• Sonuç bulunamadı

Türkiye’nin devlet politikas

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Türkiye’nin devlet politikas"

Copied!
7
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Türkiye’nin devlet politikası olarak ufkuna koyduğu Avrupa Birliği projesi üzerine yapılan tartışmalar, muhtemel üyeliğin getireceği avantaj ve dezavantajlar üzerinde yoğunlaşırken, AB’nin “ne” olduğu sorunu büyük ölçüde göz ardı edildi, ediliyor. Avrupa Birliği içerisinde, “meşruiyet krizi” “demokrasi açığı” gibi başlıklar altında süren tartışmaların, gündemde hiçbir yer işgal etmediği bu topraklarda, AB, “demokrasi” “insan hakları” “ekonomik refah” ile birlikte anılmaya devam ediliyor.

Bu yanılsamadan kendisine meşruiyet zemini yaratan AKP hükümeti ise, seçim başarısı ve Abdullah Gül’ün

cumhurbaşkanlığı ertesinde yeni bir anayasa için kollarını sıvadı. Bu tabloya bakıldığında hükümet otoritesi ekseninde cisimleşmeye başlayan ve tüm devlet gücünü kendi egemenliği doğrultusunda örgütlemeye çalışan bir eğilim kendisini gösteriyor. Elbette, tıpkı meşruluk zeminine yerleştirdiği AB gibi, AKP hükümeti de, anayasayı, kamuoyundan uzak, kapalı kapılar ardında hazırlayıp, bizlere servis ediyor.

Kamusallığın en dar biçimi olarak kendisini gösteren burjuva kamusallığının, ulus üstü bir birliktelik olma iddiası taşıyan Avrupa Birliği’nin içersinde ne şekilde algılandığı, ne şekilde uygulandığı tartışmaları ise üye olursak ne güzel kalkınırız anlayışı içerisinde gündemde hiçbir şekilde yer işgal edemiyor. Bu durumda, Avrupa deneyiminin değerlendirilmesi, bulanıklaşan suyu, billurlaştırmaya ve bir nebze de olsa emeğin kamusal alanına fikri düzeyde giriş yapmak için ne yapılması gerektiğinin altını çizmek gerekiyor.

Bu açıdan öncelikle Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun, Avrupa Birliği’ne evrilmesi sürecini değerlendirmek gerekiyor. Bu süreç en somut görünümünü Avrupa Birliği Anayasası tartışmalarında kazandı. Avrupa Birliği Taslak

Anayasası’nın, Fransa ve Hollanda halklarının oyuna sunulduğu referandumda beliren ‘hayır’ cevapları, birliğin geleceğine ilişkin kaygıları açığa çıkardı. Üstelik bu referandumlar, Avrupa’da uzun zamandır, devam eden demokrasi açığı tartışmalarıyla da kesişerek, bir ulus-üstü siyasal birlikteliğin hayata geçme olasılığını zora soktu. Ulusların anavatanı Avrupa’da böyle bir birlikteliğin belirme iddiasının, gerçekte, topluluğa dahil olan ya da dahil edilmişlerin rızasının pek de hesaba katılmadan tasarlanmış olduğunu gözler önüne serdi. Bu bağlamda, Avrupa’nın ‘telif hakları’nın, Avrupa Birliği tarafından alınıp alınamadığı, ya da daha doğru bir ifade ile, alınıp alınamayacağı, ciddi kuşkulara vesile olurken, İki Dünya Savaşı’na imza atan Avrupa, bu cinnet tarihinin ardından geçirdiği elli yılı aşkın zamanın bir hayal olmaktan öteye gidip gidemediğini sorgular olmuştu. Birliğin, telif haklarını imza sürecinde sandığı anda, Avrupa, Avrupa Birliği’nden başka bir şey olduğu kanısına varmış olmalıydı. Avrupa Birliği’nin bu arayışında, Avrupa’yı Avrupa yapan eski defterlerin, kavram setlerinin bir kısmı yeniden açıldı. Avrupalı düşünürlerin gündeminde bir Avrupa kamusal alanının varlığı tartışması öne çıktı. Bu tartışmada yer alan analizlerin Müzakereci demokrasi başlığı altında değerlendirilebilecek bir kısmı, Jürgen Habermas’ın normatif kamusal alan formülasyondan beslenerek, Avrupa’da ulus üstü bir siyasal birlikteliğe şüphe ile yaklaşmanın yersiz olduğunu ileri sürmekteydi. Bu çerçevede, “insan hakları”, “demokrasi” ve “ulus ötesi kamusallık” kavramlarını en sık gündemine taşıyan, hatta bu kavramları AB’nin olmazsa olmazı olarak sunan müzakereci demokrasi yaklaşımı ekseninden AB kamusallığına bir göz atmak, AKP’nin kamusallık algısına dair ipuçları sunmasının yanı sıra, emeğin kamusal alanına fikri düzeyde giriş yapmanın kapısını aralayacaktır. Ayrıca, müzakereci demokrasi yaklaşımının teorisyeni Habermas’ın adı, Harbiye açılış töreninde Org. İlker Başbuğ’un konuşmasında zikredilmişken, Habermas ve öğrencilerinin nasıl bir “kamusallığın” peşinde oldukları sorusu bir kez daha ilgileri üzerine çekmektedir.

