• Sonuç bulunamadı

5.2 Türk Basınında Şöhret Gazeteciliğinin Bağlamsal Koşulları

5.2.1 Yeni İletişim Düzeni ve Medyanın Değişen Yönelimi

5.2.2.4 Basında Değişen Köşeyazarı Profili

80’li yıllarla birlikte gazetelerde hem köşe yazarlarının sayısı, hem de özellikleri geçmişe göre ciddi ölçüde farklılaşmıştır. Köşeyazarları ve muhabirler arasındaki denge durumu, yeni dönemde köşe yazarları lehine değişmiş; köşe yazarları çoğu zaman muhabirlerin alanlarına girerek, adeta onlardan rol çalmışlardır. Gerçekten de, özellikle ardı ardına patlayan ekonomik krizlerin ardından çoğu muhabir işsiz kalıp, ya da çok az parayla geçimini idare ettirmeye çalışırken, köşe yazarları bol sıfırlı rakamlara imza atmışlar ve gazetenin vitrinlerinde kendilerine tahsis edilen alanlarda boy boy fotoğraflarını yayınlatmışlardır. Çoğu gazete, bir farklılaşma stratejisi olarak köşe yazarlarını kullanarak, köşe yazarlarını starlaştırma yoluyla, onların üzerinden reklamlarını yapılandırmakta, bu süreçte gazetenin kahrını çeken haber merkezleri üzerine tartışılma gereği bile duyulmamaktadır. Manşetten verilen özel haberler köşe yazarlarının gazetelerdeki ‘mana ve ehemmiyetini’ bir hayli artırırken, muhabirlerin sayısı ve aldıkları ücretler de sistematik bir şekilde gerilemiştir. Gazete yöneticileri de, kendilerine manşet sağlayan ve çeşitli çıkar çevreleri ile açık veya örtülü ilişki içinde bulunan köşe yazarlarına işletmelerin kapılarını sonuna kadar açmıştır. Öyle ki, siyasi parti liderlerinin ricaları ile kendilerine köşeler tahsis edilen, ya da siyasi konjonktürün aldığı şekle göre gazetelere davet edilen, belli siyasi partilere yakınlıkları ile bilinen köşe yazarlarına rastlanır olmuştur. Köşe yazarları bu dönemde, ‘haberlerin yorumlayıcısı’ olmanın çok ötesinde, gazetelerin özneleri, hatta gözdeleri haline gelmişlerdir.344

Çalıştıkları gazeteler adına zaman zaman ‘stratejik’ roller üstlenen yazarlara, bu dönemde gazetelerin marka değerini oluşturan en önemli halka muamelesi yapılmış, muhabirlik ve habercilik köşe yazılarından çok daha az yatırıma değer görülmüştür. Bu dönemde ayrıca Başbakan Turgut Özal’ın çevresine öbeklenen bazı yazarların yıldızlarının parlamış ve gazetecilik standartları ciddi oranda değişmiştir. Bu yakın ilişki sadece başbakanla sınırlı kalmamış, işadamları da bu yakın markaja kısa sürede dahil olmuş ve ertesi sabah bazı sütunlarda ‘dün akşam başbakanla beraberken..’ diye başlayan çeşitli yazılara rastlanmış, manşetler köşe yazarları tarafından atılır olmuş ve haberle-kaynağı arası arasındaki ilişkinin mahiyeti çokça sorgulanır olmuştur.

