• Sonuç bulunamadı

2. HOLLYWOOD BİLİM KURGU SİNEMASINDA FANTASTİK

2.5 Erken Dönem Hollywood Bilim Kurgu Sinemasında Temalar

2.5.2. İşgal ve İstila Teması

Ticari bir başarı kazanan Maymunlar Cehennemi filminin devamı Ted Post

tarafından 1970 yılında Beneath the Planet of the Apes (Maymunlar Cehennemi’nin Altında) adıyla çekilir. Bu filmi Don Taylor yönetiminde 1971 yılında Escape from the Planet of the Apes (Maymunlar Cehennemi’nden Kaçış), 1972 yılında J. Lee Thomson yönetiminde Conquest of the Planet of the Apes ve yine aynı yönetmen tarafından bir yıl sonra çekilen Battle for the Planet of the filmleri izler. 1974 yılında 13 dizilik bir televizyon uyarlamasının çekilmesinden sonra bu merak sona erer (Roloff ve Seeßlen, 1995:314-315).

The Airship Destroyer, teknolojik silahlarla dünyalılar ve uzaylılar arasında yapılan savaşı anlatan ilk film olur. Bilim kurgu sinemasının ideolojisinin şekillendiği bu yıllarda filmde kullanılan başarılı görsel etkiler, bilim kurgu sinemasında atılan önemli bir adım olarak görülür (Batur, 1998:21).

Bir işgal öyküsünü anlatan, başkan Theodor Roosevelt’in de senaryosuna katkıda bulunduğu söylenen Birleşik Devletlerin ilk propaganda amaçlı bilim kurgusu sayılabilecek, The Battle Cry of The Peace (Barışın Savaş Çığlıkları) 1915 yılında John Stuart Blackton tarafından yönetilir (Roloff ve Seeßlen, 1995:157).

Klasik bilim kurgu dizilerinden biri olan, sonrasında The Phantom Empire adıyla 1935 yılında B. Reeves Eason ve Otto Brower tarafından uyarlanan film başarılı bir bilim kurgu örneğidir. Yeraltında yaşayan uygarlığın, bir kovboy kasabasını tehdit etmesini konu alan film mutlu bir sonla biten başka bir yapımdır (Roloff ve Seeßlen, 1995:190).

1936 yapımı B. Reeves Eason ve Otto Brower tarafından yönetilmiş Undersea Kingdom adlı yapımda, benzer bir saldırı hazırlığı içerisinde olan uygarlık bu defa denizler altında yaşamaktadır (Roloff ve Seeßlen, 1995:191).

30 Ekim 1938’de Amerikan radyosunda spikerlerden biri Mars’tan gelen istilacı güçlerin yeryüzüne indiğini söylemektedir. Devamında halk büyük bir paniğe kapılır, yiyecek depolamaya, gizlenecek bir yer aramaya başlar. Olayın aslı, Orson

Welles’in, H.G. Wells’in Dünyalar Savaşı adlı romanını radyoda bir haber

niteliğinde okumasından başka bir şey değildir. Amerikan toplumunun o an içinde bulunduğu ruhsal durumuna ve beklentilerine o kadar denk düşen bir durumdur ki bu, yapılan açıklama, kitleyi sakinleştirememiştir (Roloff ve Seeßlen, 1995:182).

Bilim kurgu türünün ellili yılların başlarında Amerika ve İngiltere’de gösterdiği büyük “patlama” İkinci Dünya Savaşı’nın etkileriyle açıklanabilir. Dünya, tıpkı H.G.

Wells’in önceden düşünmüş olduğu gibi, iki büyük bloğa bölünmüş, insanlar, nükleer bomba gibi bir gerçekle kendi gezegenlerini bir anda yok edebilecekleri gerçeği ile yüzleşmişlerdir. Bu duygu ve düşüncelere bilim kurgu iki yönde tepki gösterir: bir yandan insan uzayın derinliklerine kadar gider ve buralarda istasyonlar kurarak Dünya’nın dış “sınırlarını” güvence altına alır, öte yandan kendileri ile herhangi bir yoldan iletişim kurmanın bile olanaksız olduğu uzaylıların fantastik silahların desteğiyle dünyayı istila etmeleri de sık sık tekrarlanan bir konu olup çıkar.

Bu iki ana tema çerçevesinde anlatım da – bir zamanlar olduğunun aksine – masalsı ögeleri terk etmeye başlar, olup bitenin iyi kötü akla yatkın bir açıklamasını sunan bir anlatım tarzı öne çıkar (Roloff ve Seeßlen, 1995:209-213). Ellili yılların istila filmleri ve ileriki bölümlerde ele alınacak olan space opera’larındaki gerçeklik, içinde yaşanılan dönemin dünyasıyla doğrudan ilintilidir; filmlerin içinde sadece tek bir olay – bilim kurgu özelliğini oluşturan olay – gerçeklikten, gerçek dünyadan, bildik nesnel yasalardan bağımsız varolur: Ay’a seyahat, “Uçan Daire”lerin (UFO) saldırısı, uzay kökenli canavarların ya da mahlukatın yeryüzüne inmesi türünden fantastik olaylar konu edilir.

