 yılında ölmüş olabileceği kabul edilmektedir.

Neşri’nin yazmış olduğu Cihannüma adlı eser altı kısım halinde yazılmış olup dönemin padişahı II. Beyazıt’a ithaf edilmiştir. Eserin tamamı bu gün elimizde değildir.

Sadece altıncı kısımda Türklerin ve Osmanlı Devleti’nin tarihi, efsanevi Oğuz Han’dan itibaren Sultan II: Bayezıt dönemine kadar olan dönemi kapsamaktadır. 6. Kısım’da Türklerin menşeini, Oğuz Han’ı ve seleflerini, Karahanlı Devletini, ikincisi Rum (Anadolu) Selçuklularını, Karamanoğullarını en tafsilatlı olanı ise Osmanlı Devleti tarihini ele almaktadır.

31

Cihannüma’nın elimizde olan kısmında Osmanlı tarihi 1288 yılındaki olaylardan başlamak üzere ele alınarak II.Bayezıt dönemindeki 1485 yılına kadar anlatılmaktadır.

Eserin özellikle İstanbul’un Fethi’ne kadar olan bölümü Âşık Paşazade’ye tam bağımlı gibidir.

Osmanlı kronikleri dikkatle okunduğunda Osmanlı’da toplum katmanlarının ekonomik anlamda yeterli derecede tatmin edildiklerini görmek mümkündür. Askeri kesim zaten katılmış olduğu seferlerden aldığı ganimetlerle ve bu kesime verilen mukataalarla sosyal katmanlar içinde hali vakti yerinde olan kesimdir. Gayrimüslim olan gençlerde bu askeri sistem içine katılabilmektedir. Başlangıçta din değiştirmeden bu mümkün olabilse de Osmanlı otoritesinin tam yerleşmesinden sonra gayrimüslim kesim askeri kesimin sahip olduğu imkânlardan ancak Müslüman olarak yararlanma imkânına sahip olabiliyordu. Buna kesin bir tarih vermek güç olsa da dönem olarak Fatih sonrası olduğunu söylemek mümkündür. Toprağa bağlı gayrimüslim kesim ise Osmanlı fethinden önceki ekonomik durumunda bir kötüleşme olmadan yaşamını sürdürebiliyordu. Çünkü Osmanlı uygulamasında örfi hukuk ağırlıklı olarak uygulama alanı buluyor bu durum fethedilen yerlerde gayrimüslimlerin fetihten önceki hanedanlara ödemiş oldukları vergiyi Osmanlı’da uygun bulup kabullendiği takdirde devamında bir mahzur görülmüyordu. Müslüman olan toprağa bağlı kesimlerde Osmanlının birinci sınıf vatandaşı olarak yaşamını sürdürüyordu. Tekke ve zaviyeler kendilerine devlet tarafından büyük araziler verilerek bir anlamda devletin parçası haline getiriliyorlardı. Derviş Turud adlı şeyhin bir müridi Osman’dan tekkeleri için bir yer istemiş o da onlara şehir vermeyi teklif etmişse de onlar daha evvel kafalarına koydukları köyü Osman’dan istemişler ve bunu almışlardır.38 Tüm Osmanlı ülkesi hanedan ailesinin mülkü olarak kabul ediliyor ve daha önceki Türk devletlerinde

38 Nejdet Öztürk, Cihannüma (İstanbul: 2008, Çamlıca Yayınları), s.41

32

ülkenin topraklarının hanedan arasında bölüşümünü engellemek içinde “kardeş katli”

fermanı devreye sokularak çözüm sağlanıyordu. Kardeş katlinden önce böyle bir hak yasal olarak olmasa da fiilen pek çok padişah iktidar için kardeşlerini öldürüyordu. Bu durumun yaşanmadığı bir tahta geçme olayı Orhan ile kardeşi Alaattin arasında olmuştur. Osman Gazi’nin vefatından sonra Orhan kardeşi Alaattin’e başa geçmesini teklif etmiş ancak Alaattin babasından kalan her şeyin gaza için gerekli olduğunu ve babasının sağlığında Orhan’ı bu iş için uygun gördüğünü ifade ederek Kite-ovasında Fodura denilen bir köyün kendisine verilmesi şartı ile kendisine yapılan paşalık teklifini reddederek tahtı ağabeyi Orhan’a devretmiştir.39