80’lerin sonlarından itibaren başlayan en önemli değişim; ‘kanaat oluşturma’nın köşelerden çıkıp manşetlere taşınması olmuştur. Bu gelişme ‘yumurta-tavuk’ ilişkisi içinde artık köşe yazarlarının manşet verdiği bir süreci de başlatmıştır. Habercilik ve buna bağlı olarak olgudan kanaat üretme gereği tam olarak terk edilmiş, yerine kanaatler için olgu üretme alışkanlığı üretilmiştir. Muhabirlik kurumu imha olurken, bu sürece ayak uydurup ‘ihtiyaca matuf’ haber refleksi edinen yeni tarz bir muhabirlik icat olmuştur. Özal dönemi başlayan ‘ilişki gazeteciliği’ yaygınlaşmıştır. Bu gelişme, ‘haber kaynağı’ ve ‘haberci’ açısından iki taraflı bir memnuniyet sağlamıştır. ‘Haber kaynağı’ tanıdığı/bildiği ‘kanka’ köşe yazarları ile ilişkiyi bir sürü muhabirle uğraşmaya yeğlemişler, ‘haberciler’ de ‘abi’ veya küçük isimleriyle hitap edebildikleri haber kaynaklarından tek taraflı enformasyonu rahat rahat temin etmişlerdir. Bu işleyiş gazete patronları tarafından da son derece elverişli olduğu için tercih edilmiştir. 345

Nitekim yıllarca Türkiye’de görev yapmış olan New York Times’ın İstanbul muhabiri Stephen Kinzer de durumu şu sözlerle işaret etmiştir: “Muhabir olmanın bu ülkede hiçbir kıymeti yok. Siyasiler başka ülkelerdeki gibi beyanat vermiyor. Bir basın toplantısı yapıp, kanuoyuna açıklamada bulunmuyor. Onun yerine sevdikleri bir veya iki köşe yazarını çağırıyor. Hatta ofislerine, evlerine getirtiyor. Verecekleri mesajları oracıkta veriyor. Okurlar da bu yönteme alışıyor. Okurlar köşe yazarları ile birlikte gazete değiştiriyor. Bu tehlikeli bir durum. Çünkü o zaman haberi açıklandığı gibi değil köşe yazarının renki gözlüklerinin ardından alıyorsun. Ya da haberi alan, ama habere kendi damgasını da vuran biri aracılığıyla”346

Umur Talu da yazar politikacı etkileşimi ile ilgili şunları söylemektedir: “Başbakan, bir sabah bir köşe yazarına telefon eder ‘gündem’ belirlerdi. Eğer bu gerçekten taammüdense, tek bir köşe yazarıyla da yetinmez, farklı gazetelerden birkaçını arar, böylece gündemden emin olurdu. Bir gazetecilik yöntemi olarak ‘bir telefon kafi’yle gündemler belirlenebildikçe, yazdırılan aynen yazılıp gazeteler yer aldıkça, bu kolaycılık üstelik bir de ‘itibar’ zannedilip şişirildikçe, manşetler ‘bir telefon’la oluşturuldukça, gazetecinin, özellikle de hiçbir günahı olmayan muhabirin ölümü hızlandırılmıştır.”347

1980’li yıllarda, yeni sağ düşüncenin dünya çapında egemenlik kurmaya başladığı dönemde, siyasi olarak Reagan-Thatcher (bizde de Turgut Özal) ideolojisinin güçlendiği ortamda, basın kuruluşlarının kent dışına çıkarılma operasyonu başlamıştır. Once Londra’da Thatcher’in medyadaki uzantısı Murdoch, geleneksel basın semti Fleen Street’ten, Thames Nehri kıyısındaki eski dokların bulunduğu yere taşımıştır, gazete binalarını. Paris, Frankfurt

345

Kemal Can (2011) “Medyanın Kanaat Üretim: Hamamda Şarkı Söylemek”, Birikim Dergisi, Nisan 2001, sayı: 144, s.32.

346

Hasan Pulur (1998) “Amerikalı gözüyle köşe yazarları”, Milliyet Gazetesi, 19.2.1998.

