• Sonuç bulunamadı

2. ERGENLİK VE RUH SAĞLIĞI

2.3. Ergenlikte Psikolojik Sağlık Sorunları

2.3.2. Anksiyete

Kaygı; nedeni açık olmayan korku ya da giderilemeyen sıkıntı, güvensizlikten doğan tedirgin edici duygu, tasa ve kuşku, tehlike duygusunun oluşturduğu korku ve bunaltı olarak tanımlanır (Köknel, 1989: 230; Hançerlioğlu, 1993: 223; Budak, 2000: 437; Güleç, 2009: 159-160). Nesnesiz olması nedeniyle korkudan farklıdır. Korkunun belirli bir nesnesi varken, kaygıda yoktur (Hançerlioğlu, 1993: 223; Dağ, 1999; Budak, 2000: 437). Horney (1994: 33), korku ve kaygının tehlikeyle orantılı tepkiler olduğunu, ancak korku durumunda tehlikenin açık ve nesnel olduğunu buna karşın kaygı durumunda gizli ve öznel olduğunu belirtir.

Razi (2005; 102-106) ise stresi, aşırı ve üzüntü veren düşünce, anksiyeteyi ise endişe kavramlarıyla açıklar. Ona göre bu iki anormal durum aşırı olduklarında istediklerimizi elde etmemizi engellemek suretiyle bize elem ve eza verir. Stres ve kaygının normal seviyede tutulması bu anlamda önemlidir. Aksi takdirde yüksek düzeyde olmaları bedeni zayıflatarak yorgun düşürür, mutluluğu engeller. Aynı zamanda üzüntünün düşünceyi ve aklı bulandırdığı (bilişsel terapide mantık yürütme, sağlıklı düşünmeme veya Ellis’ in akılcı düşünmesi gibi), bireyi hem bedensel hem de ruhsal olarak olumsuz etkilediğini ifade eder.

Bazı psikologlar korku ile kaygı arasında üç temel farklılığın bulunduğunu belirtirler;

1. Korkunun kaynağı belli iken, kaygının belli değildir.

2. Korku kaygıdan daha şiddetlidir.

3. Korku kısa süreli iken, kaygı uzun sürelidir (Cüceloğlu, 1994: 277).

Geçtan (1995: 244), Horney’in yazılarında korku ve anksiyeteyi sık sık bir arada eşanlamlı olarak kullandığını, ikisinin de tehlikeye karşı geliştirilmiş duygusal tepkiler olduğunu, her iki duyguda da titreme, terleme, ölüm korkusu yaratabilecek

kadar hızlı kalp atışlarının olduğunu aktarır. Kaygı, neredeyse her şeyle ilgili aşırı ve gerçekçi olmayan endişelere kapılmak veya kötü şeylerin olacağını hissetmekle karakterize edilir. Yetişkinlerde yaklaşık olarak % 5 oranında görülüyor. Kadınlarda yaygınlığı (% 6.6), erkeklerden (% 3.6) yaklaşık iki kat daha fazla seyretmektedir (Plotnik, 2009: 517). Kaygı yaşayan insan bir şeylerden korkmuş gibidir ve kendini aşırı rahatsız hisseder, kuruntuludur, iç sıkıntısı çeker ve bu hoş olmayan duygularını sadece kendisinin fark ettiği düşünür. Klinik tabloda huzursuzluk, gerginlik, uykusuzluğa dönen öfke patlamaları, ölüm ya da çıldırma korkuları, kalp çarpıntısı, nefes alma güçlüğü, baş dönmesi, uyuşma, ellerin terlemesi, yorgunluk, bitkinlik gibi bir takım belirtiler eşlik eder (Dağ, 1999).