Kamusal Alan ve Müzakereci Demokrasi

Jürgen Habermas, 1962 yılında kaleme aldığı “Kamusallığın Yapısal Dönüşümü” kitabında, burjuva kamusal alanının ortaya çıkışını, dönüşümünü ve çözülüşünü inceler. Burada, mercek altına yerleştirilen burjuva kamusal alanı, tarihsel ve sosyolojik bir analize tabi tutulmuştur. Habermas’a göre, burjuva kamusal alanı ve sivil toplum birbirleriyle

etkileşim içinde üç aşamada ortaya çıkmıştır. İlk aşamada, devlet otoritesinin kişisel olmaktan çıkması ile, devlete karşı bir konumu olan özel bir alan olarak sivil toplum belirmiştir. Aile, bu kamusallığın oluştuğu özel alanın çekirdeğidir. Ayrıca, edebi kamusal alanın da belirmesiyle ilişkilidir. Aile içindeki sınırlanmamış iletişim, siyasal kamusal alanda da kurucu bir öğe olarak, devletin karşısında bir toplum olma niteliğine kavuşur. Böyle bir nitelik,

(2)

gücünü denetleme iradesinden alır, yoksa devleti ortadan kaldırmak niyeti söz konusu değildir. Öyleyse, burjuva kamusal alanı, ailenin mahrem alanından ve kapitalist pazar ekonomisinin özerk alanından oluşan özel alan ile devlet arasındaki bir dolayım olarak ele alınmaktadır. İşte bu dolayım, Habermas’a göre, pazarın işleyişini güvence altına alacak ve aynı zamanda da, demokrasinin normatif ilkelerinin tarihsel olarak biçimlenmesine hizmet edecektir. İkinci aşamada, modern pazar ekonomisinin doğuşuyla, ailenin, oikos’un ekonomik etkinliklerini pazara devrederek, özel alanı ekonomik işlevinden soyulmuştur. Bir başka deyişle, ailenin ekonomik işlevlerini pazara devretmesi, evin yerini pazarın almasıyla ailenin kendisini özel bir alan olarak ayırması söz konusu olur. Bu sayede, kamusal alan içerisinde bir araya gelecek özel bireyler ortaya çıkacaktır ve ailenin mahremiyeti altında sınırlanmamış bir iletişimi siyasal kamusal alanında tadacaklardır. Böylelikle, siyasal kamusal alan, eleştiri potansiyeli içeren, devletin karşısında özel bir alan biçiminde formüle edilir.

Son olarak da, devlet, sivil toplum ve kamusal alan ayrımları, anayasal devletin tarihsel bağlamı içine

oturtulmaktadır. Liberal kamusal alan düşüncesi, sadece ekonomik toplumun değil, anayasal haklar düzeyinde de, kamusal alanın da devlet müdahalesinin dışında olduğu iddiasını içeren bir sivil toplum kavramına da gönderme yapmaktadır. Habermas’a göre, devlet otoritesinin aklın ürünü olan bir hukuk dizgesine dayandırılması düşüncesi, Hobbes, Locke ve Montesquieu’nün siyaset felsefesinde temellendirilmektedir. Akla dayanan yasa meşrudur, zira eleştirel bir tartışma ortamının oluşturduğu kamuoyunun bir ürünüdür. Böylelikle, burjuva kamusal alanının içerdiği eleştirel kamusal tartışma pratiği, evrensel ilkeler bağlamında somutlaşmaktadır. Öyleyse, burjuva kamusallığının ortaya çıkışı, devletin bir kamu otoritesi olarak belirmesiyle, yani otoritesinin kaynağının kişisel ya da tanrısal olmaktan çıkıp, kamusal hale gelmesiyle bağlantılıdır.

