• Sonuç bulunamadı

AHMET YESEVİ HACI BEKTAŞ VELİ ÇİZGİSİNDE AHLAK TEMELLİ DİN ANLAYIŞ

Prof. Dr. Hasan ONAT Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

hasan.onat@divinity.ankara.edu.tr

ÖZET

Ahmet Yesevi, Türk dünyasının yetiştirmiş olduğu büyük bir âlim ve mutasavvıftır. İs- lam’ın evrensel ilkelerini, hikmetler hâlinde Türk toplumunun gönlüne nakşetmiştir. Ahmet Ye- sevi’nin en mühim özelliği, İslam’ın inanç ve davranış planında nihai hedef olarak ortaya koymuş olduğu yüksek ahlak ilkelerini hayatının odağına yerleştirmiş olmasıdır. O hayatını kaşıkçılık ya- parak kazanmış, dürüstlüğü düşünce ve eylem planında içselleştirmeyi başarmıştır.

Hacı Bektaş Veli, Ahmet Yesevi’nin açmış olduğu çığırda yürümüş, Anaadolu insanının gönül dünyasında “hikmetler”i yeniden yeşertmiştir. “İman akıl üzeredir” diyerek, aklı kullanma- nın dinin gereği olduğu göstermiş; “bilimden gidilmeyen yolun karanlık” olacağını belirtmiştir.

İçinden geçtiğimiz süreçler, özellikle sömürge ortamında üretilmiş, tepkisel din anlayı- şını yansıtan tercüme kitapların da etkisiyle, ahlak temelli din anlayışının etki gücünü yitirmeye başladığı bir dönemi işaret etmektedir. Dinin, insan hayatına anlam kazandıran temel kodları iş- levsiz kalmaya başlamıştır. Dinin toplumsal birleştiricilik ve bütünleştiricilik işlevinin etkin ola- bilmesi, onun insan odaklı anlaşılmasına, ahlak temelli olarak yaşanmasına bağlıdır. Ahmet Ye- sevi- Hacı Bektaş Veli çizgisi, bu doğrultuda bizim için yol gösterici olabilir. Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaş Veli, insana, sırf insan olduğu için değer vermiş; ahlakın en yüce değer olduğunu yaşayarak göstermişlerdir.

Anahtar Kelimeler: Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş Veli, Ahlak.

I

Din, varlığını ve meşruiyetini insanın varlık yapısından alan, insanın olduğu her yerde bir şekilde etkisini hissettiren bir vakıadır. İnsanlık tarihi bütünüyle dinden uzak toplulukların varlığından söz etmeye imkân vermemektedir. Ancak bireyin de, toplumların da “din” ile olan sınavı çok çetin olmuş; hiçbir zaman doğrusal ve tek düze bir çizgi izlemediği gibi, doğrudan “olumlu” ya da “olumsuz” nitelemelerinin yapılmasını da neredeyse imkânsız hale getirmiştir. Din, çoğu zaman çift yönlü kesen bir kılıç gibi olmuş; insanı insanlığın zirvesine taşıdığı gibi,

insanlık onuru ile bağdaşmayan durumlara da sürüklemiştir. Zaman zaman insanca yaşamanın temel ortak paydasını etkin kılmış, yaratıcı yetileri motive etmiştir; bazen de ayrılıkçı duruşları ve iktidar çatışmalarını meşrulaştırmış, dünyayı zindana dönüştürmüştür. Sorunun dinden kaynakla- nıp kaynaklanmadığı elbette tartışılabilir. Biz, insanın dinle ilişkisinde, insandan kaynaklanan so- runlara odaklanmak, özellikle İslam dünyasında gözlenen ahlaki çöküşü büyüteç altına almak is- tiyoruz. Amacımız sadece sorunların tespiti değil; geçmişe öykünmeden yaşanan tecrübelerden, örneklerden ders çıkartarak çözümün mümkün olabileceği konusundaki umut ışıklarını azıcık da olsa büyütebilmektir… Tarih bize, “din”den bütünüyle vazgeçmenin mümkün olamayacağını söy- lediğine göre, sorunun dinin anlaşılma biçimleriyle ilgili olduğunu düşünmek pek yanlış olmasa gerektir. İşin gerçeği dini anlayan da, yaşayan da, kurumsallaştıran da insandır. Müslümanlar hem İslam’ın ahlaki boyutunu görmezden gelmeye başlamışlar, hem de ahlaki olmayan pek çok şeyi meşrulaştırma yoluna gitmişlerdir. Ahlaksızlığın meşrulaştırılması, her zaman ahlaksızlıktan daha tehlikelidir.

