• Sonuç bulunamadı

2.2 Bölgesel Kalkınma

2.2.5 Bölgesel Farklılıklar

Bölgesel kalkınma denildiğinde, bir bölgenin ekonomik geçmişleri ya da coğrafi konumları gibi rekabetçi üstünlükleri ile diğerlerinden ayrışarak ileri gitmesi kadar ortaya çıkan bir başka durum, geri kalmış bölgelerin ötekilerine yetişmesi yani bölgesel farklılıkların giderilmesi olmaktadır. İşte bu noktada ulusal kalkınma çerçevesinde bir gerilimden bahsedilebilir. Bunun sebebi hükümetin kalkınmayı gerçekleştirmek için kaynaklarını geri kalmış bölgelere mi yoksa potansiyeli yüksek olan bölgelere mi aktaracağı konusunun tartışmalara yol açmasıdır. Tabi bu karardaki temel yaklaşım, her ülkenin kendi şartlarına göre ya hep ya hiç şeklinde toptancı ve keskin çizgilerle ayrılmamış bir yol izlenmesi olmalıdır (Kara, 2008: 12, 13; Walburn, 2006: 57, 58).

Ekonomide bir sorun ya da olumsuz bir konu olarak karşımıza çıkan bölgesel farklılıkların ne zamandan beri incelenmeye başladığı noktasında, literatürde genel bir mutabakatın olduğu görülmektedir. İlk olarak 1929 Büyük Buhran sonrası dikkat çekmeye başlayan bölgesel farklılıklara yönelik başta Batı Avrupa ülkeleri olmak üzere birçok ülkede bunları azaltıcı politikalar hayata geçirilmeye başlanmıştır. Ancak kalkınmanın politikacıların gündemine girmesi II. Dünya Savaşı sonrası 1950’li yıllara denk gelmektedir. Kalkınmanın gerçek hayatta gündem olmaya başladığı bu dönemde ağırlıklı olarak bölgesel farklılıklar üzerinde tartışıldığı

39

görülmüştür. Dinler (2012: 97, 98, 107, 121-137), Bilen (2006: 258), Kılıç (2015: 135), Karaalp (2008: 15, 16, 48) ve TÜSİAD’ın (2008: 13, 14) çalışmaları incelenmeye devam edildiğinde; bölgesel kalkınma teorisinin en fazla odaklandığı konular arasındaki farklılıklar, dengesizlikler ve kutuplaşmaların ortaya çıkış süreci ve neden tedbir alınması gerektiği kısaca şöyle özetlenebilir:

Sanayi Devrimi’ni yaşayan ülkeler kısa sürede milli gelirlerini geçmişi nazaran çok yüksek seviyelere çıkararak hem kendi toplumları için hem de dünya için önemli bir dönemi başlatmışlardı. Artık dünya gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler şeklinde iki gruba ayrılmıştı. Ancak gelişmiş güçlü ekonomiler, dünyanın diğer kısmından ayrılmış olsalar bile aynı zamanda kendi içerisinde sosyal ve çevresel sorunların yanı sıra bölgesel farklılıklarla da yüzleşmek zorunda kalmıştı. Çünkü ekonomik gelişme hiçbir zaman bir ülkenin her noktasında aynı anda başlamamıştır. Bu durum belirli bir bölgeye kamu eliyle ayrıcalık sağlanmasının yanı sıra o bölgenin sahip olduğu doğal kaynaklar ya da coğrafi avantajından dolayı üretim için bir çekim merkezi haline gelmesinden kaynaklanmaktaydı. Her ne kadar başlangıçtaki avantajlara bağlı olarak oluşan farklar doğal kabul edilse bile, bölgeler arasındaki farklılıkların giderilmesi ya da en aza indirgenmesi gerekliydi. Çünkü bölgesel gelişmişlik farklarını bir ülke için önemli kılan yalnızca bir adalet sorunu olması değil aynı zamanda refah, çevre ve daha da önemlisi sosyal özelliğidir. Bunu gelişmekte olan ya da gelişmiş ayrımı yapılmaksızın tüm ülkelerin geçmişte yaşanan sosyopolitik konulara bağlı olarak sorunlu bölgelere sahip olmasına bağlayabiliriz. Amerika'daki kuzey güney savaşları, Pakistan'ın 1947 de ikiye bölünmesi, İspanya'da Bask sorunu, İngiltere'nin İrlanda sorunu, Fransa'da Bretonya ve Korsika sorunu, Belçika'da bölünme sinyalleri, Kanada'da Quebec sorunu, İtalya'da Po Cumhuriyeti ve İskoçlara özerklik konuları sorunlu bölgeler için örnek olarak sıralanabilir. Bölgesel farkların artması, bu gibi bölgelerdeki sorunların daha fazla derinleşmesine ve hatta ulusların bölünmesine neden olabilecek katalizör niteliğindedir. Ekonomik farklılıkların görece olarak azaltıldığı bir ortamda belirtilen sosyopolitik sorunların çözümü çok daha kolay olabilmektedir. Bugün ulaşılan kalkınma paradigmasında ülke ekonomisi başarısının incelenmesinde ele alınan bölgesel farkların artması, toplumdaki adalet duygusunun zedelenmesinin yanı sıra özellikle iş bulma beklentisi ile gelişmiş bölgelere olan göç sonucu çok çeşitli sosyal ve çevre sorunlarını beraberinde getirmektedir.