Burada, sivil toplumu, bu toplumun gereksinmelerini karşılayacak bir devlet otoritesi ile eklemlenmek olan siyasal işlevini, 18.yy boyunca edinen bir kamusal alan kavramsallaştırması söz konusudur. Ancak modern bir hukuk dizgesi için 18. yy’ın ikinci yarısını beklemek gerekmiştir. Zira bu tarihten itibaren, kapitalist üretim biçimi yerleşmiş, liberal pazar ilişkilerinin gelişmesi devletin ekonomiye müdahalesini en az düzeye indirmiştir. Sivil toplum özel alan olarak devletin kamusal otoritesinden bağımsızlaşırken, siyasal kamusal alan da, burjuva anayasal devlet ile ilişkisinde erişkin formuna ulaşmıştır. Akılcı-eleştirel tartışmanın yaşandığı kamusal alanla bağlantılı temel bir haklar dizisi sunulması gerekirse, düşünme ve konuşma özgürlüğü, basın özgürlüğü, toplanma ve dernek kurma özgürlükleri başı çekmektedir. Ayrıca oy eşitliği, kişisel hakların dokunulmazlığı ve yasalar önünde eşitlik, özel mülkiyetin korunması gibi haklar da buna eklenmelidir. Bu temel hakların kurumsal mekanını ise, ilk elde, parlamentolar oluşturur.

Habermas, bu süreci Kant’tan, Rousseau’ya, Hegel’den Marx’a değişik kavramsallaştırmalar üzerinden inceler. Ancak, kamusal alanın işlevi, devletin müdahalesi dışında özerk bir sivil toplum yapılanmasını varsaymakla birlikte, tarihsel olarak devlet, kendisi dışında bu biçimde beliren bir sivil toplumun oluşmasında bizzat rol oynayarak, kamusal alanın çelişkili kurumsallaşmasına yol açmıştır. Kamusal eleştiri, bu eleştiriden doğacak denetimin aracı olarak

denetlediği devletin aracını, yasaları kullandığında, yönetimin etkisini azaltma sonucundan ziyade, baskıcı ve

belirleyici bir yönetime istemeden bile olsa hizmet ederek, aklı devlet iktidarının keyfiliğine panzehir kılma gayretini boşa çıkarır. Böylelikle, burjuva liberal kurumlar, mülkiyet sahibi ve eğitimli kiş ilerden oluşan bir azınlık

dışındakilere kamusal alana katılma olanağı yaratmamaktadır. Habermas’ın bu eleştirisiyle, burjuva kamusal alanının herkese açık olma ilkesinin kurucu bir ilke olmasını vurgulamakla beraber, dışlama sınırlarının kamusallık normu sayesinde genişletebileceğine dair bu ilk dönem optimizmi dikkat çekmektedir. Bu optimizm sayesindedir ki, Habermas, pek yerinde teşhis ettiği kamusal alanın çarpık kurumsallaşmasının, baştan, demokratik bir kuramın normatif ilkelerini vermekten uzak olduğunu, ilk dönem görüşlerinde atlamıştır. Ancak bu durum, Habermas için, burjuva kamusal alanının devletin karşısında, onu denetleyecek bir mekanizma olarak belirdiği gerçeğini

değiştirmemektedir. İşte tam da bu noktada, Habermas’ın önemsediği normatif anlamda, devleti sınırlayacak ve denetleyecek kamusal alan kavrayışı kendini gösterir. Özellikle, iletişimsel eylem üzerine yaptığı çalışmalarda, bu normatif anlamın giderek öne çıktığını da fark edebiliyoruz. Bu nedenle, bu zemine kısaca göz atmak yararlı olacaktır. Habermas, Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü adlı çalışmasının ikinci yarısında, refah devletine giden süreçte burjuva kamusal alanın, yukarıda tasvir edilen biçimiyle klasik biçimini yitirmesine ve yapısal bir dönüşüme uğramasına neden olan tarihsel değişimleri incelemektedir.

