• Sonuç bulunamadı

2. HOLLYWOOD BİLİM KURGU SİNEMASINDA FANTASTİK

2.5 Erken Dönem Hollywood Bilim Kurgu Sinemasında Temalar

2.5.1. Yolculuk Teması

Fantastik’in işlenişi serüven edebiyatında kendine bir yuva bulmuş, fantastik, bu edebiyatta bir biçime kavuşmuştur. Böylece düşsel, hayali yolculuklar, okuru bildik yaşama alanının dışında kalan, kendine özgü dünyalara götürürken bir yandan da bu yoldan ortaya çıkan anlatı biçimlerinin etkisiyle birbirleriyle ilintisiz, birbirinden

yalıtılmış, ayrı ayrı yapıtlar olarak “tür benzeri” bir şeyler ortaya çıkmıştır (Roloff ve Seeßlen, 1995:36). Yolculuk teması sinema alanında da izleyicileri yeni dünyalara sokarak sinemanın daha ilk yıllarından itibaren film yapımcılarına hizmet etmiştir.

Kimi zaman ideolojik bir fikir, kimi zaman yapılan yolculukla birlikte tanıtılan genellikle teknolojik yeni olana karşı duyulan hayranlığı yayma ya da bu hayranlığa karşı tepki fikri, yolculuk temasıyla sık sık ele alınır olmuştur.

Sinema tarihinde kabul edilen ilk bilim kurgu filmi olan George Méliès’nin 1902 yılı Ay’a Yolculuk adlı yapımına Jules Verne’nin De la terre a la lune (1865) (Ay’a Seyahat) ve H.G. Wells’in The First Men in the Moon (1901) (Ay’da İlk İnsanlar) gibi fantastik ve bilim kurgu türü öyküleri kaynaklık etmiştir (Roloff ve Seeßlen, 1995:128).

Jules Verne’nin fantastik romanları bir bilinmeyene yapılan yolculuklarla hatırlanır:

kimi zaman Ay’a kimi zamansa yerkürenin merkezine ve hatta denizlerin

derinliklerine yapılan birer geziden ibarettir konuları. Verne’nin bilim kurgu benzeri romanlarının kahramanları, sözcüğün tam anlamıyla teknolojiye duyulan hayranlığın etkisi altındadır. Ancak bu teknolojiyi, bir şeyler kurmak için değil de, daha çok, bir yerlere ulaşmak, mikro-dünyalara girmek, buraları ziyaret etmek, fantastik olanın teknolojik olanla boy ölçüşmeden edemediği yeni, bilinmeyen bölgelere adım atmak için kullanır (Roloff ve Seeßlen, 1995:38).

Teması, fantastik bir yolculuk öyküsü olan Ay’a Yolculuk, aya yapılan yolculuğu anlatmasının yanısıra, Batur’a göre gerçek yaşamda insanların sınırlarından çıkarak, yeni dünyalara açılma isteğinin de ifadesini oluşturur (Batur, 1998,19).

Ay’a Yolculuk’a konu olan öyküler, kapitalizmin vahşi gelişme gösterdiği dönemde yazılmış ve yine bu dönemde, Sanayi Devriminin en önemli unsurunu oluşturan teknoloji, geleceğe yönelik yeni ufuklar açarken,

toplumda teknolojiye karşı fetişist bir hayranlık da oluşmaya başlamıştı. Yani bir anlamda Ay’a Yolculuk, teknolojik gelişmeye karşı duyulan hayranlığın yol açtığı yeni ufkun sonuçlarını yansıtıyordu (Batur, 1998,19).

Sanayi devrimi, teknolojiyi geleceğin sınırsız olanakları düzeyine yükseltiyor gibi bir görünüm sunmuş ve burjuvazi bir sınıf olarak makinelerinin (teknolojisinin)

metafiziği içinde, kendi sömürücü, sefil pratiğini gizlemeye çalışmıştır. Bundan böyle, teknolojinin hem geleceğe yönelik perspektif ve umutlarını hem de

metafiziğini estetik bir dile dönüştüren ve bunları kitlesel olarak yaygınlaştırabilen bir biçimin yaratılması sadece olanaklı değil aynı zamanda kaçınılmaz da olmuştur (Roloff ve Seeßlen, 1995:36).