İslam insanın kendini inşa etmesini kolaylaştırmak, aklın daha etkin kullanılmasını sağ- lamak ve anlamlı bir hayatta, mutlu olarak, enerjisini salih amele dönüştürmesini mümkün kılmak için var olan bir dindir. “Yüce ahlakı” ile dikkat çeken Hz. Muhammed, “Ben güzel ahlakı tamam- lamak için gönderildim” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 381) diyerek İslam’ın nihai hedefini ve- ciz bir şekilde ifade etmiştir. İslam, bilerek inanan, kendi varlığının farkında olan, bilmediğinin peşinden gitmeyen; Allah’ın kendisine “şah damarından” daha yakın olduğu bilinci içinde, “ken- disine yapılmasını istemediği bir şeyi başkasına da yapmayan”, ilkeli olan ve güven veren insan tipini inşa etmek istemektedir. Kur’an’ın kurucu ilkelerinin ışığında özgürlük, adalet ve sorumlu- luk bilinci esas alındığı zaman, İslam’ın öngördüğü yüksek ahlak kendiliğinden gelişecektir. Na- maz, oruç gibi temel İslami ibadetlerin birinci amacının “varoluşsal farkındalık” yaratmak oldu- ğunu düşünecek olursak, ikinci amacının sorumluluk bilinci ve kötülüklerden insanı uzak tutmak olduğunu söyleyebiliriz. En nihai aşamada yüksek ahlak, insanın insan onuruna, haysiyetine ya- raşmayan, varoluşun ve Kur’an’ın kurucu ilkeleri ile bağdaşmayan her şey uzak durarak, Kur’an’ın istediği anlamda iyi insan olmayı başarmaktır. Yüksek ahlak dinginliği; Tanrı ile, top- lumla ve kendisiyle barışık olmayı gerektirir. Kötü olan her şeyden, bilinçli olarak uzak durulur. Yüksek ahlakın bazı temel ilkelerini, sadece İsra suresinden hareketle şöyle maddeleştirebiliriz:

*“Allah’la beraber başka bir tanrı edinme, yoksa yerilmiş ve tek başına kalmış olursun.” (17/22).

*“Rabbin yalnız Kendisine tapmanızı ve ana babaya iyilik etmeyi buyurmuştur. Eğer iki- sinden biri veya her ikisi senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı ‘öf’ bile demeye- sin, onları azarlamayasın. İkisine de hep tatlı söz söyleyesin. Onlara acıyarak alçak gönüllülük

kanatlarını ger ve ‘Rabbim! Küçükken beni yetiştirdikleri için sen de onlara merhamet et’ de.” (17/23-24).

*“Yakınına, düşküne, yolcuya hakkını ver; elindekileri saçıp savurma.” (17/26). *“Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma, yoksa pişman olur açıkta kalırsın.” (17/29).

*“Çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla öldürmeyin. Biz onlara da size de rızık veririz. Onları öldürmek, şüphesiz büyük günahtır.” (17/31).

*“Sakın zinaya yaklaşmayın; doğrusu bu çirkindir, kötü bir yoldur.” (17/32). *“Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın.” (17/33).

