• Sonuç bulunamadı

3. HOLLYWOOD BİLİM KURGU SİNEMASINDA

3.5 Çağdaş Hollywood Bilim Kurgu Sineması ve Hipergerçeklik

3.5.2. Çağdaş Hollywood Bilim Kurgu Sineması, Simulation ve

Doksanlı yıllarda, internet, etkileşimli bilgisayar programları ve oyunları gibi sanal birer gerçeklik şeklinde varolan sayısal, hipergerçekçi uzamların gelişmesi, bilim kurgu sinemasında sanal gerçeklik temasının işlendiği bilim kurgu filmlerinin sıklıkla yapılmasına neden olmuştur.

Bu temanın işlendiği filmlerden biri Total Recall’dur (Paul Verhoeven, 1990), (Gerçeğe Çağrı). Filmde, olaylar 2084 yılında geçer.

Satürn, Mars ve diğer gezegenler, yani uzay, insanlar tarafından çoktan fethedilmiştir. Ancak Mars’ta özgürlük yanlılarının başlattığı saldırılar devam etmekte ve Dünyalılar ise bu gelişmeler karşısında her an bir devrim beklentisi içinde yaşamaktadır. Turistik anlamda sanal turların düzenlendiği birer yer haline gelmiş gezegenlere, sanal yolculuk düzenleyen şirketlerden biri de “Recall” dur.

İkibinli yıllarda yaşayan Douglas, kendini dünyaya ait hissetmeyen ve kimliksiz olduğunu düşünen bir işçidir. Douglas için Mars’ta casus kimliği ile heyecan dolu bir serüven yaşaması için, Recall tarafından sanal bir yolculuk programı hazırlanır. Ancak herşeyin hazır olduğu, yolculuğa başlanacağı sırada ortaya bir terslik çıkar ve bu terslik sonucunda Douglas’ın önceden Mars’ta yaşayan Quaid adlı kişi olduğu ve anıları silinerek dünyaya gönderildiği anlaşılır.

Başka bir uzamın gerçekliğini yaşar biçimde gerçekle sanal olanı birbirine karıştıran Quaid, Mars yıllarındaki anılarını film boyunca hatırlar. Mars’a gidip direnişçilerle buluşan Quaid, “Recall” şirketi tarafından kendisine önerilen sayısal kadın, Melina (Quaid’in Mars’taki kız arkadaşıdır) gibi, sanal yolculukta gördüklerinin aslında belleğinden silinmiş kısımlar olduğunu farkeder. Hipergerçek bir uzamda, bir insan simulacrumu olarak tasvir edilen Quaid kişiliği, yeni teknolojilerle yaşatılabilecek gerçekliğe ilişkin önemli bir örnek olarak izleyicilerin karşısına çıkar.

Üçüncü tip uzama benzer, ancak onun geliştirilmiş hali olarak nitelendirilebilecek bu uzam anlayışında görüntüler, gerçekçi etkiye sahip olmalarıyla öncekilerden farklılaşır. Üçüncü boyut yeniden kazanılmıştır, ancak bu defa sayısal ve elektronik bir biçimde. Daha önceden tariflediğimiz biçimiyle “görünürde gerçekmiş gibi” görüntülerin sinemada yaratılabilir olması, sanal olarak varolan uzamların sinemada kullanılabilmesine olanak sağlamıştır. Teknoloji gelişmiş ve bu yeni uzamda varolabilmek, hipergerçekliğe ait olunacak biçimde olanaklı olmuştur.

Sanal gerçeklik teması, The Lawnmower Man (Brett Leonard, 1991) (Bahçıvan) adlı filmde, gerek biçimsel, gerek içeriksel olarak başarılı bir biçimde ele alınır. Bir insanın bilgisayar ortamına sayısallaşarak geçmesinin konu edildiği Bahçıvan filminde, insanların sayısal ortamlarda hapsolmuş birer kişilik olarak tasvir edildiğini ileri sürebiliriz.

Jurassic Park filminde, gerçekte varolamayacak bir uzamın sinemada yaratılabilmiş olduğunu görürüz. Gerçek görüntülerle bilgisayar destekli görüntülerin birleştirilerek oluşturulduğu bu dinozor-hayvanat bahçesi, bilgisayar teknolojisinin yardımıyla her türlü uzamın yaratılabileceğini göstermektedir. Yapay canlılar, gerçek uzamda; gerçek canlılar, sanal uzamlarda varolabilmiştir.