347

ve Amsterdam’da da 80 ve 90’larda gazeteler kent merkezinden ayrılıp banliyölere geçmiştir. Gazete sahipleri bu taşınmayı esas olarak, kent merkezindeki arsa, bina gibi gayri-menkul fiyatlarının olağanüstü artışına ve trafiğin yoğunlığuna bağlarken, hayatın en yoğun solunduğu kent merkezlerini terkederek fildişi kulelerine çekilmeyi perdelemek amacındaydılar. Gazete sahipleri ayrıca gelişmiş iletişim teknolojisi sayesinde gazete merkezinin kent merkezinde ya da kent dışında olmasının önemsiz olduğunu savunmuşlardır. Türk basını da, belirli bir rötarla kent merkezlerini terketmiştir. Türkiye’deki gazete sahipleri de Avrupa’daki sınıfdaşlarına benzer gerekçelerle gerçekleştirdiler bu taşınmayı. Türkiye’de ek olarak medyanın devlet nezdinde önem kazanması sayesinde plazalar, esas olarak devlet kredileriyle, hatta karşılıksız devlet yardımlarıyla inşa edilmiştir. Türk medyasının Güneşli, İkitelli, Mahmutbey gibi alanlara kaymasının vahim sonuçları vardır. Medya, kentten, hayattan kopmuş ve aynalı camlı, İtalyan mobilyalı üslere geçmiştir. Gazeteciler artık hayatla değil, modem, bilgisayar ve telefonlarla çalışmışlardır. Gerçekle değil, gerçeğin ikinci-üçüncü elden suretleriyle uğraşmışlardır. Villa-plaza-resepsiyon-villa dörtgeninde dönüp dolaşan yazar ve gazeteciler, sabah işe giderken arabalarında haberleri dinleyebiliyorlar, ancak. Sigara içilemeyen, simit yenilemeyen, çayların ince belli bardaklarla değil, Limoges porselen fincanlarda içildiği ortamlarda, insanların düşünce tarzı da haliyle ortama uygun hale gelmiştir.348

Can Ataklı da köşe yazarlarının ‘ihtişamlı’ yaşamından şöyle bahsetmektedir: ‘Tabii insansın, açıkçası sen de etkileniyorsun. Başbakanın odasından daha güzel bir odan var mesela. Daha önceleri büyük devlet daireleri, bilmem ne genel müdürlerinin odasına gidiyorduk, bize ihtişamlı gibi geliyordu. Çünkü bizim çalıştığımız odada yer muşamba, bir tane formika masa, boktan sandalyelerde oturuyorsun, sonra İstanbul valisinin odasına gidince sana çok büyük gibi görünüyor. Derken plazalara geçtik, İtalyan mobilyalar falan döşendi, ben Ankara’ya gittiğimde bakanların odası bana köy sandığının odası gibi gelmeye başladı. Çünkü o zaman fark ediyorsun ne kadar kötü bir malzeme, eskimiş, devlet malı da olduğu için, ha deyince yenisini alamıyorsun, yeniyi takip edemiyorsun. Tabii, kendine bakınca ‘vay be!’ diyorsun, koltukların kabarıyor. 349

80’li yılarla birlikte ilişkilerin teşhiri ve karşılıklı kullanımı köşe yazarını diğerlerinden farklılaştıran ve aristokrat olarak tanımlanmasına yol açan en önemli etkenlerden biri olmuştur. Bu dönemde köşe yazarlarının önemli bir kesimi iş ve siyaset dünyasının seçkinleriyle daima yakın mesafede durmaya ve onlarla sıcak ilişkiler geliştirmeye

348

Ragıp Duran (2000) Medyamorfoz, İstanbul: Avesta Yayınları, s.34-35.

349

Serkan Seymen(2001) Can Ataklı’nın Tanıklığıyla Sabah Gazetesinin Öyküsü: Amiral Battı, İstanbul: Metis Yayınları, s. 205.