*“Yetimin malına –ergin çağa ulaşana kadar- en güzel şeklin dışında yaklaşmayın. Ahdi de yerine getirin, doğrusu verilen ahidde sorumluluk vardır.” (17/34).

*“Bir şeyi ölçtüğünüz zaman, ölçüyü tam tutun, doğru teraziyle tartın. Böyle yapmak sonuç itibariyle daha güzel ve daha iyidir.” (17/35).

*“Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalb, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur” (17/36).

*“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü sen ne yeri delebilir ve ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.” (17/37).

Sadece İsra Suresindeki, bizim “insan” olmamıza katkı sağlayan bazı ilkeleri sıraladık. Bunların Hz. Musa’ya gelen “On Emir”i de içerdiğini hemen hatırlatalım. Bir başka ifade ile, İsra suresinde özetlenen bu ilkeler, insanlık tarihi boyunca gelen bütün peygamberlerin çağrılarının da özünü oluşturmaktadır. Biraz düşünecek olursak, bu yüksek ilkelerin, insan olma doğrultusunda aklın da belirleyici ve evrensel ilkeleri olduğunu fark edebiliriz.

İnsan, hiç kuşkusuz Tanrı’nın yarattığı en muhteşem varlıktır. Ancak biyolojik olarak var olmak, akıl ve hür irade sahibi olmak “insan olmak” için tek başına yeterli değildir. Hatta insan olmak için iyinin, güzelin ve doğrunun ne olduğunu bilmek de yeterli değildir. Burada esas belir- leyici hem bilmek, hem de olmaktır. Yani, neyin iyi, güzel ve doğru olduğu, iyinin, güzelin ve doğrunun gerçekleştirilmesi ile gerçek anlamını bulabilecektir.

Müslümanların ondört asrı aşan tarihlerine, hatta insanlığın genel akışına şöyle bir bak- tığımızda, bireysel ve toplumsal planda sağlıklı yaratıcılığın, refah ve mutluluğun yaygınlaşması- nın, sağlıklı üretimin adaletin içselleştirildiği, barışın etkisini hissettirdiği ortamlarda ve zaman dilimlerinde açık seçik görülebildiğini söylemek mümkündür. Zor zamanlarda insanın yaratıcı ye- tileri bazen daha iyi çalışabilir; fakat kalıcı olan özgürlük ortamlarındaki yaratıcılıktır. Toplum- larda huzuru, barışı ve mutluluğu sağlayan temel belirleyici adalet, özgürlük ve barıştır. Bu tespi- timizi ahlakla irtibatlandıracak olursak, yüksek ahlak ilkelerinin içselleştirildiği, özgürlüğün ve adaletin var olduğu toplumlarda, her zaman huzur ve mutluluk da vardır. Aslında bireysel olarak

aynı şeyleri söyleyebiliriz: Yüksek ahlaka sahip bireyler kendileriyle, Tanrı ile ve toplumla barışık olurlar. Böylesi bireylerin özü sözüne, içi dışına uygundur; sevmeyenler bile onların güvenilir olduğunu bilirler. Hz. Muhammed’e “el-Emin” (her şeyiyle inanılır, güvenilir kimse) sıfatı, Pey- gamber olmadan önce, içinde bulunduğu toplum tarafından verilmiştir.

