• Sonuç bulunamadı

2. ATMOSFER KAVRAMINI MİMARLIK BAĞLAMINDA DÜŞÜNMEK

2.2 Bedensel Israr ve Atmosferik Arayış

2.2.1 Ölçülebilir mekânla ilişkilenen beden açılımları

Görüldüğü üzere güncel mimarlık tartışmalarında mimari atmosfer, etkileyici mimari düzenlemelerle birlikte ele alınmakta ve bedensel olarak nüfuz eden karakteriyle ön plana çıkmaktadır. Atmosfer teriminin oldukça yeni bir terim olduğu göz önüne alındığında, mimari atmosferin tarihsel gelişimde izini sürmek adına beden açılımları ve mimari atmosfer arasında paralel bir okumaya gidilebilir. Tarihsel gelişimde, beden açılımlarının, mimarlık tartışmaları ve uygulamalarını direk olarak etkilediği durumlara oldukça sık rastlanmaktadır. Bununla beraber, beden tartışmalarının günümüzden antik döneme dek uzanan yapısı sayesinde, beden-mimarlık arakesitindeki yaklaşımlar da oldukça geniş bir çeşitlik aralığına yayılmaktadır. Antik döneme bakıldığında, doğayı tüm bilginin kaynağı olarak gören Marcus Vitruvius Pollio (MÖ 80,70-MÖ 15), Platonik düşünceye benzer bir şekilde, bedeni ideal olanın (doğanın) ilkeleriyle kurulmuş bir yapı olarak okumaktadır. Mimarlık alanında da güzel olanın kurgulanabilmesi için bu ilkeler ışığında hareket edilmektedir. Bu nedenle Vitruvius, bedenin oranlarını geometrik olarak takip ederek tanımladığı ilkelerle mimarlar için sabit bir şablon, bir rehber niteliğindeki De Archhitetura isimli eserini tanıtmaktadır.

Hristiyanlık inancının etkisiyle ise, Mesih'in ıstıraplarını temsil eden ve ölümsüz insan ruhuyla birlikte var olan beden fikri ön plana çıkmaktadır. Öte yandan 15. yüzyılın başlarında İtalya'da filizlenen Rönesans hümanizmi, antik döneme öykünen haliyle,

bedensel mecazlar ve metaforlarla kurulan bir mimari yaklaşımı takip eder. Yeni matbaa imkanlarıyla, Leon Battista Alberti’nin 1450'lerin başlarındaki sürdürdüğü De re aedificatoria (On Building) isimli mimari incelemesi Vitruvius’un De Archhitetura eseriyle birlikte basıldığında, 18.yy’a kadar büyük oranda takip edilecek olan ve metaforik bedenden temellenen bir mimari düşünce şeklinin teorik temeli ilan edilmiş olur. Bu temel, mimari elemanlara zemin oluşturan, beden, oran, orantı, düzen, kompozisyon, bütünlük gibi terimler ve güzellik kavramı etrafında kurulan tanımlı, nesnel ve mecazi mimariyi tanıtmaktadır.