Yönetmenliğini John Flynn’in yaptığı Brainscan (1994) (Tarayıcı) adlı yapımda sanal gerçeklik teması, tekrar bilgisayar oyunları üzerinden ele alınır. Film, bilgisayar oyunlarıyla ilgilenen 16 yaşındaki Michael’ın “Brainscan” adlı etkileşimli bilgisayar oyununu oynamasıyla başlar. Gerçeklikle içiçe geçmiş olan bu bilgisayar oyununda Michael, bir dizi cinayet işler. Kurbanlar, bilgisayarın seçtiği, gerçek hayattan kişilerdir. Filmin sonunda, tüm olayların sanal gerçeklik yaratan bilgisayar ortamında, “Brainscan”de, geçtiği anlaşılır.

Sanal gerçeklikte varolan bir oyunun gerçek hayatla içiçe geçmesi konusunun işlendiği bir başka yapım, eXistenZ (David Cronenberg, 1998) (Varoluş) adlı filmdir. Sanal gerçekliğin ve genetik mühendisliğin ulaştığı boyutları bir tehdit olarak gören film, yaşam gerçeğinde insanların gerçeklik algısının bozulduğunu ileri sürer.

Ostwald’a göre, teknolojik anlamda yaşanan gelişmeler, kişilerin uzam algısını değiştirmiştir. İnsan beyni, kişinin sanal uzamda yaptıklarıyla orada da bir yaşam sürmesine neden olmuştur (1997:127).

Bilgisayar teknolojisindeki gelişmeler, bilim kurgu sinemasında her türlü uzamın sayısal olarak simüle edildiği bir görsellik anlayışı yaratmıştır. İster uzay yolculukları olsun, ister yeni sanal dünyalarda konu edilen anlatılar olsun, izleyici bilgisayar ortamında yaratılan görüntülere alışmış, onları kabul etmiştir.

Jany: Uzaylılar bize güvenmiyorlar. Çünkü anlamadığımızı yok etmek isteriz biz.

Şerif Matt: Ben, beni yok etmek isteyeni öldürürüm.

Jany: (Yerdeki örümceği göstererek) Bir örümcek, ondan niye korkarsın? Sekiz bacaklı diye değil mi? Ağzı yukarı-aşağı değil de yana hareket ettiği için değil mi? Üstüne gelse ne yapardın?

Şerif: (Bir adım atarak örümceği ezer) Bunu.

Jany: Aynen anlamadığın herşeyi yok ettiğin gibi. Görüyor musun, işte bunlar da o yüzden başka yüzlerin arkasına gizleniyorlar. Ne zaman şu rozetini unutup insan olacaksın sen? (Batur 1998:83-84).

Batur’a göre bu diyalog, dönemin birçok bilim kurgu filminin ana eksenini oluşturur: “Amerikan hükümetleri için öteki, tehlikeli ve düşmandır” (1988:84).

Yetmişlerden itibaren yapımı gerçekleştirilen bilim kurgu filmlerinde yabancıların ya bizler gibi olduğu ya da bizlerin yabancı olduğu fikirleri işlenmiştir. Yabancı ötekiler, dünyadışı oyuncak ayılar, starmen (yıldız insanları), “başka bir gezegenden kardeş”ler, robotlar, androidler, replicalar, cyborglar olmalarıyla, daha az “öteki” olarak sunulmuştur. Böylece çağdaş Hollywood bilim kurgu sinemasının yabancılarının ötekilikleri, açıkça bizimkiyle özdeş tutulmuştur. Diğer biçimde, insanlar kendilerine yabancılaşmış, insanlıklarını yitirmişken, yabancılar, insanlar gibi yaşamaya çalışan, insani özelliklere sahip, insan görünümünde simulacralar haline dönüşmüştür.

Bu özellik, Sobchack tarafından yabancıların “insandan daha insan” olmuş olması şeklinde ifade edilir (1993:293).