çabalamıştır. Bu ilişki bir bakıma doğal karşılanabilir, fakat bu ilişkilerin haber aktarım sürecine etkisi düşünüldüğünde ortada büyük bir problem olduğu açıktır. Bu ‘samimi’ ilişki gazeteci ile haber kaynağı arasındaki olması gereken mesafeyi yok etmiş ve gazeteciliğin farklı amaçlar için kullanılmasının –her iki taraf adına da- önünü açmıştır. Öyle ki bu ilişki biçimi, her iki tarafın da kendi iktidarını pekiştirdiği bir kişisel güç gösterisine dönüşmüştür. Bu dönemde köşe yazarları işadamlarından faydalanmış, ne kadar önemli dostluklara, ilişki ortamlarına sahip oldukları sergilemişler, işadamları da köşe yazarları sayesinde kendi reklamlarını para ödemenden yaptırma olanağına kavuşmuşlardır. Rıfat Bali’nin de belirttiği gibi, “Bazı işadamlarının basında adlarından sürekli söz ettirmelerinin gerisinde iki temel gaye mevcuttur. Birincisi kamuoyuna işadamlarının artık sadece para ve ihale peşinde koşan kapitalistler değil toplumsal sorumluluklarının bilincinde yatırımcılar oldukları resminin yansıtılması gayesidir. İkincisi ise daha basittir. Popülerliği sayesinde sürekli basında yer alan işadamı bu sayede kendisinin ve sahibi olduğu şirketler topluluğunun reklamını hiçbir bedel ödemeden yaptırmaktadır. Bu bedel de Sabancı Holding Halkla İlişkiler Müdürü’nün hesaplamasına göre hiç yabana atılacak bir rakam değildir. 1996 yılında Sakıp Sabancı ve Sabancı Holding ile ilgili basında çıkan haber ve demeçlerin hacmini hesaplayıp bunların reklam olarak verilmeleri halinde santim/sütun cinsinden karşılığı hesaplandığında ortaya çıkan rakam 14.5 milyon dolardı!”350

80’li yıllarla birlikte, gazeteci ve işadamları karşılıklı olarak birbirlerini korumaya, kollamaya ve isimlerini yüceltmeye uğraşmışlar, bunda da başarıya ulaşmışlardır. Gazeteciler işadamlarına yakın olmaya ve onlarla samimiyet kurmaya fazlasıyla hevesli olmuşlardır. Bunun temel nedeni işadamlarını gücü temsil etmesidir. Aile şirketlerinin egemen olduğu bir Türkiye’de hatırlı ve sözü geçen bir işadamının olmayacak kapıları açabileceği herkesin malumudur. Hal böyle olunca gazetecilerin hem gücü temsil eden, hem de bir yerde haber kaynaklarını oluşturan işadamlarına yakın durmaya çalışmalarının nedenleri aşikardır. İşadamları da gazetecilerin bu zaafını keşfettikten sonra onlardan azami derecede faydalanmayı ihmal etmemişlerdir. Ekonomi, siyaset, tarih, sanat, kültür konu ne olursa olsun işadamları gazetecilere fikirlerini beyan etmekten büyük zevk aldımışlardır.351

Bu ilişki biçimi, çoğu zaman ‘kimsenin babasının malı olmayan’ sütunlara taşınmakta ve sermayenin egemenliği gazeteciler aracılığıyla kendini yeniden üretme olanağına kavuşmaktadır.

Talu da medya şöhretlerinin politika ve ekonomi elitleriyle ilişkisiyle ilgili olarak şunları söylemektedir: “Türkiye’de bazı köşe yazarları politika ve ekonomi elitleriyle aşırı içli dışlı oldu. Fazla samimiler. Çok fazla bir araya, yan yana gelip iç içe giriyorlar. Çok fazla onlarla

350

Balı, N. Rıfat (2002) Life Style’den Tarz-ı Hayata, İstanbul: İletişim Yayınları, s.76.

351

düşünüp onlar gibi düşünüyorlar. Çok fazla onların düşündüklerini ve istediklerini onlar gibi yansıtıyorlar. Çok fazla onlarla aynı zevklere, aynı beklentilere, aynı tepkilere sahipler. Çok fazla birbirlerine benziyorlar. Çok fazla takasa giriyorlar. Çok fazla dost, çok fazla ortak, çok fazla tasada ve kıvançta bir oluyorlar. Çok fazla oranda ancak böyle mutlu olabiliyorlar. Gazetelerini, ekranlarını, sayfalarını, programlarını, köşelerini çok fazla, onlar adına halkı ikna etmek, inandırmak için kullanıyorlar. Bu yolla aldıkları haberler, yazdıkları yazılar, edindikleri itibar, benimsedikleri hayat tarzı, çizdikleri ülke profili hep hormonlu olmak durumunda kalmaktadır.”352

(s.101)