II. Dünya Savaşı, hiç soluk aldırmadan, soğuk savaş aşamasına gelip dayanır. Bir tehdidin, ne olduğu belirsiz paranoyak bir korku özellikle Amerika’nın her köşesinde hissedilir hale gelir. Bu korku öylesine belirsiz ve somutluktan uzaktır ki, kısa sürede bir nevroz rüzgarının esmesine yol açar: Kızıl Tehlike. Kişinin yakın komşusundan endişelenmesi olanaklıdır; ihbarcılığın, ispiyonculuğun, çamur atma alışkanlığının özellikle Hollywood’da da yaygınlaştığı bu dönemde kişinin bu iç gerginlikten ne yapıp edip kurtulması gereklidir. Ellili yılların bilim kurgu filmlerinin çoğu, soğuk savaş atmosferinin yaydığı içe dönük toplumsal psikolojik baskıyı, dışa dönük (uzaya taşınmış) bir savaşa yansıtma göreviyle yükümlenir (Roloff ve Seeßlen, 1995:210-211).

1947 yılında ilk “UFO” histeri dalgası ABD’yi sardığında söz konusu tehlike elbette sadece uzaydan gelenlerden kaynaklanmaz. Rus gizli silahları ve casus aygıtları da UFO dedikodularına eşlik edip durur. Hatta Avrupa’da görüldükleri ileri sürülen ilk UFOların, gerçekte kamuoyundan nasılsa gizlenemediği için varlıkları öğrenilen Amerikan üstün silahları olduğu görüşü bile yaygındır. İşte bu korkular yavaş yavaş Amerikan bilim kurgu sinemasının içeriğini de belirlemeye başlar. Ne olduğu bilinmez fantastik tehlike her durumda havadan gelecektir. Amerika bilim kurgu filmleri de bu gerçeği kavramakta gecikmez; önceden önlem almak niyetli uzayın fethi konuları türün gündemine yerleşir. Irving Pichel’in yönettiği Destination Moon (1950) (Görev Ay) filminde Ay’ı ele geçirmek ve Dünya’yı denetlemek için

ABD’nin askeri ve ideolojik girişimleri gibi bir konu işlenmişken, yönetmen C.

Nyby’nin 1951 yapımı The Thing from Another World filminde izleyici yukarıdan gelebilecek yabancılara karşı dikkatli olması için uyarılır. Dinsel mitoloji ile

antikomünizmin ilintilendiği bu filmde, yukarıdan gelebilecek tehlikenin Rusya’dan mı gelebileceği, uzaydan gelen başka bir sorun mu veya Tanrı’nın bir cezalandırması mı olabileceği ihtimali açık bırakılmıştır (Roloff ve Seeßlen, 1995:211-216).

Hollywood, büyük savaştan sonra ortaya çıkabilecek olası durumları yansıtan filmler çekmeyi sürdürür; ya uzaya kaçılmış ya da atom bombasını simgeleyen birtakım

“örtüler”, fantastik birer korku ve ceza ögesi olarak ele alınmıştır (Roloff ve Seeßlen, 1995:216). Çoğu istila filmlerinde insanlar başlarına geleni yapıp ettiklerinin

kaçınılmaz bir cezası olarak algıladıklarından, kurtulanlar genellikle bu gerçeği görebilen, başına gelenleri bu anlamda kaderleri olarak görebilen kişilerdir. Her türlü kıyametin ya da felaketin insanların hak ettikleri bir ceza olduğunu söyleyen

Rudolph Maté’in 1951 yapımı When Worlds Collide bunun tipik bir örneğini sunar.

Bu anlayışın bir benzeri Harry Horner’ın sinemaya uyarladığı 1952 yapımı Red Planet Mars’ta (Kızıl Gezegen Mars) karşımıza çıkar. Genç bir Amerikalı bilimadamı, Mars’tan radyo dalgaları alır ve burada bir kudretli hükümdarın yönetiminde bir ütopyanın varlığını öğrenir. Filmin devamında kudretli hükümdar olan Tanrı’nın yardımıyla “kötü komünist Tanrıtanımazlar” yenilir (Roloff ve Seeßlen, 1995:217-218).