Çağdaş Hollywood bilim kurgu sinemasındaki yaratıkların büyük çoğunluğu insanların oyun arkadaşları, sevgilileri, arkadaşları ve kardeşleri olarak karşımıza çıkar. Ancak çağdaş Hollywood bilim kurgu sinemasında yine de tehdit edici özelliklerde yabancılara rastlamak olanaklıdır. Ellili yıllarda popüler olan böcek gözlü canavarların, çağdaş bilim kurgu sinemasının yetmişli yılların sonlarında ve seksenli yılların başlarındaki temsilcilerine ancak Alien (Ridley Scott, 1979) (Yaratık) ve ellilerdeki filmlerin birer yeniden çevrimi olan Invasion of the Body Snatchers (Phillip Kaufmann, 1978) (Beden Kemiricilerin İstilası) ve The Thing (John Carpenter, 1982) (Şey) gibi filmlerde rastlanır. Durdurulması olanaksız, soğuk yabancıyı ise The Terminator (James Cameron, 1984) (Yokedici) filminde görmek olanaklı olmuştur. Yabancı ötekilerin korkunç, tehditkar bir biçimde ele alındığı bu filmlerde, yine de bu yabancıların ya da aynı filmde yer alan diğer yabancıların insani ve dostane özellikleri vardır. Yaratık filmindeki yaratık, kendi doğamızdan alışık olduğumuz bir anne tavrını yansıtırken, Yokedici filminin devam bölümlerinde, robotun insani duygulara sahip olduğunu görürüz.

Yaratık filminde, öteki olan, çeşitli biçimlerde ele alınmıştır. Filmin kahramanı Ripley, kadın olmasıyla, gemi mürettebatından ayrımlanır. Filme ismini veren tehditkar, dişi yaratık Alien bir uzaylıdır. Filmin Ash adlı kişisi, insan kişilerden ayırt edilemeyen yarı insan yarı makine bir kişiliktir. Ash, gerçek bir insan olmamasına, bir insan simulacrumu olmasına karşın, yaratık, onun bedenine kendi yavrusunu bırakmıştır. Bir yaratık yavrusu da Ripley’in bedeninde büyümektedir. Neale’e göre, yaratığın yavrusunun Ash’in bedenine bırakılması, öteki olana karşı duyulan bir korkunun ifadesini oluştururken, yaratığın yavrusundan dolayı Ripley’i öldürmemesi, Ripley’i de düşman tarafına çekmiştir. Ash ve Ripley farklı birer benzerlik ilişkisiyle yaratığa benzemektedir; biri insan olmamasıyla, biri dişi olmasıyla (1989:214).

Batur’a göre, Üçüncü Türden Yakın İlişkiler filmi, ellili yılların aksine, ötekini saygıyla karşılayan bir filmdir. Bununla birlikte, bu filmde, ellilerin bilim kurgu filmlerinde görülen, ordunun otoritesini sürdürmesi, ötekinin güçlü gösterilmesi gibi temel birtakım göstergeler varlığını korurken, güçlü olan otoritenin tehditkar olmaması, otorite olan ordunun paranoya döneminde çekilen filmlerde olduğu kadar saldırgan bir tavır sergilememesi, bu tür için büyük bir yeniliktir (1998:85-86). Filmin bilim kurgu türünde yarattığı yenilik, daha sonraki yıllarda çekilen bilim kurgu filmlerinde görüldüğü gibi, türün yapısında köklü bir değişime işaret etmiştir.

Üçüncü Türden Yakın İlişkiler, E.T., Starman, Cocoon (Koza) ve Enemy Mine gibi filmlerde yabancıların farklılıkları, evrensel bir insanlık anlayışının işlendiği bir anlayışla soğrulmuştur. Bu filmlerde yabancılar, bizler gibi, yalnızca farklı olma özellikleriyle öne çıkarlarken, insanlarla yabancılar arasında yaşanan bir kucaklaşmadan söz edilebilir.

Üçüncü Türden Yakın İlişkiler filminde olduğu gibi E.T. filminde de uzaylılara sevimli ve iyi gözlüklerle bakmayı sürdüren Spielberg, filmi, çocuk Elliot’ın gözünden aktarmıştır. Elliot da en az E.T. kadar yabancısı olduğu büyüklerin dünyasında yaşamaktadır. Spielberg, Elliot ve arkadaşlarının uzaylı ziyaretçiye gösterdiği yakınlık ve E.T.’nin de çocuklara karşı yaklaşımındaki sevimli ve yardımsever tavırlarında gösterdiği bilim kurgu için yeni olan, ötekinin de iyi ve dost olabileceği görüşünü temellendirir.