Geçmişin kıt kanaat geçinen, ama onurunu ve ilkelerini yol arkadaşı olarak bilen, ekonomik zorluklara rağmen ‘ilişkilerini kullanmayı’ asla kendine yediremeyen, vapura trene bindiği zaman insanların saygı duydukları, ayağa kalktıkları ‘saygın’ köşe yazarlarının sayısı gitgide azalmaya, buna karşılık sırtını sermayeye ve siyasete dayayan köşe yazarları ise çoğalmaya başlamıştır. Bazı işadamlarına köşeler tahsis edildiği bu dönemde köşe yazarlığının itibarının toplum nezdinde hızla düştüğü de söylenebilir. Köşeyazarları bir ‘yazar’ olarak değil, sağladığı ‘faydalar’ üzerinden değerlendirilmektedir. Hatta bazı köşe yazarlarının transferlerinin, gazetenin reklam hacmini genişleteceği kulislerde konuşulmaktadır. Siyasetin ve sermayenin basına yerleştirdiği köşe yazarları da dönemin bir başka gerçeğidir. Hem kendisinin hem de ilişkide bulunduğu çevrelerinin halkla ilişkilerini köşesinde başarıyla yapan, ‘işini bilir’ köşe yazarları 80’li yıllarla birlikte tam anlamıyla yıldızlaşmışlar ve Bourdieu’nun ifadesiyle birer ‘kültür aracısı’ haline gelmişlerdir.

Köşe yazarları 80’li yıllarla birlikte çeşitlenmiş, renklenmiş ve yaşanan toplumsal değişimin doğrultusunda okurların değişen bakış açılarına karşılık verebilmek için; ‘yaşam tarzı’nın ve ‘yükselen değerler’in aktarıcılığına soyunmuştur. Bu dönemde aynı zamanda, birçok yeni gazete yayın hayatına başlamış, pek çok büyük gazete küçülmüş ya da kapanmış, ‘yükselen değerleri’ yakalayabilen basın kuruluşlarının ise yıldızları giderek parlamıştır. Süreç içerisinde gazeteciler, özellikle de bazı köşe yazarları gitgide seçkinleşmiş ve halka doğruyu, iyiyi ve güzeli söyleme misyonuna sahip olduklarına hükmedilen birer ‘gusto peygamberine’ dönüşmüşlerdir. Gitgide elitleşen ve küresel ölçekte ‘iyi’ kazanan bu yazarlar, okurlarını sık sık ‘hayatın tadını çıkarmaya’ ve ‘daha iyi yaşamaya’ davet etmişlerdir. Türkiye kapitalizminin görece gelişmesi, tüketim ideolojisinin toplumda içselleşmesi, hiç kuşkusuz yaşam beklentileri ile pratiklerini bu yönde değiştirmiştir. ‘Hayattan tad almak’ kavramı ile özetlenen bu bakış, 90'lı yılların ortasında iyice yaygınlaşan bir yaşam felsefesine dönüşmüştür. Tüketim kültürü ideolojisine göre, birey yaşam tarzını bir hayat projesi haline

352

getirmekte, bunun için de kitle iletişim araçlarına gereksinim duymaktadır. Köşe yazarları da, böylesine bir matematik gerçeklikte, kendilerini ‘ayrıcalıklı’ bir durumda konumlandırmayı bilmişlerdir. Tavsiyeleri ile merak uyandıran yazarlar, okurlarına, yaşamdan nasıl daha fazla zevk devşireceklerine yönelik, profesyonel danışmanlık yaparken, aynı zamanda ne kadar ‘iyi’ yaşadıklarını ‘kamu’ ile paylaşarak, çift taraflı bir kazanım sağlamaktadırlar. 353