Yüksek ahlakın en çok görünür olduğu üç alan vardır: İnsan anlayışı, diğer insanlara dav- ranış biçimi, üretim… İnsanın bizatihi değer olduğu bilinci gelişmeden, ahlaklı olmak da, ilkeli olmak da mümkün değildir. Ahlakla ilgili bütün tezahürlerin odağında ise adalet ve dürüstlük var- dır; bunun adı Kur’an dilinde “istikamet”, yani dürüst / dosdoğru olmaktır. İşte Ahmet Yesevi, İslam’ın özgürlük ve ahlak temelli anlaşılma biçimini, meşhur “Hikmetler”iyle ölümsüz kılmış; yaşayışıyla da bu anlayışın Türkler’in bilinçaltında yer tutmasını sağlamıştır. Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaş Veli örneğinden hareketle “ahlak temelli din anlayışı”nın ne anlama geldiğini biraz anlayabilirsek, İslam’ın bir tür siyasal ideolojiye indirgendiği, içinden geçtiğimiz “tuhaf zaman- lar”ı daha iyi değerlendirebiliriz. Aslında Türkler’in İslam’la ilgili genetik miraslarının kökleri Ahmet Yesevi’nin Hikmetler’inde yatmaktadır. Hacı Bektaş Veli, Ahmet Yesevi’nin yüksek ahlak ilkelerini Anadolu’da yeniden yeşertmeyi başarmıştır.

II

Ahmet Yesevi, Tasavvuf düşüncesinin etkin olduğu bir çevrede Batı Türkistan’da Say- ram kasabasında doğmuştur. Yedi yaşlarında iken annesini, daha sonra da babasını kaybeder ve kız kardeşinin yanında kalır. Ablası ile birlikte gittiği Yesi’de ilk tahsiline başlar ve Arslan Baba ile tanışır. Onun vefatından sonra zamanın önemli ilim merkezlerinden biri olan Buhara’ya gider. Orada devrin ünlü âlimlerinden Yusuf Hemedani’nin ders halkasına katılır. Kısa zamanda onun en gözde talebeleri arasına girmeyi başarır ve onun vefatını müteakip, irşat ve terbiye faaliyetle- rine başlar. Bir süre sonra Yesi’ye döner ve 562/ 1166 tarihinde orada vefat eder. (Geniş bilgi için bk. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ank. 1976, 61 vd.)

Ahmet Yesevi’den bize intikal eden en önemli miras, onun Hikmetler’idir. Hikmet, veciz bir şekilde “dini-tasavvufi özlü söz” olarak tanımlanabilir. Ahmet Yesevi’nin “Hikmetler”i, İs- lam’ın yüksek ahlakının damıtılarak, güzel Türkçe ile insan idrakine sunulmuş halidir. Tarikat faaliyetlerinin kendisini İslam’la özdeşleştirdiği; aklın, bilginin, bilimin din adına itibarsızlaştırıl- dığı bir dönemde, Tasavvuf’un, tarikatın ne olduğunu merak edenler için en iyi örneklerden birisi Ahmet Yesevi’dir.

Ahmet Yesevi, her şeyden önce İslam’ı bilir; âlim bir insandır; İslam’ı ana kaynağından, Kur’an’dan almıştır. Der ki: “Benim hikmetlerim ferman-ı Sübhan;/ Okuyup anlasan manayı Kur’an./ Benim hikmetlerim âlemde sultan/ Kılar bir lahzada çölü gülistan ”. (Ahmed-i Yesevi, Divan-ı Hikmet Seçmeler, hz. Kemal Eraslan, Ank. 1991, 271) Âlim insan ilmiyle amil olur; Kur’an ahlakı ile ahlaklanmış olur : “İnci, cevher sözüm âleme saçsa,/ Okuyup anlasa, Kur’an’ı

açsa./ O âlime canım kurban kılarım;/ Bütün ev barkımı ihsan kılarım./ Hani âlim, hani amil ya- ranlar?/ Hüda’dan söylese siz can veriniz. / Gerçek alim yastığını taştan kıldı; / Anladığı şeyi aleme dedi. / Kendini bildi ise, Hakk’ı bildi. / Hüda’dan korktu, insafa geldi”. (Ahmed-i Yesevi, Hikmetler, 273-5) Gerçek alim, ilmiyle amil olandır. Demek ki, bir yerde bilgi yoksa ilim yoksa orada bırakın tasavvufu, İslam’dan bile söz edilemez. Bir yerde insanla Kur’an arasına engel ko- nuluyorsa orada İslam olmaz.