Yönetmenliğini Robert Wise’ın yaptığı 1951 yapımı, The Day the Earth Stood Still adlı film, gerek anlatım, gerekse konu yönünden bu filmlerin çok üstünde yer

almakla beraber istila filmlerinin militan antikomünist eğiliminden uzaktır. İnsanların yaptığı atom bombası yalnızca yaşanılan dünyayı değil aynı zamanda uzaydaki diğer gezegenleride tehdit etmektedir. Üstün bir uygarlığın yolladığı bir elçi, insanın atomu

silah olarak kullanmaktan vazgeçmemesi halinde, insanlığı, sonunun geleceği konusunda uyarmakla görevlendirilmiştir. Bu uygarlığın, kozmik uyumu bozmamak adına insanlıktan daha büyük bir şiddet uygulamaya ve Dünya’yı yok etmeye hazır olmasıyla film savaş aleyhtarı bir anlayışa aslında ters düşer (Roloff ve Seeßlen, 1995:218-219).

Daha sonraki yıllarda bilim kurgu filmlerinde kötü niyetli birçok ziyaretçi Dünya’ya uğramıştır. Her birinin kendine özgü fantastik yetenekleri vardır ve gene bütün bu yeteneklere karşı – ister bilimadamları uzun bir deneme yanılma yöntemi sonucunda bulsunlar ya da ister doğa doğrudan yabancıların imhasını gerçekleştirsin – bir panzehir bulunur. İblisin yeryüzüne yolladığı şeytanlar sadece ve sadece insanları doğru yoldan saptırmaya yarayacak yeteneklerle donanmış olduklarında, eninde sonunda başarısızlığa mahkumdur (Roloff ve Seeßlen, 1995:223-224).

Edgar G. Ulmer’in yönettiği, The Man from Planet X’te (1951) bir uzay yaratığı Dünya’ya inerek insanları hipnotize ederek, kendi ırkının planladığı istilanın önünü açmaya çalışır. Jack Arnold yönetiminde gerçekleştirilen Uzaydan Gelen Canavar (1954) her türlü kılığa girebilen Marslı istilacıları konu ederken, savaş korkusu atmosferi ile varolan ve ellili yıllarda bilim kurgu edebiyatında sık sık kullanılan istila öyküsünün bir başka örneği de aynı yılda sinemaya Invaders from Mars (Merih’ten Saldıranlar) adıyla William Cameron Menzies tarafından uyarlanır (Batur, 1998:146 - Roloff ve Seeßlen, 1995:182,224).

Asıl korku, uzaylıların yeryüzündeki insanların aralarına karışabilecekleri ve

insanları denetleyebilecekleri türünden bir korkudur; tıpkı “tümüyle normal insanlar”

gibi görünen insanların tanınmadan “hür Dünya insanları”nın arasına karışabilecekleri gibi (Roloff ve Seeßlen, 1995:224).

H.G. Wells’in romanından Byron Haskin tarafından sinemaya uyarlanan Dünyalar Savaşı (1953) filmi, türün o zamana kadar gerçekleştirilmiş en iddialı tekniklerle destekli filmi olur (Roloff ve Seeßlen, 1995:224-225). Burada da istilacılar insanlara herhangi bir gerekçe olmaksızın saldırıp, önlerine çıkan herkesi öldürürler.

İnsanlarca durdurulamayan Marslılar hesaba katılmayan bir bakteri türünün kurbanı olur. Doğa, fantastik tehdidi altetmiştir.

Curt Siodmak’ın yönettiği The Magnetic Monster’ında (1953) fantastik tehlike bu defa insan enerjisi de dahil olmak üzere, enerjiler yutan ve büyüyen, bir yandan da radyoaktif ışın yayan bir izotoptur. John Sherwood’un Monolith Monsters (Büyüyen Göktaşları) bir meteorla birlikte dünyaya düşen doymak bilmez kristalleri anlatır.

Fred F. Sears tarafından yönetilen The Night the World Exploded (1957) filminde bir atom deneyi sonucunda yeryüzüne savrulan bilinmeyen elementler, zincirleme tepkimeye girip Dünya’yı yok etme tehlikesi oluşturur. 1957 yapımı bu iki filmde su, fantastik tehdidi yok eden madde kimliğiyle karşımıza çıkar (Roloff ve Seeßlen, 1995:225-226).

Don Siegel’in yönettiği Beden Kemiricilerin İstilası (1956) filminde istilacılar artık biçimden yoksun yaratıklardır. Uzaydan gelen “Beden Kemiriciler”, insanlar

uyurken onların “kabuk”larının (bedenlerinin) içine girmektedir. Film, beyin yıkayıcı komünist sistemi hedef almakla beraber, içi boşaltılmış insan topluluklarının

(Podların) sosyalist toplumlardan olduğu kadar, televizyonla, çalışma sistemi ve alışkanlıklarla kapitalist toplumlardan da yaratılabileceği mesajını verir (Roloff ve Seeßlen, 1995:227).