90’lı yıllarla birlikte köşe yazarları sadece elitleşmemiş, aynı zamanda da çeşitlenmiştir. Geçmişte gazeteler sınırlı sayıda, uzmanlığı ve yetkinliği bilinen isimlere köşeler açarken, yeni dönemle birlikte hem niceliksel hem de niteliksel düzeyde köşe yazarlığı kavramı önemli oranda değişime uğramıştır. Basına renklilik ve tartışılabilir bir ‘çokseslilik’ getirme iddiasındaki yöneticiler, hem farklı siyasi düşüncelere sahip hem de farklı meslekler iştigal eden birçok yazarı aynı çatı altında buluşturmuştur. “Bazı köşeyazarlarını “duyarlı”, “aykırı”, ‘romantik’, ‘komik’, ‘asabi’, ‘saldırgan’, ‘uyumlu’, ‘renkli’, ‘radikal’ veya ‘seksi’ bir rol edinmiş çeşitliliği ve ‘çok sesliliği’ sağlayan kalabalık bir grup olarak görmek münkündür. Bazıları zaten bu role uygun olduğu için, bazıları keşfedilerek, bazıları rolleri ezberletilerek bu kanaat kanalları için istihdam edilmektedir. Bazıları özellikle kışkırtılmakta, bazılarına ‘çok seslilik’ kontenjanından tahammül edilmektedir. Son yıllarda bu kategorinin sayısal olarak artış gösterdiği açıktır. Bu tür köşe yazarlarının neredeyse tamamı medya kuruluşlarında kadrolu olarak istihdam edilmeyip telifle yazı üretenlerden oluşmaktadır. Dolayısıyla, bu ilişki biçimi bu gruptaki yazarları yazdıkları gazetelerin genel kanaat yörüngesinden sorumsuz kılmaktadır.”354

Cezmi Ersöz, Türkiye ekseninde medyanın ‘muhalifliği teşvikini’ şöyle dile getirmektedir: “Ben kendimi muhalif olarak görebilirim. Ama çalıştığım, yazılarımı yazdığım organları muhalif olarak görmüyorum. Kendimizi aldatmayalım. Bu sistemi eleştirenler de, bu sisteme muhalif olanlar da bu sistemin birer parçası haline geldi. Bu öyle bir şey ki, karşı çıkanı bile bir süre sonra içine alabiliyor. Medyaya karşı çıkanlar da aslında medyanın bir parçası. Muhalif olduğunuz zaman bile medya size yaklaşıp ‘Anlatır mısınız, nasıl muhalifsiniz’ sorusunu sorabiliyor. Aralarına alıveriyorlar. ‘Hoş geldin aramıza’ diyorlar. Onlar için de bir renk oluyor. Ve siz orada, biraz muhalif biraz hırçın değişik üslubunuzla yerinizi alıyorsunuz.”355

Gazeteler de bu dönemde köşe yazarlarının starlaştırılmasına aracılık etmiş ve onların adeta ‘tanrılaşmalarına’ imkân sağlamıştır. Gazetelerde çarşaf çarşaf yazarlarla röportajlar

353

M. Bilal Arık ve Murat Koç (2005) “Köşeyazarları: Köşelerin Kralları”, Kral Çıplak, Ed: M. Bilal Arık, Konya: Tablet Yayınevi, s.26.

354

Kemal Can(2001 ) “Medyanın Kanaat Üretimi: "Hamamda Şarkı Söylemek", Birikim Dergisi, Sayı: 144, Nisan 2001, s. 34.

355

Ersöz: Cezmi (2000) “Gazeteci Gazetecinin Kurdu Oldu!”, Emin Karaca, 1 Şubat 2000, Dördüncü Kuvvet

yapılmış, yorumları manşetlere taşınmış ve fikirleri adeta kutsanmıştır. Araştırmayan, sorgulamayan ve kendini yormadan ‘yazabilen’ birçok yazar, kendi hayatlarına özel anlamlar atfederek, okurlarla mahrem dünyalarının hemen hemen tüm ayrıntılarını paylaşmaktan çekinmemiştir. “Köşe yazarlarında rastlanan bu benmerkezci üslup, bir süre sonra kendilerine her konuda yazma özgürlüğü veren bir ruh haline dönüşmüştür. Bu ruh hali, çeşitli şekillerde kendini göstermektedir. Bu, ‘bir dostun öğretim üyesi oğlunun tanıtımını üstlenmek’, ‘verdiği konserlerin’, ‘davet edildiği seminerlerin, yazdığı kitabın tanıtımını yapmak’, ‘meslektaşlarının yazdığı bir makalenin tanıtımını üstlenmek’, ‘sekreterinden bahsetmek’, ‘hızını alamayıp adeta narsist bir anlayışla kendisini konu eden bir araştırmadan söz etmek’, ‘gene hızını alamayıp New York’ta yaşayan kızının, Başkan Clinton ve eşinin karıştığı ticari ve cinsel skandallar hakkındaki görüşlerine yer vermek’, ‘kendi düğününü bütün ayrıntılarıyla anlatmak ve evlilik yıl dönümünü okurlarına hatırlatmak’, ‘doğum gününü konu etmek’, ‘kızının üniversiteden mezuniyet fotoğrafına yer verip köşesini bu sevinçli konuya hasretmek’, ‘damadını askere uğurlamak’ türünden geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır.”356

