• Sonuç bulunamadı

1.1. DİN DUYGUSU VE İNANMA İHTİYACI

1.1.19. Ahmet Midhat, Acâib-i Âlem

Ahmet Midhat daha önce yazmış olduğu Paris’te Bir Türk adlı romanında, Nasuh Efendi ve Zekâ Beyleri Paris’e göndermiştir. Bu iki zıt kahramandan Nasuh Efendi, orada karşılaştığı yabancılara; Türklüğü, Müslümanlığı ve Osmanlılığı savunmuş ve yaşantısında bunları sergilemeye çalışmıştır. Acâib-i Âlem romanda da iki şahıs, Rusya’ya seyahate gönderilir. Bunlar Subhi ve Hicabi’dir. Bu kahramanlar, daha önceki romanda olduğu gibi birbirlerine zıt karakterler değil, aynı düşünceyi paylaşan iki samimî arkadaştır. Din ve inançlarına bağlı olan iki arkadaş, fennî konularda araştırmalar yapmak için seyahate çıkmışlardır. Bu yönüyle eser, tarih ve coğrafya bilgisine dayanan fennî ve ilmî bir seyahat romanıdır. Subhi Bey, bekâr; Hicabi ise, evli ve çocuk sahibidir. Subhi, tabiatta yaratılan her şeye âşıktır. Evi, tabiatta bulunan her türlü şeylerle bezenmiş bir laboratuvar gibidir.

19.Asır, bilimin son hızıyla geliştiği bir dönemdir. Her gün, yeni keşif ve buluşlar gerçekleştirilerek gazete ve dergilerde yayınlanmıştır. Tabiatı, bizzat yerinde görüp incelemek

için birçok Batılı bilim adamı çıkmış ve araştırmalar yapmıştır. Tabiattaki birçok kanun ve mükemmellik, bir kısım insanları inançsızlığa sürükleyip dinlere karşı tavır almaya sürüklerken bir kısmını da dine yöneltmiştir. Böylece, tabiattaki mükemmelliği görerek yaratıcıya olan hayranlıkları artmıştır. Romanın baş kahramanı Subhi Bey, tabiata âşıktır. Arkadaşı Hicabi’ye bunları anlatırken her şeyi yaratan Allah’a şöyle seslenişte bulunur: “Ya Cenab-ı Hakk beni kör yaratmalı idi veyahut kanun-ı tabiatını böyle bir milyon adamın aklı bir yere gelse âciz kalacak kadar vâsi yapmayıp sınıf-ı mahlûkatın efrâdını azaltarak tetkikî kabil olabilecek bir surette yaratmalı idi” (9) Onun için dünyaya gelmekten maksat, Sâni-i Rabbanî’yi temaşadan ibaret olup, yemek içmek giyinmek, kuşanmak gibi şeyleri ise masnuât-ı İlâhîyeyi temaşa ile ruhunu gıdalandıracak olan insanın vücudunu muhafaza etmektir. Yine Hicabi’ye: “Cenab-ı Hakk’ın hafayâ-yı kudret-i sanîsini muvazeneye medar olan kanun-ı tabiata siz dahi âşık mısınız?” (12) der. Sözlerine devam ederek: “Sahib-i Cemal Hâkim-i Kâinat hazretleri o cemâlin dahi hâlıkıdır. İşte cemâle âşık olmak var ise o Cemâl’e âşık olmalı. Vuslat-ı hakikîye var ise ona vâsıl olmalı! (14) Ah! kâinat içinde darı tanesi kadar kalmayan şu dünyanın üzerinde küçüklüğü insanı çıldırtacak derecede kendimi gördükçe mabudumun azamet ve kibriyasına karşı ne tatlı bir mahviyet ile mahv olup gidiyorum (16). İyisi işte böyle azizim! Âleme gelmekten bir maksat var ise ben zannediyorum ki o maksat dahi tetkikât-ı tabiiyye ile Cenab-ı Hâlık ve Sani-i Azim hazretlerinin kudret ve maharetine hayran olmaktır. Zevk de bundan ibarettir” (17) der. Subhi anlatmasına daha da devam eder. Hicabi’yi bu seyahate teşvik için dinî konulara girer ve dinin insanı, ilim ve araştırmaya teşvik ettiğini söyler. Cenab-ı Hakk’ın insana iki göz vermesinden maksat eğer "görmek" ise insanın seyahat etmesi, vaciptir. Görmek hikmetinin muktezâsı bize etrafımıza bakmak lüzumunu hissettiriyor ise etrafımıza birkaç hatve atmak lüzumunu da mutlaka hissettirmelidir. Gözlerini yalnız bir noktaya dikerek o noktadan ayrılmayan insana eğer "deli" diyebilmek mümkün ise seyahat etmeyen insana dahi bu sıfatı vermek kabildir. Zira insanın içinde doğduğu şehir “kıt’a-i âleme” nispetle bir nokta olup insan elbette o noktadan gözlerini ayırarak biraz da “nokta-ı saireyi” görmelidir. (…) Allah bile Kur’an-ı Kerim’inde seyahatı tavsiye buyurmuştur. Söylenenleri dinleyen Hicabi, dinî bilgilerini yoklayarak:

“Arzda seyretsinler! Evvelinin akibeti ne olduğunu görsünler!” m

ealinde olan ayet-i kerime hatırına gelir. Tefsirde, hâdiste, kelâmda olan “behre-i azimesi” kendisini bu “ayet-i celilenin” hikmetlerini göz önüne almak vadisine dahi sevk edince (27) artık Hicabi seyahat şevkiyle Subhi’den ziyade sabırsızlığa başlar. Subhi bu konuları, arkadaşı Hicabi’ye öyle içten anlatır

ki, Hicabi’de de merak uyanır. Seyahati merak eder ve arkadaşıyla beraber seyahate çıkmaya karar verir.

Subhi ile Hicabi bütün hazırlıklarını yaptıktan sonra Rusya’ya doğru yola çıkarlar. Kâinat ve tabiattaki her şey üzerine konuşup tartışırlar. Tartıştıkları konulardan birisi de Allah’ın kâinata koyduğu kanunlardaki hikmetlerdir (48). Konuyu insanların ölüp dirilmesine getiren bu iki samimî arkadaş, bunun bile hikmetli ve yerli yerinde olduğunu vurgularlar. Doğup ölmenin de Allah’ın insanlara başka bir lütfu olduğunu söylerler (50). Rusya’da onlara ilk önce bir Rus prensesi refakat edip yardımcı olur. Trende aynı vagonda seyahat ederken Rus prensesi bu iki Müslüman seyyaha konyak ikram eder. Ancak iki seyyah inançları gereği konyağı içmezler. Bunu gören Prenses, önce hayret eder, daha sonra kendi dinlerince de içki içmenin haram olduğunu; ancak birkaç kadeh konyak içmenin fazla bir zararı olmayacağını söyler (75).

İki arkadaş, Rusya’da, Miss Haft adında bir İngiliz seyyahı ile tanışırlar. Miss Haft ile iyi anlaşan seyyahlar, arkadaş olup bundan sonra seyahatlerine beraber devam ederler. Subhi

Bey ile Miss Haft bekâr; Hicabi ise, evlidir. İlim ve araştırma aşkından dolayı içlerinde aşka

dair bir his beslemeyen Miss Haft ile Subhi Bey, zamanla farkına varmadan birbirlerine ilgi duyarlar. Bu nedenle arasıra evlilik, kadın, erkek, boşanma ve bu konuda dinlerin insanlara tanıdığı hakları konuşur tartışırlar (97). Bu vesile ile iki farklı dine mensup ve dinî inançlarına bağlı olan bu iki insan, ister istemez dinlerin bu konulardaki hükümlerine değinirler. Bir gün aralarında evlilikle ilgili konuşurlarken Miss Haft: “Bizim şeriat-ı Nasraniyyede bir kere teehhülden sonra bir daha ayrılamamak mecburiyeti ne kadar facialara sebep oluyor.” diye eleştirirken İslâmiyetteki tek taraflı olan boşanmayı tenkit etmekten de kendini alamaz: “Sizin şeriat-ı Muhammediyyede erkek her ne zaman ister ise, zevcesini tatlik edebildiği hâlde kadın her ne zaman ister ise ayrılamamak mecburiyeti ne büyüktür! ” (97) der. Subhi ile Hicabi, bunun hikmetini de Miss Haft’a izah ederek onu ikna ederler.