Kaygının kaynağı olarak; bilinmeyen zamanda ölüme yazgılı olduğumuzu bilmek, bilinçli varlıklar olmamız, yaşamımızdaki kararları bilinçli bir şekilde vermek ve sorumluluğuna katlanmak zorunda olmamız, varoluşsal bunaltı ve beraberinde gelen anlamsızlık gibi felsefi nedenlerin yanı sıra; desteğin çekilmesi, olumsuz bir sonucu beklemek, iç çelişki ve gelecekte ne olacağını bilememenin getirdiği belirsizlik gibi psikolojik sebepler sıralanır (Cüceloğlu, 1994: 277; Güleç, 1999).

Yalom (2000: 86-91), araştırmaların dindar kişilerde daha az ölüm anksiyetesi olduğunu aktarır. Yine daha bilinçli düzeyde bulunan dindar denekler, ölümü oldukça olumlu bir havada karşılamakta ancak sezgisel düzeyde anksiyeteye yenilmektedirler. Ona göre psikolojik anlamda olgunlaşmamış yaşlılarda ve psikiyatrik hastalarda yüksek ölüm kaygısından söz etmek mümkün görünmektedir. Horney ise ölüm korkusunun temelinde aslında yaşama isteğinin olduğunu ve bu çatışmanın anksiyeteye yol açtığını savunur (akt. Geçtan, 1995: 245).

Rollo May “çağımız insanının sorununu; dünyada kontrolü dışında olup bitenler karşısında bireyin ruhsal dünyasındaki bütünlüğün bozulması sonunda yabancılaşma ve keder duygularının ortaya çıkması ve bununda güçsüzlük ve kaygıya yol açması” şeklinde formüle etmektedir (akt. Dağ, 1999). Sayar (2000c) ise “Anksiyete bir benlik olarak varlığına temel kabul ettiği bir değere yönelik tehdidin yol açtığı endişe” şeklindeki tanımından sonra, insan için yaşanmaya değer belirli

değerler tahrip edildiğinde kişinin kendi varlığının da tahrip edileceği korkusunu hissedeceğini dile getirir.

“Freud’e göre anksiyete, fiziksel ya da toplumsal çevreden gelen tehlikelere karşı bireyi uyarma, gerekli uyumunu sağlama ve yaşamı sürdürebilme işlevlerine katkıda bulunur. Ne var ki anksiyete, nevrotik anksiyetedeki gibi gerçekdışı ve mantığa aykırı bir nitelik alırsa, uyum sağlamaya yardımcı olan işlevini yitirir ve normal dışı davranışların kaynağı olur (Geçtan, 1995: 48-49). Freud (1995; 39-41), dindarlardaki suçluluk, iç güdüleri baskı altına alma ve cezalandırılma korkusunun kaygı oluşturduğunu, süreç içerisinde nevrotik bir görünüme dönüştüğünü ifade eder. Sullivan Freud’den farklı olarak kaygı sürecini kişilerarası ilişkilerin etkilediğini, Horney ise bilincaltı dürtülerin kaygıyı tetiklediğini, ancak kaygının özellikle bu dürtüler kültürel, sosyal öğelerle çatıştığı zaman yaşandığını ifade eder (Burger, 2006: 201). Bu nedenle Dürü (1999), günümüzde insan için tehdit unsurunun değiştiğini, büyük oranda sosyal boyutun tehdit haline geldiğini, insanların geçmişten farklı olarak sosyal olaylarla ilgili kaygı duyar hale geldiklerini belirtir.

Kaygının ergenlik döneminde ki görünümüne gelince; araştırmalar kaygı bozukluğunun ergenlikte yaygın olarak görüldüğünü söylüyor. Burger (2006: 199- 200), 1980’lerden itibaren çocuklardaki kaygı düzeyinin geçmişe oranla daha yüksek çıktığını, bir anlamda gerçekten de bir kaygı çağına girdiğimizi vurgular. Hatta çağdaş edebiyatın öncüleri olarak gösterilen Kafka, Sartre, Auden gibi yazarlar eserlerinde kaygı çağının temel karakteristikleri olan korku, kaygı ve tedirginliği yansıtmışlardır. Kaygı çağı 1940’lardan itibaren ruhbilim dünyasının temel araştırmaları arasındaki yerini almıştır (Köknel, 1989: 69). Yalom (2000) ise ergenlerdeki ölüm korkusunun diğer yaş gruplarına göre daha yüksek olduğu sonucunu aktarır.