Ahmet Yesevi meslek sahibi bir kimsedir; hayatını kendi emeği ve alın teri ile kazanır; kimsenin parasında, pulunda gözü yoktur. Onun, kaşıkçılık yaptığı, onları satarak geçimini sağla- dığı bilinmektedir. Bu konu ile ilgili, onun çok yönlü hassasiyetini yansıtan ilginç bir menkıbe vardır. Ahmet Yesevi, yaptığı kaşıkları bir heybeye koyar, öküzünün sırtına yüklermiş. Öküz, kendi başına sokaklarda dolaşırken, kaşık ihtiyacı olan istediği kaşığı alır ve parasını heybenin gözüne bırakırmış. Denilir ki, kim kaşığı alıp parasını bırakmaz ise, öküz de, para heybenin gö- züne konuncaya kadar onun peşini hiç bırakmazmış. (Vilayetname, Menakıbı Hünkar Hacı Bektaş Veli, hz. Abdulbaki Gölpınarlı, İst. Trz. 14) Bu menkıbede hem emeğin kutsallığı, hem güven duygusunun anlam ve önemi, hem de emeğin karşığının mutlaka verilmesi hususu vurgulanmış olmaktadır. Yüksek ahlaka sahip kimselerin başkalarının malında mülkünde gözü olmayacağı gibi, hiçbir şekilde haksızlık karşısında sessiz kalamazlar. Başkalarının emeği ile başkalarının sır- tından geçinen insanların dini hassasiyetleri her zaman tartışılmalıdır.

İnsan, yaratılmış varlıklar içinde kendi varlığının farkında olan tek varlıktır. Yüce Yara- tıcı, insanları uyarmak için vahiy göndermiştir. Din, insan hayatına anlam kazandırabilmek için, öncelikle insana kendini tanıtmayı, bir başka ifadeyle kendi varlığının farkına var imkânı sağla- mayı hedef alır. Bunun tasavvuf dilindeki adı “Kendini bilmek”tir. Ahmet Yesevi’nin dediği gibi: Gerçek âlim, “Kendini bildi ise Hak’kı bildi; / Hüda’dan korktu ve insafa geldi”. Ahmet Yesevi’yi çok iyi anlayan, onun düşüncelerini Anadolu’ya taşıyan ve bu topraklarda yeniden yeşerten Hacı Bektaş Veli de bu konuda şöyle der: “..Kimesne kendüzin bilmeyince Çalap taalayı dahi bilmez” (Hacı Bektaş Veli, Makalat, hz. Esat Coşan, Ank. 1971, 54).

Tasavvuf dilinde sık kullanılan bir deyim vardır: “Kendini bilen Rabbini bilir”. Her ne kadar sık kullanıldığı için biraz içi boşaltılmış olsa da, bu söz, imanın, sorumluluğun ve kurtuluşun bireysel olduğunu çok güzel özetlemektedir. Kur’an’a göre dileyen inanır, dileyen inkâr eder ve kimse kimsenin günahını çekmez. Allah’ın en güzel şekilde yarattığı akıl ve hür irade sahibi bir varlık olan insan, kendini bildiği zaman yaratma ile ilgili süreçleri de bilir ve Yüce Yaratıcı’yı daha iyi takdir edebilir. İnsanın “âlemin özü” olduğu şeklindeki anlayış, yaratma ile ilgisi bütün süreçlerin insanda özetlendiğini akla getirmektedir. Büyük mutasavvıflar, insanın kendini bilmesi meselesi üzerinde gerçekten özenle durmuşlardır.