Kapitalizmin liberal aşamasında, toplumsal üretim ile siyasal iktidarın örtüştüğü Orta Çağ’a özgü siyasal egemenlik dizgesi, pazarın yarattığı devlet-toplum ayrımı sayesinde gerçekleşmişti. Oysa, refah devletinin doğmasıyla birlikte,

(3)

sivil toplum, devlet ve kamusal alan arasındaki ilişkiler büyük ölçüde değişmiştir. Zira, 1873’teki Büyük Bunalım, liberalleşme şansını eleyip yeni bir korumacılığa sevketmişti. Bu momentte gelişmeye başlayan refah devleti politikalarıyla, devletin, pazarın sağlayamadığı siyasal dengeyi garantilemek adına, özel alana müdahalesi gittikçe arttı. Bunun sonucunda, bürokrasinin siyasal yaşamda belirleyiciliğinin artmış, teknokratik siyaset anlayışının yerleşmesi karşısında kitle kültürünün doğmuştu. Kamusal alanın genişletilmeye çalışılması gereken zeminde filizlenmesi beklenen eleştirel akıl unutulmuş, böylelikle bu ayrımları ortadan kalkmaya itmiş, kamusal alanın, sivil toplum ile devlet arasındaki dolayımlayıcı konumundan ayrılmasını gerektirmiştir. Kamusal alan, çıkar gruplarının birbirleriyle rekabet ettikleri, Rousseaucu manada, genel iradeden uzaklaştığı bir alana indirgenmiştir. Habermas bu süreci yeni merkantilizmin (neo-mercantilism) yeniden feodalleşmeye davet çıkardığı bir sürece işaret ettiğini ileri sürmüştür. Diyalektik bir süreç içinde, devlet toplumsallaşacak, toplum ise devletleşecektir. Bir yandan devlet topluma müdahale ederken, diğer yandan toplumsal alana ait özel kurumların kendilerini yarı-kamusal olarak addetmeleri söz konusu olacaktır. Bunun, hukuk gramerindeki yansıması, özel hukukun kamusallaşması ve kamu hukukunun özelleşmesi olarak kendini gösterir.

Bir diğer paralel gelişme ise, liberal aşamada, özel alan, ekonomik işlevlerinden arınmış aile ve pazar ilişkilerinden oluşmuşken, devlet ve sivil toplum ayrımı silikleşmeye başladığında, özel alanı oluşturan bu iki unsurdan aile, daha özel bir nitelik kazanırken, iş yaşamı kamusallaşma eğilimi gösterir. “Kültürün tartışma öznesi olduğu kamusal bir ortamdan kültürün tüketim öznesi olduğu yeni bir kamusallığa geçilmiştir.” Aile ile edebi kamusallık arasındaki bağ ve bu bağın mekanları birer birer ortadan kalkmaya başlamıştır. Kamusal birlikteliklerin yerini, tartışmanın kamusal özünün gereksinilmediği grup etkinlikleri almıştır. “Genişleyen kamusal alan, kişiler kendilerini tüketici davranış kipi içinde psikolojik doyuma ulaşmış hissettikçe, siyasal niteliğini yitirmiştir.” Bu süreç, özel yaşamın dokunulmaz olmaktan çıkmasına yol açacak süreçleri de işletir. Öyleyse, söz konusu olan, ne kamusal alan ne de özel alan kategorisine sokulamayacak siyasallaşmış bir toplumsal alandır. Ve yine öyleyse, kamusal alan eleştirel boyutunu yitirmiş ve bir reklamcılık zemini olarak kurularak yeniden feodalleşme yönündeki gelişmenin bir parçasını

oluşturmuştur. Zira, burjuva kamusal alanında siyasal kararların kamuoyunca sorgulanması temel ilkeyi oluştururken, feodalitedeki kamusallık benzeri yeni kamusallık, kişisel prestij, zenginlik ve otoritenin temsil edildiği davranış

tarzından türetilen, tüketicilere hitap eden reklamcılık zemininde gerçekleşmektedir. Devlet de yurttaşlarını, siyasal bir özne olmaktan ziyade bir tüketim öznesi olarak kurgulamaktadır.