Méliès, gerek Ay’a Yolculuk adlı filminde gerekse daha sonrakilerde fantastik

temalara başvurmakla birlikte bunları aslında bir öykü anlatmak için kullanmamıştır:

onun yaptığı daha çok popüler tasarımları yanyana dizmek, bunları mizahi, hileli teknik araçlarla birbirine bağlamak, böylelikle, oldum olası bağlı kaldığı çeşitliliğe ve gözbağcılık gösterisine yakın durarak, içinde mitlerle sansasyonun, bilinenin ve

şaşırtıcı olanın bir görüntüler dansı yaptıkları bir gösteri sunmaktır (Roloff ve Seeßlen, 1995:129-130).

Méliès’nin bir süre sonra popülaritesini yitirecek olan filmlerinin bilim kurgu türünün habercisi olarak anlamları çok büyük olmuştur. Méliès’nin şaşaalı

Tableux’ları, eğlendirici bilim kurgunun daha uzun süre belki de her zaman, çıkış noktasını oluşturan yeri kendilerine merkez olarak almıştır. Fantastiğin, komik olanın ve erotiğin buluştukları noktadır bu. Fantastik gezilerde tuhaf mutluluklarla

karşılaşılır; bu mutlulukların kaynağı olan varlıkların özellikleri ve yetenekleri dünyadakilere benzemez. Varlıklar mutlu ve huzurludur, doğal yapı ve mimariyle uyum içinde, kendilerine özgü esrarengiz bir hayat geliştirebilir ve çizilmiş doğal kaderlerine aykırı yaşayabilir (Roloff ve Seeßlen, 1995:130).

Amerikan bilim kurgu sinemasında ilk serüven temalı yapım, Winsor McCay’ın çizgi-romanından sinemaya aktarılmış olan The Dream of a Rarebit Fiend adlı filmdir. Film, daha sonraki bilim kurgu sinemasının motiflerini bir rüya biçiminde de olsa önceden karşımıza çıkartmaktadır: “uçma rüyasını yer değiştirmenin (gezi-yolculuk) bir simgesi olarak yorumladığımız anda, bilim kurgunun temel biçiminin ilk kökenini de burada ele geçiririz: belli bir coğrafi yere bağlı gerçeklikten serüven dünyasına geçiş (Roloff ve Seeßlen, 1995:156).

Amerikan sinemasının ilk dönemlerindeki fantastik geziler, geri dönüşün kesin olduğu gezilerdir. Roloff ve Seeßlen, ilk gerçek Amerikan bilim kurgu filmi olarak Edwin S. Porter’in yönettiği A Trip to Mars (1910) (Mars’a Yolculuk) filmini

görmektedir (1995:157). Komedi türüne de ait kodlar barındıran bu filmin konusu, yer çekimini tersine çevirmeyi başaran ve Mars’a bir gezi yapan bir bilimadamının yaşadıklarıdır. Bu filmi 1914 yılında Henry McRae tarafından yönetilen The Moon Child (Ay Çocuk) izler.

Roloff ve Seeßlen, bilinmeyene yapılan gezilerin yol açtığı yabancılaşma sürecinden söz ederler; kişinin memleketine, evine, barkına yabancılaşmasından. Geri dönülen eski dünya yakılmış, çoraklaşmış, yıkılmış, değişmiş haldedir, ya da aynı kalmış olsa bile geri dönen o kadar değişmiştir ki yeryüzünde onları kimse tanıyamaz. Beklenen ile karşılaşılan gerçeklik birbirinden tamamen farklıdır.

Memleketten, yuvadan, evde bekleyen eşten, çoluk çocuktan kaçma, ana baba evini terk etme, bunlara yabancılaşma durumları hep gezi edimi içinde yer alır. Kişi, kökeninden, başlangıçtaki yerinden uzaklaştıkça, benliğinin, bastırılmış olanın basıncına dayanamayarak yabancı olana yaklaşır. Geri dönüş de, artık “yabancılığın” bizzat memlekete, yuvaya taşınması demektir;

ele geçirme, işgal ya da istila etme hazzı geri teperek bir korkuya büyüsel, yabancı ve fantastik olan tarafından ele geçirilme korkusuna – burjuvazinin egemenlik taleplerinin, kökünü kendi içinden bir türlü kazıyamadığı bir korkuya – dönüşür. Gezgin; yabancı olanı, aykırı ve tuhaf olanı görmüştür;

ayrıca “gözlerinin alışkın olmadığı daha başka birçok şeyi de beraber”; artık, birçok fantastik romanın kahramanı gibi, bu yabancının, bu aykırı ve

esrarengiz olanın, kendi hayatına zorla gireceğini de hesaba katmak

zorundadır. Güvence; kazanılmak şöyle dursun, yitip gitmiştir yolculukta.

(Roloff ve Seeßlen, 1995:28-29).