Hristiyanlık inancının etkisiyle benimsenen beden kavrayışı ve bu kavrayıştan temellenen mimari yaklaşım, Ortaçağ katedrallerinde Gotik ve Barok yapılar etrafında hissedilen, mistik atmosferi tanıtmaktadır. Bu yaklaşım, diğerlerinden farklı olarak duygusal durumlarla daha ilişkili gözükmektedir. Benzer şekilde Böhme, kiliselerin atmosfer bağlamında incelenmeye değer olduğunu vurgulayarak kilise deneyimlerini ele almaktadır. Böhme’ye göre kilise deneyimleri, ayin törenlerinden kaynaklanan bir tarihsel şartlanmayla birlikte gerçekleşmektedir. Bu noktada kiliseler insanları, belli bir hayranlık, tefekkür etmeye hazır olma, aşkınlık beklentisi içinde olmaya yönlendirirken, insanların aklına dünyevi faaliyetlerden uzak olan özel yerler olarak yerleşmektedir. Bununla beraber düşünür, kiliselerin etrafında kurulan mistik atmosferi anlamak adına, kiliseleri karakterize eden bazı deneyimleri düşünmeye davet eder. Bunlardan biri, sessizlik ve yüceliktir (süblime) deneyimidir. Sessizlik ve yücelik birbirlerine nüfuz ederek artiküle olurken bir atmosferden diğerine geçişte kontrast deneyimleri kurmaktadır. Bir başka karakterize edici ise ışıktır. Gotik kiliselerde ışık, Tanrı'dan kaynaklanan yaratıcı güç olarak anlaşılmaktadır. Varlığın gücünün ışık olarak deneyimlenmesine izin veren bu anlam, mimari olarak kurulan etkileyici niteliklerin, dini deneyim açısından yorumlandığı nadir bir durumdur. Bu tür bir deneyime aracılık eden ışık, bir parlaklık değil bir görünüm veya görünen bir ışımadır. Karanlıkta olmak, bu ışık deneyiminin olmazsa olmazıdır (Böhme, 2017a). Benzer bir deneyime Barok kiliselerde de rastlanmaktadır. Gilles Deleuze, Barok sanatın, soyut ve beyaz Kartezyen zemin yerine karanlık zemini tercih ettiğini vurgulayarak bu yaklaşımın mimari yansımalarına değinmektedir. Barok mimaride karanlık zemin, hücre, ayin yeri, yeraltı mezarı, kilise, tiyatro, okuma ya da baskı odası gibi gizli mekânların karanlıkta kalmalsıyla kurulmaktadır. “…ışık ancak dışarıya ait hiçbir şeyin görünmesine izin vermeyecek kadar iyi gizlenmiş, yalnızca saf bir içerinin

dekorlarını aydınlatan ya da renklendiren deliklerden geçerek gelir”. Barok mimarlığın çoşkusu, ışığın içeride konumlananın bile farkına varamadığı boşluklardan süzülmesinde yatmaktadır (Deleuze, 2006, s.45) (Şekil 2.13).

Le Corbusier tarafından tasarlanan La Tourette Manastırı’nda göze çarpan karanlık zemin ve ışık (Url-5).

Baroğu sonsuza giden kıvrımla özdeşleştiren Deleuze, sonsuzlaşan kıvrımların ruhsal dokunuşunu Barok natürmortlar üzerinden aktarır. “Tablo kıvrımlarla öylesine doldurulmuştur ki bir çeşit şizofrenik tıkıştırmayla karşı karşıya kalırız ve kıvrımları açmak için onları sonsuz hale getirmek, onlardaki ruhsal dersi çıkarmak gerekir” (Deleuze, 2006, s.181). Barok kıvrım sonsuz süreklilikle var olmakta iken Gotik çizgi Bernard Cache’nin vurguladığı gibi şiddet dolu sapma çizgileridir (Şekil 2.14). Gotik sanat, gözün egemenliğinden kurtularak, görsel-dokunsal karaktere bürünen haliyle organsız bedene benzer. “…Gotik çizgi…üst seviyede bir zihinselliğin belirtisidir zira onu organik olanın dışına, temel kuvvetleri araştırmaya sevk eden zihinsel bir istençtir. Yalnız bu zihinsellik bedenin zihinselliğidir, zihin bedenin kendisidir, organsız bedendir” (Şentürk, 2016 s.346).

Böhme’ye göre kilise deneyimlerini karakterize eden bir başka durum, kullanılan taş malzemedir. Taş kiliseler, çok özel bir mekânsal deneyimi sağlayabilir çünkü tıpkı diğer malzemeler gibi taş, bir malzeme olarak, duyusal özelliklerini bir atmosfer üzerine aktarmaktadır. Fakat, malzeme, ışık vb. düzenlemelerin yanında, sınırlama, yönlendirme, kuşatıcı bir hacmin düzlenmesi gibi hareket önerileri, etkileyiciliğin kurulmasının bir parçasıdır. Bununla beraber, etkileyici düzenlemeler sadece duyulara hitap eden düzenlemeler ve hareket önerileriyle sınırlı olmayıp, işaretler ve semboller gibi geleneksel unsurları da içermektedir. Dini semboller, üslup özellikleri, freskler ve yazıtlar gibi bazı görsel sanatların, mevcut bir atmosfere bağlanmasıyla güçlenen bazı kiliseler, özellikle mistik bir atmosferi hissettirebilmektedir (Böhme, 2017a).