Bölgesel farklara neden olan faktörleri ekonomik ve ekonomik olmayan şeklinde iki gruba ayırdığımızda, birinci grup için genel çerçevede şunları sayabiliriz (Altun, 2009: 124; Karaalp, 2008: 19-27): hammadde, enerji kaynakları, pazara yakınlık, girişimci nüfus, sermaye, nitelikli işgücü, taşıma maliyetleri, kamu yatırım ve hizmetleri, vergiler, teşvikler, alt yapı hizmetleri, teknolojik yeniliklerdir. Konuyla ilgilenenlerce malum olan bu faktörlere yönelik yapılacak ulusal ve yerel

40

düzeydeki planlar arasındaki ilişkilerin doğru yönetilememesinin bölgesel farkları daha da artıracağı unutulmamalıdır. Sıralanan bu faktörlerin bölgesel farklılıkların oluşmasına olan etkisi süreç öncesinde olduğu gibi süreç sırasında da ortaya çıkabilmektedir. Ancak ekonomi literatürü bu faktörlerin ne zaman ortaya çıktığından çok etkisinin ne derecede olduğu ile ilgilenmiştir. Temelde “neden bazı bölgeler daha hızlı büyür?” ve “başlangıçta neden bazı bölgeler daha zengindir?” sorularına yanıt arayan söz konusu etkilerin ölçülmesinde kullanılan ortak yaklaşım, yakınsama/ıraksama analizleri ile gelirin büyüklüğü ve büyüklüğün değişim hızının belirlenmesi olarak karşımıza çıkmaktadır (Borluk, 2014: 56, 57). Bölgesel farklar üzerinde ekonomi literatürünün ağırlıklı olarak çalıştığı bu yaklaşımın yakın bir zamanda gözden geçirilmesi gerekebilir. Şöyle ki eski ekonomilerde üstünlük olarak ortaya çıkan coğrafi konuma bağlı hammadde, enerji ve ulaşım yerini bilgi temelli yeni ekonomilerde bilgi, yetenek ve liyakatten oluşan beşeri sermayeye bırakmaya başlamıştır. Bunu fiziksel yatırımların artık coğrafi konumuna çok fazla bakılmaksızın en fazla dönüşün alınabileceği yere yapılmaya başlandığından anlaşılmaktadır (OECD, 1997: 39).

Kaynakların ülke coğrafyası üzerinde olduğu gibi dünya üzerindeki dağılımının eşit olmayışı ekonomik büyümelerin ülkeden ülkeye farklı hızda ve büyüklükte olmasına neden olmaktadır. Ülkeler kendi içinde olduğu gibi diğer ülkelerle kıyaslayarak onlar ile olan negatif farklılıkları gidermek amacıyla çeşitli bölgesel politikalar uygulamıştır. Günümüzde gelişmiş ülkelerin daha çok sosyal adaletle ilgili, gelişmekte olan ülkelerin ise tasarruflarını daha fazla kaynak yaratıcı yatırımlarla gelirlerini artırmayı hedefledikleri görülmektedir (Yılmaz, 2011: 45, 51). Yakın zamana kadar gelişmekte olan ülkeler daha çok model olarak gelişmiş ülkelerin iyi uygulama örneklerini denerken günümüzün küresel şartları farklılaşan bölgesel sorunlarına standart çözümler üretmeyi zorlaştırmıştır (Dulupçu, 2006: 245).

41 Şekil 8. Dünya Kişi Başı Gelir Değişimi (1960-2015) Kaynak: (Dünya Bankası(e), 16.11.2016).

Uygulanan politikalara uygulanmış olan ekonomik sistemler çerçevesinde baktığımızda, daha önceki bölümlerde verilen Şekil 4’ten de görüleceği üzere Dünya’da bugüne kadar ki hâkim iktisadi sistem liberal piyasa ekonomisi üzerinden bir değerlendirme yapmak gerekir. Bu durumda söz konusu sistemin Klasik ve Keynesyen şeklindeki temel ayrımı olan “devletin ekonomiye doğrudan müdahale edip etmemesi ”meselesi karşımıza çıkmaktadır. Bir başka ifade ile devlet yalnızca düzenleme ve denetleme boyutunda mı kalmalı yoksa vergi, teşvik, vb. gibi araçlarıyla doğrudan ekonomik bir aktör mü olmalı sorusuna yanıt bazı çevrelerce Klasik yöntemin başarısız olduğu artık Keynesyen savın uygulanması yönündedir

42

(TÜSİAD, 2008: 33). Ancak diğer bir kısım hepsini redderek tamamen yeni bir arayış içine girmektedir. Örneğin, Wallerstein (2009: 114) şimdiki dünya düzeninin yerini alacak olan sistemin ne olabileceğine yönelik yaptığı çalışmada kapitalist dünya ekonomisinin başlangıcından bu zamana kadar olan sürecinde tavan ile taban arasındaki mesafenin hiçbir zaman azalmadığını hatta son 50 yılda kalkınma diye adlandırılan olgunun çok sınırlı bir alanda kaldığını ileri sürmektedir. Dünya Bankası verilerine göre dünyanın 1960’tan bu yana olan kişi başı geliri Şekil 8’deki grafikte olduğu gibi 10 kat artmıştır. Ancak söz konusu gelirin dünya üzerine dağılımına noktasal olarak 1960 ve 2015 yılları için baktığımızda şekildeki haritalardan görüleceği üzere Wallerstein’ın düşüncesini doğrulamaktadır. Şöyle ki, 1960 yılı haritası üzerindeki ton farklılıklarının yaklaşık bu zamandan sonra hayat bulan kalkınma politikaları ile azalması beklenirken 2015 yılı haritasında durumun hiçte beklendiği gibi gerçekleşmediği görülmektedir. Değişen tek şeyin daha önce 250 ile 1.550 USD aralığının 6.950 ile 44.430 USD aralığına taşınmış olduğudur. Bu da zaten dünya insanı için kişibaşı gelirin yaklaşık 10 katına çıkışını açıklamaktadır.