İnsana, sırf insan olduğu için saygı göstermek, büyük mutasavvıfların hassasiyetlere üze- rinde durdukları bir başka husustur. Tasavvuf dilinde “72 millete bir gözle bakmak” şeklinde ifade bulan bu anlayışın en güzel şekilde ifade edildiği yerlerden birisi Hikmetler’dir. Şöyle der Ahmet Yesevi: “Sünnet imiş, kâfir de olsa, incitme sen;/ Hüda bizardır katı yürekli gönül incitenden/ Allah şahit, öyle kula hazırdır Siccin;/ Bilginlerden duyup bu sözü söyledim işte”. (Ahmed-i Ye- sevi, Hikmetler, 1991, 57). İnsan sevgisinde zirveyi işaret eden bu yaklaşım Hacı Bektaş Veli’nin Makalat’ına şöyle yansır: “Hakikatun evvel makamı doprak olmakdur; ikinci makamı yitmiş iki milleti ayıplamamakdur”. (Hacı Bektaş-ı Veli, Makalat, 30).

Ahmet Yesevi’nin şu ifadeleri de onun insan anlayışını anlamayı kolaylaştırmaktadır: “Nerde Görsen gönlü kırık, merhem ol sen; /Öyle mazlum yolda kalsa hemdem ol sen; / Mahşer günü dergâhına mahrem ol sen; / Ben-sen diyen kimselerden geçtim işte. / Garip, fakir, yetimleri Rasul sordu; / Hem o gece Mirac’a çıkıp didar gördü; / Geri inip garip, yetim izleyip yürüdü; / Gariplerin izini izleyip indim işte”. (Ahmed-i Yesevi, 1991, 49).

Ahmet Yesevi’yi biraz yakından tanımak, bize, Türkiye’de ve İslam dünyasında tasavvuf ve tarikat adına söylenenler, yapılıp edilenler ve yaşananlarla ilgili ciddi ölçütler kazandırmakta- dır. Biz de bir cümlede özetleyelim: İnsanın değersizleştirildiği, Kur’an’la insan arasına engel konulduğu, akıl ve bilim düşmanlığının yapıldığı, iman ve aklın alternatif olarak sunulduğu, gele- neğin dinleştirildiği bir yerde gerçek anlamda Tasavvuftan ve İslam’dan söz etmek pek mümkün olmaz…

III

Hacı Bektaş Veli, özellikle Türklerin din anlayışının daha çok ahlak temelli bir nitelik kazanmasında etkin olan, Anadolu’daki tasavvuf düşüncesine damgasını vuran, Türk dünyasının yetiştirdiği büyük kafalardan birisidir. 1271 tarihinde vefat ettiği bilinmektedir. (Hacı Bektaş Veli’nin hayatı hakkında geniş bilgi için bk. Hacı Bektaş-ı Veli, Makalat, hz. Esat Coşan, Ank. 1971, XV vd.)

Hacı Bektaş Veli, Selçukluların son zamanlarında yaşamış, Osmanlı Devleti kurulmadan önce vefat etmiştir. Onun yaşadığı dönem, geçtikleri her yakıp yıkan Moğolların oluşturduğu deh- şetli kasırgadan sonraki kaos dönemidir. Bu dönemde, Konya’ da Mevlana, Kırşehir’ de Ahi Ev- ren, Sulucakarahöyük’te, bugünkü adıyla Hacıbektaş’ da Hacı Bektaş Veli gibi daha birçok ismin, bir anlamda Anadolu’nun mimarları olarak tarih sahnesinde oldukları bir dönemdir. Bunlar, Mo- ğol kasırgası sonrasında yersiz yurtsuz kalan, ölümle hayat arasındaki ince çizgide gidip gelen, çok yönlü bir çöküntü yaşayan, morali bozulan, sağlıklı üretimden uzak kalan insanların düşünce dünyalarını ve davranış biçimlerini daha sağlıklı hale getirebilmek için önderlik yapan; güvenin, barışın ve yüksek insani değerlerin gelişmesi için çaba harcayan erdemli insanlardır.