Üç seyyah, Rusya’nın Harkof şehrine geldiklerinde şehrin birçok tarihî yerini gezdikten sonra Mecusilere ait bir dinî mabedi de ziyaret ederler. Bu vesileyle üç seyyah; Hristiyanlık, Yahudilik, Mecusilik, Müslümanlık ve bunların insanlara tanımış olduğu haklar ve özgürlükler üzerinde konuşup tartışırlar. Miss Haft, Osmanlıların diğer dinlerde olan insanlara iyi davrandıklarını ve onların hürriyetlerine dokunmadıklarını söyler. Bu durumun

inançlarından kaynaklandığını vurgular. Bu durum, iki Osmanlı seyyahını memnun eder ve

Subhi Bey’in Miss Haft’a olan sevgisi bir kat daha artar (101-102). Gezilerini sürdüren

seyyahlar, bir köyden geçerlerken bir şey dikkatlerini çeker. Miss Haft, köydeki her evde Hz.İsa ve Hz.Meryem’in resimlerini görünce hayret eder ve bunun sebebini oradakilere sorar. Konuyu üç seyyah aralarında konuşup bilgi alış verişinde bulunurlar. İngiliz olan Miss Haft, Protestan olduğundan resme pek ehemmiyet vermez. Onun için bu evlerdeki resimlere hayret etmiştir. Subhi Bey, Miss Haft’a, Ruslar’ın Ortodoks olduğunu, Rumlar’ın da Ortodoks olup evlerinde resim bulundurduklarını ve İstavroz çıkardıklarını anlatınca Miss, bilmediği bu durumu hayretle defterine kaydeder (106-107).

Seyyahlar, Rusya’nın payıtahtı olan Moskova’ya gitmek için sabırsızlanırlar. Yazar, romanın beşinci kısmına Moskova başlığını koyar. Moskova saray ve kiliseleriyle şöhret bulmuştur. Moskova’yı gezerlerken hemen hemen bütün Saray ve kiliselerini ziyaret ederler. Bu vesileyle araya giren yazar, şehri ve ve bu şehirdeki saray ve kiliseleri tarihi gelişimlerine de değinerek uzun uzun anlatır (126-127). Seyyahlar Moskovadaki patrikhaneleri ziyaret etmeyi de ihmal etmezler. Yine, bu patrikhaneler de incelenir, tarihî yapıları ve gördükleri işlevler üzerinde durulur (128-129). İncelenen kilise ve diğer dinî mabetler ziyaret edilirken tarihî çanlar da ihmal edilmez. Dünyanın en büyük çanı, Moskova‘da bulunmaktadır (129-130). Bu büyük çan hakkında bilgi verilirken Moskova'daki diğer çanlar hakkında da kapsamlı bilgiler verilir (134-135).

Moskova’da tarihî ve turistik yerler ziyaret edilirken Moskova‘da bulunan Tatar Camiî de dikkatlerini çeker. Caminin sadeliği, Protestan olan ve sadeliğe ehemmiyet veren Miss Haft’ın hoşuna gider (137-138). Caminin sadeliği hoşuna giden Miss Haft, bunları defterine kaydederken ziyaret ettiği kilise ve manastırların şatafatını da eleştirir (138).

Moskova’dan sonra Petersburg’a uğrayan seyyahlar yine burada bulunan tarihî yerleri ziyaret ederken dinî mabetleri de ziyaret etmeyi ihmal etmezler (154-155). Petersburg da saray ve kiliseleriyle şöhret bulmuş şehirlerdendir. Seyyahlar Petersburg’u gezerlerken hemen hemen bütün saray ve kiliselerini ziyaret ederler. Bu vesileyle araya giren yazar, hem Petersburg şehri hakkında tarihî bilgiler verir, hem de bütün kiliseleri ve bu kiliselerin iç tezyinatı ve tarihî geçmişlerinden uzunca bahseder. Bazı büyük kiliseler üzerinde durur ve geniş bilgiler verir (160-166). Tarihî kütüphane ve müzeleri de gezerler. Bu üç seyyah Petersburg’da bir

müzeyi ziyaret ederken orada bulunan sekizyüz yıllık el yazısıyla yazılmış bir İncil (188-189) de dikkatlerini çeker.