Neşri’nin eserinde de aynen Âşık Paşazade’nin Tevarih-i Al-i Osman’da yazdığı gibi bolca ganimet ve yağma amaçlı seferlerden bahisler vardır. Bunların birçoğu birbirinin tekrarı gibidir. Yapılan seferlerde şehir ve kasabaların yağmalanmasından ayrı olarak dikkat çeken başka bir kazanç şeklide genelde yağmalanan bu tür yerleşim merkezlerinin liderleri durumunda olan tekfur ve askeri görevlilerin ve onların yakınlarının öldürülmeyip bir tür rehin tutma sonucu para ile satılmasıdır. Örneğin Aydos Tekfuru hisarını kaybedip Osmanlı güçlerinin eline düşünce yakalayan askerler Orhan Gazi’ye öldürelim mi yoksa satalım mı teklifini getirirler. Orhan’ın verdiği cevap olaya ekonomik açıdan nasıl baktığını gösterir; “Satun, gazilere harçlık olsun”40 . Bunun üzerine İstanbul’a haber gönderilir. Ancak İstanbul “kafir”leri tekfur için para vermeyi reddederler. Ancak daha sonra İznikmid ( Bu günkü İzmit şehri’nin eski adı) Tekfuru istenen parayı ödeyerek tekfuru satın alarak kurtarır.

39 Öztürk, Cihannüma, s.70-71

40 Öztürk, Cihannüma, s.66

33

Yeniçerilik konusunda Âşık Paşazade ile Neşri’nin yazdıkları nerede ise satırı satırına aynıdır. Bu durum yukarıda da anlattığımız gibi Neşri’nin bu kısımları Âşık Paşazade’den alıntı yapmış olmasından kaynaklanmaktadır. Anlaşıldığı kadarı ile Sultan I. Murad zamanına kadar yeniçerilik ve savaştan alınan ganimetlerin beşte birinin padişaha ait olduğu konusunda henüz bir gelenek oluşmadığı hatta bu konunun devlet katında bilinmediği ve tartışma konusu bile edilmediği görülmektedir. Karamanlı Kara Rüstem’in önce Çandarlı Halil’i ikna etmesi onun da Sultan Murat’ı ikna etmesi ile bu konu Osmanlı Devleti gündemine girmiştir. Burada Osmanlı Devleti açısından şöyle kritik bir problem görülmektedir. Ganimet gibi o devir devletlerinin bütçelerini oluşturan önemli bir gelir kalemi Osmanlı Devlet yönetimi ve üst düzey bürokrasisince bilinen bir kavram değildir. İznik medreselerinin Davud-ı Kayseri öncülüğünde açılmış olmasının üzerinden nerede ise 40-50 yıl geçmiştir. Ancak bu medreselerde İslamiyet’te ganimet gibi o dönem devletlerinde en hayati sayılabilecek olan temel bir konu hakkında bilgi verilmemiş olduğu anlaşılmaktadır. Böyle olduğu Çandarlı Halil gibi devrin ulema ve bürokrat ailesinden gelmiş olan bir kimsenin bile bu konuyu Karamanlı bir âlimden duymuş olmasından anlaşılmaktadır. Bu durum o dönem henüz emekleme devresinde olan bu medreselerde henüz tam kapsamlı bir İslami eğitim olmadığını göstermektedir.