Bu isimlerin bugün bile saygı ile anılmasını sağlayan bazı ortak özellikleri vardır. En başta da güvenilirlik… Aslında İslam’ın davranış planında insandan istediği en önemli özellik de budur. Mü’min insan ilkelidir; her koşulda “dosdoğru” olur. Hz. Peygamber’in ifadesiyle “Mü’min, herkesin elinden ve dilinden güvende olduğu kimsedir.”

Mevlana, Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş Veli dediğimizde meselenin daha çok dini bo- yutunu algılarız. Bu insanlar dinin anlam ve önemi hakkında üst seviyede bilinç geliştirmekle kalmamışlar; hayatın anlamının insanın yaratıcı yetilerinde gizli olduğunu göz önüne sermek is- tercesine yaratıcılığa, üretime ve yüksek güven kültürüne büyük önem vermişlerdir. Mesela, Ahi- lik ve Ahi Evren’ le birlikte, günümüzde üretimde sıkça konuşulan “toplam kalite”nin ve planlı üretimin insanlık tarihindeki ilk örneklerine rastladığımızı hemen belirtmeliyiz. Üretim, kaliteli ve planlı üretim Ahilik teşkilatının üzerinde hassasiyetle durduğu, çok önemsediği bir konudur. Bunun farklı yansımalarını Ankara civarında yaşamış olan Hacı Bayram Veli’de de görüyoruz. Hacı Bayram Veli, kendisi ürettiği gibi, esnafa hem üretim planlanmasında, hem kaliteli üretimde destek olur. Aynı şekilde Hacı Bektaş Veli’ ye baktığımızda, onda da üretimi teşvik eden bir du- ruşun mevcut olduğu hemen dikkat çeker. Emek kutsaldır. Müslüman insan, en azından zekât verecek kadar üretmek zorundadır. Hacı Bektaş Veli’nin içinden geldiği gelenek, üretimi, helal kazancı önemli bulan ve insanları bu doğrultuda yönlendiren bir gelenektir.

Aslında Hacı Bektaş Veli denildiği zaman akla gelen diğer önemli bir husus akla ve bi- lime yaptığı vurgudur. “Makalat”ta şöyle denilmektedir: “iman akıl üzeredir”. (Hacı Bektaş-ı Veli, Makalat, 14) Hacı Bektaş Veli’nin düşünce dünyasında aklın birinci derecede önemi vardır. Yine “Makalat”ta ve ona atfedilen başka kaynaklarda geçen “yetmiş iki milleti bir gözle bakmak” şek- lindeki ifade, onun insan anlayışını ve insan sevgisinde ulaştığı zirveyi bize göstermektedir.

Hacı Bektaş Veli dediğimizde sadece insan sevgisi değil doğa sevgisi de akla gelir. Velâyetname’de çok etkileyici bir hikâye vardır. Kalecik dolaylarından Hacı Bektaş Veli’ yi zi- yarete giden bir grup yolda bir domuz sürüsüne rastlar; içlerinden bazıları küçük bir domuz yav- rusunu yakalar ve kuyruğuna bir teneke bağlarlar. Bu teneke ses çıkarttıkça sesten ürken domuz sürüsü de süratle koşmaya başlar. Daha sonra bu grup Hacı Bektaş Veli’nin yanına geldiğinde, Hacı Bektaş Veli onlara döner ve şöyle der: “Biz hayatımızda hiç böyle terlememiştik, bizi çok yordunuz. O domuz yavrusunun kuyruğuna tenekeyi niye bağladınız? Biz yetişip onu kurtarma- saydık çatlayıp ölecekti”. Burada olayın gerçek olup olmadığından öte, verilen mesaj son derece önemlidir. Müslüman kültüründe domuz çok fazla önemsenen bir hayvan değildir. Domuz eti ha- ramdır ve Müslümanlar da domuza pek sıcak bakmazlar. Ama Hacı Bektaş Veli’den söz eden Velayetname’de, Yunus Emre’nin ifadesiyle “yaratılanı, Yaratandan ötürü hoş görme”nin anlam