Fantastik olan, sadece normal hayatın içinde ansızın patlak veren güç olarak etkiliyse ve iyi bir fantastik film önce varolan bildik normal gerçekliğin eksiksiz, kusursuz, tam bir görünümünü sunduktan sonra (bu normalliğin içine dalan fantastiğin peşine takılarak) hayat bulabiliyorsa, Don Siegel’in filmindeki paranoyanın kaynağı, fantastiğin, kendi üzerine katlanmış, iyice çoğaltılmış, güçlendirilmiş bir normalden başka bir şey olmaması durumudur. Film geliştikçe, görünürde normal olan her şeye karşı bir güvensizlik belirmeye başlar; Podlarda olduğu gibi, bu güvensizlik bireysel duyguların yerini alışkanlıkların, geleneksel davranışların almasıyla dışa vurur; ya da duyguların alışkanlıklardan başka bir şey olmadığı yalanının bile bile

benimsenmesiyle kendini gösterir. Bir Pod olmaktan kolay bir şey yoktur, ne bedensel ne ruhsal açıdan eser kalır ortada, insan her anlamda “yaralanmaz” olur;

ölümden, tutkulardan ve sorumluluklardan duyulan korku ve bundan uzak durma eğilimi, insanların insanlık niteliklerini de yitirmelerine yol açar ve gidip yabancı bir iradenin denetimine girmekten başka çare kalmaz geriye (Roloff ve Seeßlen,

1995:228-229).

Siegel savunma ya da yaratıkları imha etme konusundaki umutsuzluğu ve çaresizliği gösterebilmek ve bu etkiyi yoğunlaştırmak için alabildiğine belgesel bir üslup

kullanmış, öyle alışıkdışı kamera derinliklerine, olağandışı perspektiflere, “gizemli”

etkilere yol açan ışıklandırmalara başvurmaktan kaçınarak, fantastiğin aşırı

abartılmasını önlemiştir. Filmde yaratılan o “normallik” bu yüzden filmin en dehşet verici yanını oluşturmakta ve izleyici üzerinde rahatsız edici bir etkiye sahip

olmaktadır (Roloff ve Seeßlen, 1995:228-229).

Tıpkı Beden Kemiricilerin İstilası gibi Roger Corman’ın yönettiği It Conquered the World (1956) filminde Dünya, benzer bir tehlikeyle yüz yüzedir. Bu defa istilacılar insanların beyinlerine küçük birer elektronik yönetici aygıt yerleştiren Venüslü yaratıklardır (Roloff ve Seeßlen, 1995:229-230).

Ne bu film ne de dönemin diğer istila filmleri Don Siegel’in filminde olduğu gibi, baskı ve yıkımın yarattığı terör ile günlük gerçeklik arasındaki doğrudan, kopmaz bağı yakalayabilmiştir. Fred F. Sear’ın Earth versus the Flying Saucers (1956) (Uçan Dairelerin İstilası) filminde uzay yaratıkları insan bilinçlerini ele geçirmeye

çalışırken, Edward L. Chan yönetiminde çekilen 1957 yapımı Invasion of the Saucer Men filmi, bilim kurgu türünün popüler temalarından biri olma özelliğiyle, gençler için kotarılan sayısız pazar işlerinden biri olmuştur (Roloff ve Seeßlen, 1995:230).

Altmışlı yıllarda egemen güçlere dönük bir ültimatom niteliği taşıyan dönemin önemli bilim kurgu filmlerinden biri olan Dr. Strangelove, or How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb (1963) (Dr. Strangelove) filmine imza atan yönetmen Stanley Kubrick’tir. Peter George’un Red Alert (Kırmızı Alarm) adlı romanını önce

dramatik bir bilim kurgu gerilimi olarak sinemalaştırmayı düşünen Kubrick, bu kararından vazgeçip komedide karar kılmıştır (Roloff ve Seeßlen, 1995:283).

Bilim kurgu türünün gelişmesi açısından bakıldığında, Kubrick’in filmi atom tehlikesi konusunu aslı olmayan iddialardan arındırma yolunda önemli bir katkıdır.

Bu filmden sonra yapılan hiçbir ciddi bilim kurgu filmi, artık ellili yıllarda adeta kurallaşmış olan anlayışa bir daha sarılamamıştır: Atom bombasını Tanrısal bir ceza olarak, aydınlatıcı bir uyarı olarak yorumlama anlayışına (Roloff ve Seeßlen,

1995:287).

Kubrick’in filmiyle beraber aynı yıl aynı tehlikeyi işleyen iki bilim kurgu filmi daha yapılır. Bunlardan biri John Frankenheimar’ın Seven Days in May, diğeri Sidney Lumet’in Fail Save filmleridir. Bir atom savaşını önleme konusuyla uğraşan filmlerden biri de James B. Harris tarafından 1965 yılında yönetilen The Bedford Incident (Bedford Olayı) olmuştur (Roloff ve Seeßlen, 1995:289).