Öte yandan, 15.yy sanatında, bedensel hareketler ile zihinsel hareketlerin birbirine bağımlı hallerine oldukça vurgu yapılmaktadır. Örneğin, Leonardo Da Vinci, “kızgınlık, acı, ani korku, ağlamaklı olma, kaçamak davranma, arzu, buyurganlık, aldırmazlık, kaygı vs.” gibi duygusal durumların beden hareketleriyle eşleşen yanlarını anlamak adına birtakım çalışmalar yürütmüştür (Baxandall, 2015, s.96-98) (Şekil 2.15).

Solda Floransa Okulu sekiz el eskizi; sağda Massaccio’nun Cennetten Kovuluş isimli eseri (Baxandall, 2015).

Rönesans ile birlikte bedene ve anatomiye duyulan merak etrafında beden, bir bilgi ve araştırma alanı olarak ele alınmaya başlamıştır. Anatomiye olan ilginin büyümesiyle, anatomi başlı başına bir yer teşkil eder olmuş ve beden üzerinden deneyler yürüten, neden-sonuç ilişkileri üzerinden ilerleyen bilimsel yaklaşımlara zemin hazırlamıştır.

Bu dönüşüm, analitik düşüncenin şafağı olarak okunabilir. Kunst’un da vurguladığı gibi beden, bir düzene göre nedensel işleyiş içinde çalışan, rasyonel-biyomekanik açıklama prensibini temsil eden bir gösterge olarak, organ ve kas ansiklopedisi karakterine bürünmektedir (Kunst, 1999).

Özellikle René Descartes’in bedeni ve zihni ele alış şeklinden temellenen Kartezyen ayrım, bedeni yalnızca bir nesne, bir mekanizma olarak görmeyi önerir. Descartes, zihne ait olanları bedenin dışında, bedene ait olanları ise zihnin dışında tutmaktadır. Kartezyen ayrım, “bedenlerimiz içinde yalıtılmış benlikler olarak kendimizin farkına varmamızı” önerirken, birbirinden ayrı iki dünyayı tanıtmaktadır, zihin ve madde (Capra, 1992, s.69).

Alberto Perez-Gomez, Kartezyen düalizminin ilk olarak mimari teoride 17.yy’ın sonuna doğru mimar, doktor, biyolog ve teorisyen Claude Perrault'un metinlerinde ortaya çıktığını belirtmektedir. Başın arkasındaki epifiz bezi tarafından etkinleştirilen ölçülebilir dünya düşüncesi, değişmez, geometrik ve matematiksel gerçekliğe indirgenmiş bir dış dünya algısısını büyütmüştür. Perrault, algılamanın pasif olduğunu varsayarak bilişsel süreçleri, sadece beyindeki kavram ve imgeler ilişkisinin bir sonucu olarak düşünmektedir (Perez-Gomez, 2015).

Dolayısıyla biyomekanik beden açılımlarıyla mimarlık sahnesine bakıldığında, matematiksel gerçekliğe indirgenmiş pasif algı ile birlikte gelişen, ölçülebilir mekân anlayışı göze çarpmaktadır. Metafiziksel bir çizgiyi takip eden ideal beden ile mecazi bir çizgiyi takip eden metaforik beden açılımlarının ise oran-orantı, geometri, düzen, kompozisyon gibi terimler etrafında ortaklaştığı görülmektedir. Biyomekanik beden açılımları kadar olmasa da bu ortaklaşmanın da, ölçülebilir mekân anlayışına katkı sağladığı düşünülebilir (Şekil 2.16). Bazı kiliselerdeki mistik atmosferin altında yatan motivasyon olarak ele alınabilecek olan Mesih’in bedeni ise dini ve ruhani duyguları ön plana çıkaran birtakım mimari düzenlemeleri, sanatla iç içe geçmiş şekilde tanıtmaktadır. Bu noktada, bu kiliselerin ölçülemeyen ya da görünmeyen mimari mekâna dair bazı ipuçları taşıdığı söylenebilir.