Batur’a göre, Spielberg’in filmlerinde insanlarla yabancılar arasında bir yandan kucaklaşma yaşanırken, bir yandan devletin katı gerçekliğine, bürokrasiye ve güvenlik güçlerine karşı güvensizlik sezilir. Üçüncü Türden Yakın İlişkiler filminde bu güvensizlik, devletin uzay araçlarının ineceği bölgede, tanık bırakmamak için, önce nükleer tehdit yalanıyla halkı tehlikeye itmesi, ardından da kalanları zehirli gazla öldürmesiyle somutlanır. Benzer olay, E.T.’de yaratığın yerini öğrenen güvenlik güçlerinin, bürokratların, bilim adamlarının, korumasız yaratığı incelemek amacıyla yaptıkları deneylerle, onu neredeyse öldürme noktasına getirmeleriyle vurgulanır. Spielberg’in filmlerindeki bu olgular, ötekine karşı hoşgörüsünü yitirmiş, herşeyi kendi katı gerçeği ve paranoyası arkasından yorumlayan otoriteye karşı bir eleştirinin olduğunu gösterir (1998:86).

Repo Man, The Brother from Another Planet ve Uforia gibi filmlerde ise yabancılar, insanların sahip olduklarından daha olumlu birer kişiliğe sahip biçimde ele alınmıştır. Bu tip bilim kurgu örneklerinde, evrensel bir olgu olarak bizlerin yabancı, yabancıların insanlaşmış olması anlamında, yabancılık kavramının silinmesinden söz edilebilir.

İki biçimde de insanın gerçekliğinin yerini alan simulacradan söz edilebilir. Çağdaş Hollywood bilim kurgu sineması, kimi zaman insandan daha insan yabancıların varlıklarıyla, kimi zaman insan gibi davranan, düşünen robotlarla, insanlara ait simulacranın farklı biçimlerde ele alındığı filmlerini üretmiştir.

Bilim kurgu yazarı Philip K. Dick’in “Androidler Rüyalarında Elektronik Koyun mu Görür?” adlı romanından esinlenen Bıçak Sırtı filmi, gerçek yaşamın, sonsuz yeniden üretim örneklerinden olan androidlere karşı yürütülen avı anlatır (Batur, 1998:94). 2019 yılında geçen Bıçak Sırtı filminde, düzenin dışına çıktıkları için “zararlı” olarak nitelendirilen ve insandan ayırt edilemeyen, insan duygularına ve belleğine sahip simulacranın varlığı söz konusudur. Filmde, insanla replica arasında, farklılık üzerine geçen bir konuşmada replicaların insanlar gibi olduklarına ilişkin özellikleri öne çıkar. Replicaların sahip olduğu duygu, teknolojinin ürünüdür ve bu makine insanlar, birçok bakımdan, insandan daha insanidir. Neale’e göre, insanın doğasına ait olmayan bir uzamda geçen Bıçak Sırtı filminde, insan simulacrası olan replicalar, düşünen yaratıklar olarak, birbirlerine gereksinim duyarak, insan gibi yaşamaya çalışarak, insanların yerlerini almıştır (1989:217). Penley’e göre bu özellik onları, insanlıklarını unutmuş olan insandan daha insani yapmaktadır (alıntılayan Neale, 1989:217). Görevi replicaları bulup öldürmek olan (kendinin insan olduğunu düşünen) Deckard, insan olmaktan uzak, duygu yoksunu bir kişiliktir, ancak filmin sonlarına doğru, aslen ne olduğunu bilmediğini öğrendiğimiz Deckard, birtakım insani özelliklere kavuşarak daha insan gibi olmaya yaklaşır.

Seksenli yıllarda insani özelliklere sahip yabancılar sıklıkla görselleştirilmiştir. The Empire Strikes Back (Irvin Kershner, 1980) (İmparator), Return of the Jedi (Richard Marquand, 1983) (Jedi’nin Dönüşü) filmlerinde CP30 adlı robot, küçük bir çocukmuşçasına sürekli susturulmak zorundadır. Heartbeeps (yön. Allan Arkush, 1981) adlı filmde Val ve Aqua adlı robotlar, birbirine aşık iki robottur ve bir bebek robot sahibi olur.