Yeni sahiplik yapısının getirdiği ve gazetecilik mesleğini saran yeni kültürel ortam içerisinde köşe yazarlarının reklam yapmaları da sık karşılaşılan bir durum haline gelmiştir. Metin Toker bir yazısında bu duruma şöyle isyan etmiştir: “Ne haber yazanın ne de hele köşe yazarının ‘üstüne vazife olmayan alanlarda’ ‘reklam kokan’ laflar etmeye hakkı vardır… ‘Ben sabah kahvaltımı şurada yapıyorum. Siz de gidin. Adresi şu, telefon numarası budur. Hele felanca ustaya bir de benden sarkıtırsanız keyfinize diyecek olmaz’ diye yazmanın âlemi yok. Bunu yapmadığım için berberimden, bakkalımdan utanır oldum.”357

1980’li yıllar ve 1990’lı yıllar ‘ben’ in ön plana geçtiği ‘keyif’ ve ‘haz’ kelimelerinin telaffuz edilmesinden özel bir keyif alındığı, bunun da özellikle yazılı ve görsel medya kullanılarak teşhirciliğe kaçan bir şekilde vaaz etmenin artık ‘in’ olduğu yıllar olmuştur.

Toplumun özel hayata ilgisi, siyasetten uzaklaşması, konusu kendisi olan köşeyazarlarının sayısını gün geçtikçe arttırmıştır. Basın bir yandan tiraj arttırma kaygısının egemen olduğu, diğer yandan tüketim toplumu haline gelmeye başlayan ve bunun sonucunda bireylerin müşkülpesentleştiği, beğenilerin çeşitlendiği bir ortamda özellikle genç ve gelir düzeyi vasatın üstünde olan okur kitlesini kazanmak için genç dimağlara hitap etmeye çalışmıştır. Gazeteler bu okur kitlesini kazanmak için genç dimağlara hitap eden ve ‘hoş’ yasılar yazan yazarları kadrolarına almaya gayret etmişlerdir. Nora Romi, Kürşat Başar, Ayşe Arman, Murat Birsekl, Serdar Turgut, Perihan Mağden, Aylin Livaneli gibi onlarca gazeteci bu genç kitlenin hoşuna

356

Balı, Life Style’den Tarz-ı Hayata, s.232.

357

Doğan Tılıç (1999) “Milliyetçilik ve Yeni Sahiplik Yapısı Kıskacında Türk Medyası”, Birikim Dergisi, Sayı: 117, s.39.

giden ‘hafif’ yazıları yazmakta maharet göstermişler ve tutulmuşlardır.”358

Sayısı gitgide artan bu yeni yazar profili geleneksel köşe yazarı profiliyle çelişmekte, bazı yazarlarca eleştirilmekte, bazıları tarafından doyasıya alkışlanmaktadır. Süreci olumlayan Mehmet Barlas, bu yazarları ‘yeni Türkiye’nin sesi’ olarak tanımlamıştır: “İlgi çekici bir olay var Türk yazılı basınında. Yeni kuşak köşe yazarlarını eskilerden farklı kılan olay, bu yeni kuşak üyelerinin rahatça ‘ben’ diyebilmeleri. Günlük yaşamlarındaki, ruhsal hayatlarındaki iniş ve