Bilindiği gibi Subhi ile Miss Haft, yolculuk ve seyahat esnasında birbirlerini severler. Subhi bu sevgisini belli etse de Miss Haft, belli etmez. Fakat o da içinden Subhi’yi sever. Miss Haft, Londra’da bulunan halasına bu durumu bildirince halası, duruma çok kızar ve yazdığı bir mektupla olumsuz cevap verir. Halasının; Miss Haft’ın Subhi ile evlenmesini istememesinin sebebi, Subhi’nin Müslüman ve Türk olmasıdır. Ancak Miss Haft’ın gittikçe Subhi’ye olan sevgisi artar ve halasına yazdığı başka bir mektupta şunları bildirir: “Siz Müslümanları Türkleri sevmeyebilirsiniz. İngiliz ve Protestan olmak hesabıyla kendi mezhep ve kavmiyetinize mensup olmayanları sevmemekte cümleden ziyade sizi muhtar bırakırım. Fakat Osmanlılara benim peyda eylemiş olduğum hiss-i temâyülü bana bir sevimli Osmanlı’nın ihsas eylemiş olduğunu hükmetmekliğiniz o Osmanlıdan ziyade benim hakkımda bir eser-i hakaret addolunabilir” (202-203).

Üç seyyah, Rusya’nın bazı şehirlerini dolaştıktan sonra ülkenin soğuk bölgelerini dolaşıp incelemelerine devam ederler. Orada karşılaştıkları Samoyedler ve Laponlar’ın inançları konusunda da bazı inceleme ve mütalâalarda bulunurlar. Bu vesile ile araya giren Yazar, Samoyedler hakkında geniş bilgiler verir. İlkel bir topluluk olan Samoyedler ve Laponlar, avcılıkla geçimlerini sağlarlar. Aralarında güçlü bir asabiyet vardır. Hristiyan olmakla birlikte, din, onlar için geri plânda kalmaktadır. Üç Seyyah, Samoyedlerin hayır ve şerrin sahibi iki tanrıya inandıklarını öğrenirler. Laponlar ise, gök yüzünü birçok tabakaya ayırıp Tanrının en üst tabakada oturduğuna diğer tabakalarda bulunan insanların ise, onun çocukları olduğuna inanırlar. Ayrıca seyyahlar, bunların şeytanla ilişkilerinin olduğu ve sihirle uğraştıklarını da öğrenirler (246-247).

Rusya’nın soğuk bir bölgesi olan kuzey batısına doğru yollarına devam eden seyyahlar, buzlar üzerinde zor anlar yaşarlar. Oradaki bazı insanlarla bir gün ava çıkarlar. Av sırasında bir ayı, Subhi ile Miss Haft’a saldırır. Subhi, elinde bulunan hançerle ayıyla mücadele ederken zor anlar yaşar ve sonunda ayıyı öldürmeyi başarır. Ancak, kendisi de birçok yerinden yaralanır. Bundan sonra Miss Haft, Subhi’nin yaralarını sarar. Başa gelen olayda kaderin hükmü olduğunu söyleyen Miss Haft ve Hicabi, böylece ona teselli verirler (257). Olaydan sonra Miss Haft ile Subhi arasındaki sevgi, giderek artar ve nihayet duygusal bir aşka döner. Onun

için her konuda inançlarına bağlı olan Subhi, bu üzücü olaya bile, Allah’ın bir lütfu olarak bakâr. Miss de ona hak verir (258-259). Miss Haft’ın, bir doktor ve hemşire gibi bakıp koruduğu Subhi, gün geçtikçe iyileşir.