Yetmişlerin sonlarında ve seksenlerin başında büyük bir ticari başarı kazanan bir başka yapım, Superman film dizileridir. 1978 yılında yönetmenliğini Richard Donner’ın yaptığı ilk Superman (Süpermen) filminde, Crypton gezegeninden kurtulan tek canlı olan Superman’in dünyaya gelişiyle kazandığı insanüstü güçler konu edilir. Bir insan simulacrumu olarak görselleştirilen Superman iki farklı yaşam sürdürmektedir. Bunlardan birincisi bir gazetedeki sakar muhabir kişiliğini yaşayan Clark Kent’tir. İkinci kişiliği ise suçluları yakalayıp polise teslim eden, felaketleri önleyen Metropolis şehrinin kahramanı kişiliği yani Superman’dir.

1980 yılında Richard Lester tarafından ikincisi çekilen filmde Clark Kent, ilgi duyduğu iş arkadaşı Luis’e, Superman’in kendisi olduğunu açıklar. Ancak Superman’in bir dünyalıyla beraber olabilmesi için olağanüstü güçlerini terk etmesi gerekmektedir. Superman, bu kurala uyar ve güçlerini yitirir. Bu sırada Crypton gezegeninin suçlu üç kişiliği, hapsolmuş oldukları uzay boşluğundan kurtularak dünyaya gelir ve aynı Superman gibi olağanüstü güçlere sahip olur. Suçlular, Amerika Birleşik Devletleri’nin yönetimini ele geçirerek Dünya’yı egemenlikleri altına alır. Superman, Amerika ve tüm Dünya’nın güvenliği ve özgürlüğü için, sevgilisini terk ederek eski güçlerine yeniden kavuşur ve yabancı suçluları alt eder.

Süpermen serisinin üçüncü filminde (Richard Lester, 1983), çılgın bir bilimadamının yarattığı bilgisayar, kontrolden çıkarak, dünya güvenliğini tehdit eder. Bu filmde kendi kendine kararlar veren bilgisayar, teknolojik alanda yaşanan gelişmelere karşı duyulan bir korkuyu betimler biçimde ele alınmıştır.

Bir güven tazeleme politikasını destekleyen filmlerden olan Süpermen dizileri, insanda kahramanlık ve önderlik özelliğini ortaya koymaya çalışan bir yapıdadır. Sakar gazeteci Clark Kent’i, üstün güçlere sahip bir kahramana dönüştürerek, toplumun önündeki güçlükler karşısında sıradan insanın da içinde büyük cevherler taşıdığı, bunun sayesinde güçlükleri yenebileceğini aşılayan bu yapımlar, bireyin kendine güvenini yeniden canlandırmıştır (Batur, 1998:90).

Doksanlardan itibaren yapımı gerçekleştirilen bilim kurgu filmlerinde yabancılar büyük oranda insan yaratımı olarak ortaya çıkmıştır.

Yokedici serisinde olduğu gibi, teknolojik gelişmelerle kontrolden çıkan, yapay zekaya sahip makinelerin dünyayı istila etmesi konusu işlenmeye devam etmişken, Jurassic Park (Steven Spielberg, 1993) filminde bu defa kontrolden çıkan yaratıklar, genetik

mühendisliğindeki gelişmelerle tekrar yaratılabilen dinozorlar olmuştur.

Batur’a göre Yokedici serisinde vurgulanan, üzerinde yeterince düşünülmeden geliştirilen teknolojik yeniliklerin, insanın geleceğini tehdit edebileceği tezi, yüceltilen teknoloji içinde yok olmuştur. Film, son teknolojik gelişmelerle üretilmiş, Hi-tech (yüksek-teknoloji) sinemasının en iyi örneklerinden birini oluştururken, teknolojiye karşı mesajlar içermesinin anlamsızlığını yaşamıştır (1998:104).

Aynı dönemde, bir başka biçimde ele alınan yabancılaşma ise insanların, Internet, bilgisayar oyunları gibi sanal ortamlarda değişim geçirerek varolmaları ve insanlığa yabancılaşmaları üzerine kurulmuştur. Bu anlayış, Gerçeğe Çağrı, Bahçıvan, Tarayıcı gibi birçok yapımda sunulmuştur.

Cholodenko’ya göre 1993 yapımı Jurassic Park adlı film, insan öznesini, anlamı, gerçekliği, hakikatı, ulaşabilecekleri en uç noktanın ötesine; sanal gerçekliğe, hipergerçek olana taşır. Tarih sonrasının, tarih öncesine bir dönüşü olarak ele alındığı filmde, teknolojik ve genetik alanda yaşanan gelişmelerle yaratılan dinozorlar, canlı doğasına ait olan ölüm kavramının ortadan kaldırıldığına işaret etmektedir (1997:67).