Bilim kurgu filmleri sonraki yıllarda gittikçe güncelleşip teknolojinin gelişmelerinin yol açtığı endişe ve hayranlık duygularına bir tepkiyi yansıtan tür olma özelliğine bürünmüştür. Aynı durum Méliès filmlerinin onlu yıllarda toplumun gündemini işgal eden konuları filmlerine aktarmış olmasıyla anımsanır. Havada, karada, suda hareket eden ilk teknolojik taşıtların, ilk bilim kurgu edebiyatının değişmez konusunu

oluşturmuş olması gibi konular Méliès filmlerinde de var olmuştur (Roloff ve Seeßlen, 1995: 130-131).

Örneğin yeni teknolojik buluşlarla donanmış taşıtların devasa mesafeleri bir anda insanların burunlarının dibine getirmesi, inanılmaz hızların söz konusu olması, elbette gelişen otomobil teknolojisinin ilk sinemasal yansıları olmuştur. Sürat, tereddütlere, endişelere şaşkınlık ve korkulara yol açmıştır. Gelişen teknoloji ile birlikte fantastik gezinin sınırları da genişlemiştir.

Hız olgusu ilk kez, basit düzeyde de olsa Méliès’nin Le Voyage A Travers l’Impossible (İmkansız Seyahat) isimli filminde ele alınmıştır. Aynı olgunun

fantastik bir yolculuk için kullanılması, Walter Booth’un yönettiği, The “?” Motorist (1905) filminde de görülür. İki filmde de olağanüstü bir hıza ulaşan araçların dünyayı terk edip bir uzay yolculuğuna çıkması konusu işlenmiştir (Batur, 1998:20).

Fantastik yolculuk konusunun Amerika’da, Avrupa’daki kadar etkili olmamasının nedenlerinden biri, yirmili yıllarda Avrupa’dan çekip gitme hayalleri insanların

zihinlerinde yer etmişken, Amerika’nın o yıllarda, birçok insan için yolculuklarının başlangıç noktasını oluşturacak yer değil de, gelip yerleşecekleri hedef ülke olmuş olmasıdır. Öteki neden ise Das Cabinette des Dr. Caligari (Dr. Caligari’nin

Muayenehanesi) gibi Alman fantastik sineması örneklerinin Amerika’da kazandığı büyük başarının Amerikan fantastik sinemasının fitilini ateşlemiş olmasıdır. Bu yüzden daha işin başında, Amerikan bilim kurgu sinemasında ağırlık fantastik sinemanın şeytani yönünde olmuş, uzun süre serüven temalı bilim kurgu filmleri üretilmemiştir.

Ellili yıllarda Verne ve Welles gibi yazarların bilim kurgu eserleri ondokuzuncu yüzyılın toplumsal ve kültürel yapısı düşünülerek sinemalaştırılmıştır. Richard Fleischer tarafından çekilen 20.000 Leagues Under the Sea (1954) (Denizler Altında 20.000 Fersah) adlı yapım, o yıllarda üretilen filmlerden farklı bir noktada

durmaktadır. Filmin kahramanları Profesör Arronax ile iki yardımcısı, Conseil ve Ned Land esrarengiz bir deniz canavarını arar. Demir kaplı bir tür denizaltı olduğu anlaşılan “canavar” ın (Nautilus) kaptanı Nemo, profesörün gemisini batırıp,

profesörü ve yardımcılarını gemiye davet eder. Kaptan Nemo, barut ve silah ticareti yapan gemileri batırarak, dünya barışını sağlamaya çalışan biridir aslında. Gerek biçimsel olarak, gerek içerik olarak Fleischer’in filmi, ellili yılların en dikkate değer filmlerinden biridir. Altmışlı yıllarda bilim kurgu türünün karakterini belirleyecek bir özellik öne çıkar bu filmde: ileriki bölümlerde ele alınacak olan, ellili yıllarda

anlatılan “kaçınılmaz felaketler”in insanların eseri olduğu (Roloff ve Seeßlen, 1995:258).

Denizler Altında 20.000 Fersah adlı yapımda olduğu gibi altmışlı yıllarda çekilen bilim kurgu filmleri korku ve gerilim üretmekten çok masalsı-serüvenci bir atmosferin içinde görsel bir doyuruculuğa sahip olan filmlerdir. Henry Levin’in Journey to the Center of the Earth (1959) (Dünya’nın Merkezine Yolculuk) filmi ve Irvin Allen’in Conan Doyle uyarlaması The Lost World (Kayıp Dünya) (1960) gibi, bütün bu filmler salt fantezi ürünü olaylara yaslandıklarından, bilim kurgu

hayranlarına sert birşeyler sunmaktan çok aileye hoşça zaman geçirme işlevine yatkındır (Roloff ve Seeßlen, 1995:276-277).