Rusya'daki araştırma ve incelemelerini tamamlayan bu üç seyyah, seyahatları sonunda bir İngiliz “araştırma ve inceleme” gemisiyle Londra’ya doğru yollarına devam ederler.Yolda Miss Haft ile Subhi arasındaki aşk ve sıcak münasebetler gittikçe artar. Evlenme konusunda kararsız olan Miss Haft, ayrılığın yaklaştığını hissedince Subhi ile evlenmeye karar verir. Sonra işin hukukî ve dinî yönünü öğrenmek için geminin kaptanından bazı bilgiler almaya çalışır. Bu vesile ile nikâh, farklı dinde olanların evlenmeleri, dinlerin bu konulardaki hükümleri anlatılarak dinler arasındaki görüş ayrılıklarından bahsedilir. Hatta Yahudilik, Putperestlik inancına sahip olan insanların bile bu konudaki görüşlerine yer verilir (270-272). Evlenmeye karar veren Subhi ile Miss Haft’a, İngiliz yolcuları tarafından birçok sualler sorulur. Bu suallerden birisi de rızıklarını nasıl temin edecekleri konusudur. İngiliz kaptanı biraz da dalga geçercesine bu suali sorduğunda, muhafazakâr ve dinî konularda daha hassas ve bilgili olan Hicabi: “Bu münakehe ne âşıkâne ve ne de maşukâne! Bizim itikadımıza göre Cenab-ı Hakk rezzâk-ı âlemdir. Hele akd-ı nikâh edenlerin rızkı için bir de va’di mahsus vardır” (278) diyerek İngilizi susturur. Samimî hislerle birbirlerine bağlı olan iki Osmanlı arkadaş, yolda her konuda birbirlerine yardımcı olup teselli verirler. Subhi Bey; İngiliz olan Miss Haft ile evlenmeye karar verdiğinde Hicabi, ona daima yol gösterip yardımcı olmuştur. Ayrıca, Hicabi, bu evlilikten dinen bir yasak olmadığını arkadaşı Subhi’ye anlatır (283). Gemide bunlar yaşanırken diğer taraftan, Osmanlılar, Türkler ve Müslümanlar hakkında hiç iyi düşünmeyen, bundan dolayı Miss Haft’ın evliliğine karşı çıkan halası, yolcuları beklemektedir. Miss Haft, halasını ikna etmek için birçok izahlar yapar; fakat mutaassıp bir Protestan olan kadını ikna etmek mümkün olmaz. Ancak Miss’in ısrarlı isteğini istemeyerek de olsa kabul etmek zorunda kalır. Bu vesile ile Miss Haft; Osmanlıların, Türklerin ve Müslümanların inanç olarak çok hoşgörülü olduklarını anlatır. Müslümanları küçük görmenin de doğru bir hareket olmadığını halasına söyler (286). Miss’in halası yine de tam ikna olamaz. Londra’da nikâhları kıyılan Subhi Bey ile Miss Haft; düğünlerini İstanbul’a bırakırlar. Çünkü, dinlerine ve inançlarına bağlı olan bu iki sevgili, düğünlerinin, her iki dinin âdetlerine

göre yapılmasını istemektedirler. Bunun için cami ile kilisenin bulunduğu şehir İstanbul’dur. “Resm-i nikâhın icrasında isti’cal edilmedi. Zira Miss Haft bir Protestan ayinince icra-yı nikâhı ne derecelerde iltizam eylemekte ise Subhi Bey dahi şeriat-ı İslâmiyyece akd-ı nikâhı o nisbette iltizam eylediğinden bu iki ihtimalin İstanbul’a cem olunabileceği nazar-ı dikkate” (288) alınır. Sonunda evlenip isteklerine kavuşan bu iki sevgili mutluluğa ererler.

Romanda yer alan kırk yedi kahramandan altısı Müslüman kırk biri Hristiyandır. Müslüman

olanlar: Subhi Bey, Hicabi Bey, Hoca Tahsin Efendi, Hicabi Bey’in hanımı, kızkardeşi ve

biraderi. Hristiyan Olanlar: Miss Haft, Miss Haft’ın halası, birinci kaptan, birinci kaptanın karısı, ikinci kaptan, ikinci kaptanın karısı, bir İngiliz, İngiliz’in karısı, bir sandalcı, bir dümenci, nebatat mektebi müdür ve hocalarından biri, Rus arabacı, bir binbaşı, bir Kazak süvarisi, bir çocuk, Prenses, üç nefer arabacı, bir süvari yüzbaşısı, bir jandarma binbaşısı, bir Rum, şimendifer memuru, saray-ı imparatori mihmandarlarından biri, bir yüzbaşı, bir Rus, Kontes Katina Katanof, üç mösyö, iki kadın, otelde hizmetçi kadın, Baron Mihal, Rus sandalcı, bir zabit, bir balıkçı, Samoyet hizmetçi kadın, Rus simsar, Samoyet papazı, bir Samoyet, avcıbaşı olan Samoyet, bir botanik doktoru ve bir ilm-i heyet âlimi. Roman, şahıs olarak kalabalıktır. Ancak çoğu figüratif şahıs olup romanda fazla fonksiyonu olmayan kahramanlardır. Etkili olan kahramanların din duygusu ve inançlarından yukarıda bahsedilmiştir. Diğer kahramanların din duygusu ve inançlarına pek değinilmemiştir.