• Sonuç bulunamadı

195 bunun kadar çatışma ortaya çıkarabilecek diğer bir durum ise bütün

değerlerin, doğruların ve hükümlerin mutlak olduğunu savunmak ve bunları norma dönüştürerek başkaları için de geçerli hale getirmektir. İddiası bireylerin ve toplumların hayatına çekidüzen vermek olan hukuk, ona göre daha teorik kalan felsefe, kelam, tarih ve sanat gibi disiplinlere göre bu açıdan daha hassas bir yeri işgal etmektedir.

Bu açıdan bakıldığında İslam’ın doğruların, değerlerin veya hükümlerin varlığı ve mutlaklıkları üzerinde ne kadar ısrarcı olduğu sorusunun cevabını fıkıh usulünde bulmak mümkündür. Bu cevap, başkalarına ait doğruları ve değerleri ne kadar tartışabileceğimizin, dolayısıyla hukuk yoluyla başkalarının hayatlarına ne kadar müdahale edebileceğimizin cevabını da içinde barındırmakta; sonuç olarak içinde yaşadığımız topluma ve dünyaya iyi geçinme ve barışın mı yoksa çatışma ve savaşın mı hakim olacağını belirlemektedir.

1-) MUTLAK DOĞRU VE YANLIŞ VAR MIDIR?

Bu soruların fıkıh usulünde “hüsün ve kubuh” bahsinde cevaplandırıldığı söylenebilir. Hüsün ve kubuh kelimeleri bu açıdan geniş bir kapsama sahip olup “güzellik-çirkinlik” ve “iyilik-kötülük” gibi başka anlam çiftlerini de içine alır. Herkesin üzerinde ittifak edeceği doğru ve yanlışlar, güzellik ve çirkinlikler ya da iyilik ve kötülüklerin varlığı Müslümanlar tarafından tartışılmıştır.

İnsan davranışlarının bizatihi ve gerçekten bir iyilik ve kötülüğe sahip olup olmadığı noktasındaki farklı görüşler paradoksal bir şekilde uyum ve çatışmaya yol açabilir görünmektedir. Mu‘tezile ve Mâtürîdîler insan davranışlarının bizatihi ve gerçekten bir iyilik ve kötülüğe sahip olduğunu savunurken, Eş‘arîler iyilik ve kötülük gibi manaların davranışlara sonradan dışarıdan -Şâri‘ tarafından- yüklendiği görüşünü savunurlar.1 Davranışların özleri itibariyle iyi ve kötü oluşları, epistemolojik açıdan da objektif oldukları ve dolaysıyla bu niteliklerin akıl sahibi her insan tarafından tespit edilebileceği anlamına gelir. Buna karşın iyilik ve kötülüğün fiillerin zati bir özelliği olmaması, onlara bu niteliklerin sonradan kendileri dışındaki bir varlık tarafından yüklendikleri; bu ise söz konusu niteliklerin ontolojik açıdan itibari, epistemolojik açıdan ise sübjektif oldukları anlamına gelir. Mu‘tezile ve Mâtürîdîler’in öne çıkardığı zâtîlik ve aklîlik bütün insanlar için ortak bir payda sunuyor gibi görünmektedir. Eş‘arîler’in öne çıkardığı itibarîlik ve şer‘îlik ise fiillere yüklenebilecek anlam ve değerleri “göreceli” hale getirdiği için ancak vahye muhatap olmuş toplumlar için birleştirici bir

196

ortak payda olma potansiyeline sahiptir. Ama meseleye bir diğer açıdan bakılıp zaten toplumsal yaşamda ve değerlerde Mu‘tezile ve Mâtürîdîler’in bakış açısının sunduğu gibi bir “kesinliğin bulunmadığı” kabul edilip “göreceliliğin esas kabul edilmesi gerektiği” gibi bir sonuca ulaşıldığında; insanlar ve toplumlar birbirlerinin “göreceli değerlerine” saygı duyup “kesin doğru” iddiasından vaz geçtiklerinde de aynı zeminde buluşmaları mümkün olacaktır. Bununla birlikte, Eş‘arîler’de bu göreceliliğin şeriat tarafından ortadan kaldırılmaya çalışılması neyi doğru olduğunu belirleme yetkisini belki de din adamlarının tekeline verdiğinden, gerek vahyin varlığını kabul eden ve etmeyen farklı toplumların gerekse şeriatın neliğini farklı anlayan aynı dine mensup grupların arasında çatışma ortaya çıkarma potansiyeli daha yüksektir. Bununla karşılaştırıldığında belli bir şeriata sahip olmanın aksine akla normal bütün insanların sahip olması daha geniş bir mütabakat potansiyeli gibi görünmektedir.

“Akıl yeteneğine sahip insanların aynı zemini paylaşması”2 önemlidir. Akılda da belli bir göreceliliğin olduğu kabul edilebilir, ancak bu görecelilik bütün insanların akıl sahibi olmasında değil, aklın nasıl kullanılması gerektiğinde ya da doğru kullanılıp kullanılmadığındadır. Akıl ortak payda olarak kabul edilmediğinde, bütün zamanları ve mekanları ancak genel ve evrensel ilkeler çerçevesinde kuşatabilen ve hayatın her detayını kuşatamayan din ve şeriatın söz söylemediği konularda çatışmaları bitirmek ya da en azından azaltmak mümkün olmayacaktır. Gerektiği takdirde tartışmak, çatışmak ve hatta savaşmak meşru hale gelmektedir; ancak bu noktada, Mu‘tezilî, Mâtürîdî ve Eş‘arî düşünceye sahip müslümanlardan hangilerinin daha çok “çatışmacı” bir zihniyete sahip olup Müslümanların ve insanların başına daha çok bela açtığı tespit edilmesi gereken bir husustur.

Eş‘arîler de dini bir bildirim olmasa bile akıl sahiplerinin bazı davranışların iyi, bazı davranışlarında da kötü olduğu üzerinde fikir birliği edebileceğini kabul etmekte ve iyilik, doğruluk, fedakarlık ve sırrı ifşa etmeme gibi davranışların iyiliği; zulüm, düşmanlık ve yalanın kötülüğünün her akıl sahibi tarafından düşünülebileceğini belirtmektedir. Ancak onlara göre bu iyilik ve kötülük zati değil sadece itibaridir. Bazı davranışların iyiliği ve kötülüğü üzerindeki bu düşünme ve fikir birliğinde aklın dışında çıkar ve menfaat, gelenek, maslahat ve vahiy gibi pek çok etkenin de bulunduğunu vurgulamak suretiyle yine de göreceliliği öne çıkarmaktadırlar. İnananlara göre kötü olan davranışları kötü görmeyen, inananlara göre göre iyi olan davranışları da iyi görmeyen inançsızlar varken, “akıl sahiplerinin

2 Bilal Aybakan, “Ġslâm‟da Dinî Bilginin Doğası ve Usûl-i Fıkhın GeliĢtirdiği Yorum Tarzına Genel

197