Birçok ergen için anksiyete hislerinin zararsız, geçici ve gelişimin belirli bir dönemi ile ilişkili olduğu belirtilir. Ancak kaygının akran bağlarının güçlenmesi, aileden bağımsızlığın artması ve uyanan cinselliğin keşfini engelleyici bir yönünün

de olduğu bilinmektedir. Hayward ve Collier (2008: 181), çoğu ergenin tedavi edilebilir bir anksiyeteye sahip olduğunu ancak bunun farkında olmadıklarını aktarırlar. Onlara göre tedavi edilmeyen kaygı bozukluğu depresyon, intihar eğilimi ve madde suistimalini tetiklemektedir.

Çocuk ve ergen kaygı bozukluklarının oluşumunda birbirilerini etkileyen; çevresel, genetik, gelişimsel ve psikolojik faktörlerin (ebeveynde patoloji, ayrılık anksiyetesi, depresyon, okula gitmeyi reddetme, davranışsal ketlenme, başarısızlık, madde kullanımı vb.) etkili olduğu belirtilmektedir (Gökler, 2005). Aral ve Başar ise (1996) ergenlikte kaygının okul ortamında sık karşılaşılan bir durum olduğunu, özellikle sınavların en fazla kaygının yaşandığı durumlar olduğunu ifade ederler. Örneğin, Aral ve Başar’ ın (1996) Anadolu lisesi sınavına hazırlanan ve hazırlanmayan 350 öğrenci üzerinde gerçekleştirdikleri çalışmada; sınava hazırlanan kız öğrencilerin kaygı puanları diğerlerine göre daha yüksek bulunmuştur. Erkeklerde ise anlamlı bir fark bulunmamıştır. Aynı çalışmada eğitim düzeyi yüksek ailelerden gelen ve sınava hazırlanan öğrencilerin kaygı puanları daha yüksek çıkmıştır.

Ergenlik dönemi belli başlı kaygıları şu şekilde sıralanmaktadır; sağlık, kişilik, aile ve ev, sosyal hayat, kız-erkek arkadaşlığı, din ve ahlak, okul meslek ve gelecek kaygıları (Çevik, 2005). Ülkemizde yapılan bir araştırmada (15-17 yaş arası gençler üzerinde) gençlerin başlıca korkularının ölüm ötesi olduğu ve %40,1’ nin yanarak, boğularak, hastalanarak ve acı çekerek ölmekle ilgili sürekli kaygı içinde oldukları tespit edilmiştir (Özkan, 1984; Akt. Çevik, 2005).

Ekşi (2003), 1952-1993 yılları arasında 2000 Amerikalı öğrenciye sürekli anksiyete testlerinin uygulanması sonrasında anksiyetenin % 20 oranında arttığını, anksiyetenin artmasıyla boşanma, işsizlik, yalnız yaşama, güven eksikliği, insanlarla yakın ilişkiye girememenin de buna paralel olarak arttığını açıklamaktadır.

Bir diğer çalışmada ise Amerika da 15-54 yaşlar arası 8000 kişi ile görüşülerek DSM tanı sistemi uygulanmış ve sorunlar tanımlanmıştır. Buna göre deneklerin % 50’ sinde ömür boyu süren bozukluklar tespit edilmiş ve en sık görülen zihinsel

bozuklukların başında madde kullanımı (% 27) gelirken, ikinci sırada kaygı bozukluklarının ( % 25) geldiği tespit edilmiştir (Plotnik, 2009: 516). Anksiyete haricinde temel belirtisi kaygı olan, panik bozukluk, stres bozukluğu, fobiler ve obsesif-kompulsif bozuklukta anksiyete bozuklukları başlığı altında değerlendirilir (bkz. Köknel, 1989: 229-243; Shiffer, Klein, Sider, 1994: 149; DSM-IV, 1994: 171-

187).10