1995 yılında yapımı gerçekleştirilen Species’e (Tehlikeli Tür) konu olan Sil adlı yaratık, yabancılarla dünyalıların iyi niyetli ortak çalışmaları sonucu ortaya çıkartılmıştır. Genetik mühendisliğinde yaşanan teknolojik gelişmelerin bir yansısı olarak görülebilecek bu filmde insan ve uzaylılara ait DNA yapılarıyla ilgili çalışmalar yürütülür. Amacı dünyalı erkekler tarafından döllenmek olan Sil, dünyalı erkeklerle birlikte olur, ancak spermlerindeki hatalar sonucu kötü yönde etkilenerek, tehditkar bir ölüm makinesine dönüşür.

Roland Emmerich tarafından yönetilen Independence Day (1996) (Kurtuluş Günü) adlı filmde, uzaylılarla dünyalılar arasında geçen bir mücadele yeniden konu edilir. Dünya, Amerika tarafından kurtarılır. Benzer konulu bir yapım, aynı yıl Mars Attacks (Mars İstilası) adıyla, ancak bu defa komedi türüne daha yakın biçimde Tim Burton tarafından yönetilir. Mars İstilası filminde Marslılar, ellilerdeki bilim kurgu filmlerinden alışık olduğumuz böcek gözlü canavarlar gibi tasarlanmış, ancak bu defa hareketleri sayısal ortamda simüle edilerek yaratılmıştır.

Robert Zemeckis tarafından yönetilen Contact (1997) (Mesaj) adlı filmde, uzaylılarla iletişim kuran Amerikalı bilimadamları, uygarlığın bulunduğunu düşündükleri Vega yıldızına bir temsilci yollar. Batur’a göre, Mesaj, uzaylı-dünyalı çerçevesinde barışçı bir filmdir.

Amerika, yeni dünyaların keşfedilmesi ve gelişmelerin yönlendirilmesi anlamında önderliğini sürdürmekte, uzaylılara olumlu gözle bakmaktadır (1998:120). Ancak bilimadamı, bir uzay yolculuğu yapmasının ardından, başka uygarlıkların temsilcileri yerine ölmüş babasıyla karşılaşır.

Dark City (1998) (Gizemli Şehir) adlı yapımda uzaylılar, insanlardan daha gelişkin bir ırk olarak karşımıza çıkar. Yabancılar, kendi dünyalarında ölmek üzere olduklarından, bizim dünyamızda hayatlarına devam etmeye çalışır. İnsanüstü güçlere sahip yabancılar, Beden Kemiricilerin İstilası filmindeki yabancıları andırır. Yabancılar, insanları tutsak ederek, onların belleklerini kendilerininkiyle değiştirmeye çalışır, böylece hayatlarına yeni bir bedende devam edebileceklerdir.

Gizemli Şehir, insanı insan yapan özelliklerden birinin belleği olduğunu; insanın bugününü ve geleceğini belirleyenin, geçmişi olduğunu ileri süren filmlerden biridir (Enders, 1999; Erdem 1999).

İkibinli yıllara kadar üretilen bilim kurgu filmlerinde uzaylı yabancılar, bir önceki temsilcilerinin tekrarları şeklinde ele alınır. Artık alışık olunan uzaylıların varlıkları izleyiciyi şaşırtma, büyüleme gibi bir etkiye sahip değildir. Sayısal görsel etkiler yardımıyla, yeni görüntü üretme teknolojileriyle görselleştirilen yabancılar, sanal dünyanın içerisinde varolabilme gerçeğini gösterir. İzleyicide hayranlık uyandıran etki ise, yeni olan bir görsel etkinin kullanılmasından kaynaklıdır. Bilgisayar oyunlarından, hatta günümüzde reklamlardan dahi alışık olduğumuz yaratık simulationları, sunuldukları uzamda gerçekmiş gibi algılatılmaya çalışılmaktadır.

Günümüzde sadece bilgisayar kullanılarak üretilen filmler yapılmaktadır. Oyuncuya, alıcıya gereksinim duymadan yapılabilen filmlerde her türlü sanal dünya canlısı yaşayabilir olmuştur.