Fantastik dünyaya yolculuk Atlantis, the Lost Continent (1960) (Kayıp Şehir

Atlantis) filminde devam eder. 1961’de gene bir Jules Verne uyarlaması olan Master of the World (William Witney) (Dünya’nın Hakimi) filmi ve H.G. Wells’in

metninden oluşturulan First Men in The Moon (Ay’da İlk İnsanlar) filmi çekilir (Roloff ve Seeßlen, 1995:278-279).

Başka bilim kurgu filmleri bu filmlerdeki geniş hayal kurma alışkanlıklarını türün fantastik gezilerine aktarmışlar, klasik serüven edebiyatının atmosferini bu gezilere taşıyarak Voyage to the Bottom of the Sea (1961, Irwin Allen) örneğinde olduğu gibi, fantastik bir denizaltına dünyayı kurtarma görevi vermiş ya da Byron Haskin’in Robinson Crusoe on Mars (1964) (Robinson Crusoe Mars’ta) filminde karşılaşıldığı gibi, Daniel Dafoe’nun metnine çok az bağlı kalarak, öyküyü bir space opera (uzay destanı) kılığına büründürmüştür (Roloff ve Seeßlen, 1995:279).

George Pal’in The Time Machine’i (1960) (Zaman Makinesi) dönemin diğer

filmlerine göre bir parça toplumsal ütopik boyutlar içerir. Zamanda yolculuk konusu Edgar G. Ulmer’in aynı yıl yapımlı Beyond the Time Barrier adlı filmiyle yeniden işlenir. İddiasız bir yapım olan bu filmden sonra zamanda yolculuk teması 1964 yılında Ib Melchoir tarafından The Time Travellers adlı yapımda yeniden ele alınır.

İçinde yaşanılan dünya geleceğe yolculuğu göze almayı gerektirmeyecek kadar heyecan verici bir dünyadır zaten. Geçmişin şimdinin ve geleceğin aynı anda yaşanması, günlük deneyimlerden biri olup çıkmış, “şimdi” ve “gelecek” gibi kavramlar güvenilirliklerini yitirmiştir. İnsanın, o günlere kadar bakir kalmış

alanlarına ruh dünyasına ve bedenine girmek zamanda yapılan yolculuğa göre birden daha ilginç gelmeye başlar herkese (Roloff ve Seeßlen, 1995:293). Richard

Fleischer’in Fantastik Seyahat (1966) adlı filmi bu yönde atılmış ilk adımlardan biridir.

Altmışlı yılların sonunda 2001: Bir Uzay Macerası filmini bir yana bırakacak olursak, bilim kurgunun kayda değer tek filmi Franklin J. Schaffner’in Planet of the Apes’idir (1968) (Maymunlar Cehennemi). Zaman boyutunu aşan bir uzay gemisi, uygar maymunların yaşadığı bir gezegene iner. Maymunların ahlaksal-ideolojik gelişmişlik düzeyleri, tıpkı teknolojileri gibi, ortaçağ düzeyindedir. Maymunlar, gelişmemiş olan insanları avlanarak öldürmekte, aynı zamanda ev hayvanı olarak kullanmaktadır. Filmde Charlton Heston’ın canlandırdığı astronot, maymunlarca tutsak edilir. Filmin sonunda kurtulan astronot yaşadığı yerin dünya olduğunu kavrar:

ışık hızıyla seyahat eden uzay gemisi, aslen bir atom felaketinin silip süpürdüğü dünyaya geri dönmüştür (Roloff ve Seeßlen, 1995:311-313).

Ticari bir başarı kazanan Maymunlar Cehennemi filminin devamı Ted Post

tarafından 1970 yılında Beneath the Planet of the Apes (Maymunlar Cehennemi’nin Altında) adıyla çekilir. Bu filmi Don Taylor yönetiminde 1971 yılında Escape from the Planet of the Apes (Maymunlar Cehennemi’nden Kaçış), 1972 yılında J. Lee Thomson yönetiminde Conquest of the Planet of the Apes ve yine aynı yönetmen tarafından bir yıl sonra çekilen Battle for the Planet of the filmleri izler. 1974 yılında 13 dizilik bir televizyon uyarlamasının çekilmesinden sonra bu merak sona erer (Roloff ve Seeßlen, 1995:314-315).