Bu durumda Osmanlı devletinin kuruluş aşamasında gaza fikrinin ağırlıklı felsefe olduğu fikri havada kalmaktadır. Çünkü savaşlar yapılmakta, seferler düzenlenmekte bu mücadeleler esnasında bol miktarda ganimetler elde edilmekte ise de ganimetler sadece sefere katılan gazilere dağıtılmakta devlet bundan bir hisse almamaktadır. Osmanlı Devleti adına bu sefere katılanlar arasında bol miktarda gayrimüslim unsurlarda bulunmaktadır. Üstelik gayrimüslim unsurların başlangıçta İslam dinine girmiş olmaması bile sorun edilmemekte bu iyi ilişkilere, iyi komşuluk

34

bağlamında yaklaşılmaktadır. Bu seferlerin ve alınan ganimetlerin bir devlet organizasyonu dâhilinde yapılmış olması da mümkün değildir. Akla yakın gelen o dönemde henüz bir aşiret olarak göçebe halde yaşayan Osmanlı Beyliğinin çeteci gayrimüslim unsurlarla işbirliği halinde savunmasız yerleşim bölgelerinde çok rahat yağma ve talan hareketlerinde bulunduklarıdır.

Neşri’nin eserinde İstanbul’un fethi esnasında şehrin yağmalanmasına ve devamında şehirde bulunan evlerin ne şekilde Müslüman göçmenlere verildiği konusunda daha tafsilatlı bilgiler bulunmaktadır.

“Gaziler şehre girüp. Tekfurun başın kesdiler. Ve Kir-Luka’yı ta’allukatıyla esir itdiler. Ve dahı bir düzme varıdı, Osman-oglı dirlerdi anı dahı depelediler, Şehri yağma idüp, mübalağa toyumlıklar oldı,. Hatta darb-ı mesel olmuşdur , bir kişiyi gınaya nisbet itseler,

“İstanbul yağmasına mı tuş geldün, dirler. El-kıssa , Anda olan toyumlıkları tamam zikr idersevüz, kelam tavil olur.” 41

Neşri’nin İstanbul’un fethini anlatmaya çalıştığı yukarıdaki satırlarda bahsedilen “Osmanoğlu”, Çelebi Mehmet’in kardeşi Süleyman’ın oğlu Orhan’dır.

Bizans elinde olan bu şehzade muhtemelen Osmanlı tahtında hak iddia etmemesi için fetih esnasında yakalanarak öldürülmüştür. Tarihi kaynaklar onun Osmanlılara karşı elde kılıcı ile savaştığını kaydeder. Tekfur ise son Bizans imparatoru Konstantin olup o da azap askerleri tarafından yakalanarak öldürülmüştür. Şehrin kılıç zoru ile ele geçmiş olması ise gazilere şehrin yağmalanması için bir hak doğurmuş ve üç gün boyunca şehir yağmalanmıştır. Neşri bu yağma esnasında gazilerin bol miktarda ganimet elde etmiş olduklarını ve daha sonra zengin birisinin malının kaynağının İstanbul yağmasına

41 Öztürk, Cihannüma, s.314

35

katılmış olmasından kaynaklanmış olabileceğini vurgulamak için “İstanbul yağmasına mı tuş geldin” sözünün darb-ı mesel haline geldiğini söylemektedir.

İstanbul’un fethinden sonra Anadolu’dan İstanbul’daki evlere göçmenler getirilmek üzere bütün şehirlerin kadı ve subaşılarına hüküm gönderilerek şehrin iskânında Türklerin olması sağlanmaya çalışılmıştır.42 Fatih Sultan Mehmet başlangıçta dışarıdan getirilen bu ailelere verilen evlerden mukataa (kira) almaya başlayınca pek çok göçmen ailelerini terk ederek kaçmışlar ve bu durumu tasvip etmemişlerdir. Bu durum Kula Şahin adlı bir kimse tarafından Fatih’e iletilince kira uygulaması kaldırılmıştır. Ancak uzun yıllar sonra şehrin son imparatorunun oğlu olan Rum Mehemmed Paşa vezir olunca kira uygulamasını tekrar başlatmıştır. Neşri bu durumu Mehemmed Paşa’nın Rum kökenli olmasına ve kendi evlerini bedava kullanan bu kimselere haset duymasıyla açıklamaktadır.43