Bu gelişmelere paralel bir diğer gelişme ise, bürokrasinin yeniden yapılanmasıdır. Habermas’a göre, liberal kapitalist aşamada, kamusal alanın devlet düzeyindeki temsilini gerçekleştiren parlamentonun, bu dönemde kamusallık işlevini yitirmesi kaçınılmazdır. Çünkü, kolektif olarak örgütlenmiş özel çıkarlar, siyasal bir oluşum içinde biçimlenmeye başladıklarından, kamusal alan da, siyasal kararların pazarlık süreçleri üzerinden alındığı bir ortama dönüşmüştür. Toplumsal uzlaşmanın zemini, yasamadan, yürütmeye, parlamentodan bürokrasiye, özel çıkara dayalı birlik ve siyasal partiler tarafından oluşturulmaktadır. “Eleştirel iş levini yitiren kamusal alan, bu yapılar arası ilişkilerin sergilendiği

ve şova dönüştüğü bir alandır artık.” Öyleyse, yeni bir kamusallık alternatifi nasıl söz konusu olabilecektir?

Bu soruya yukarıda anlatılanlar ışığında verilecek bir cevap, Habermas’ın meşruiyet hakkındaki görüşlerinde, ampirik ve tarihsel bir odaklanıştan, normatif bir eksene kaymanın söz konusu olduğuna dair sıkça ileri sürülen görüşe

yaslanacaktır. Bu eksen değişikliğinin ardında, Sovyetler Birliğinin dağılmasını takip eden süreçle belirginleşmeye başlayan yeni sosyo-politik oluşumları anlamlandırmakta yeni bir siyasal ve sosyal kuram gerekliliğinin

hissedilmesinin önemli rolü olduğunu ileri sürmek mümkündür. Siyasal kuramda sıkça bir geçiş dönemi olarak adlandırılan bu dönem, artık çift-kutuplu bir yapısallaşma ve istikrarlılıktan ziyade, belirsizlikle baş etmenin ve yeni bir yön tayininin eşiğine işaret etmektedir. Gerçekten de, 1970’li yılların başlarında yayımlanan, Meşrulaştırma Krizi adlı kitabında, ileri kapitalist toplumlarda oluşan meşruluk krizlerini ampirik ve tarihsel bir biçimde inceleyen

Habermas, daha sonra 1998’de yayımlanan Olgular ve Normlar Arasında adlı çalışmasını daha normatif bir bakış açısıyla kaleme almıştır. Burada, Habermas’ın, konuyla ilgili ilk çalışmasında, meşruiyeti temellendirdiği kitlelerin sadakatini yetersiz bulduğu ve artık siyasal bir sistemin meşru sayılabilmesinin önkoşulu olarak belirli normlara dayanmış olmasının altını çizdiği dikkati çeker. “Artık söz konusu olan geleneksel toplumlara özgü olan meşruluk değil, kamusal alanda süregelen tartışmalar ve müzakere sonucunda belirlenen demokratik meşruluktur.” Öyleyse, Habermas’ın meşruluk sorunsalı üzerine ileri sürdüğü görüşlerdeki bu dönüşüm, bir yandan onun kamusal alan formülasyonuyla ilişkiliyken, diğer yandan da demokrasi kavramsallaştırmasında bir dönüşüme sebep olmaktadır. Liberal demokrasi, üç donanım üzerine kuruludur: verili bir piyasa, hukuk ve cumhuriyetçi ve cemaatçi bir

(4)

moraliteden ayrılan, aklı ile bilişsel bir yargılama kararı veren ve bu kararı uygulayan bir özneye ait bir etik nosyonu. Bu üç donanım sayesinde liberaller için demokrasi de verilidir. Bu da negatif hakların öngörülmesine götürür.

Habermas için bu kurgu yeterli değildir. Zira, ona göre atlanılan soru, bu sistemin kendini nasıl yeniden üreteceğidir. Ne etik sadece bireysel, ne hukuk sadece negatif hakların dili, ne de piyasa rasyonelken, bahsedilen demokrasi nasıl işleyecek? Diğer yandan, Cumhuriyetçi demokrasi ise, düzen ve ortak yarar fikrine dayanır. Böyle bir fikrin

önvarsayımı sınırlarının belirlenmesi, farklı kriterlere göre oldukça değişebilen bir ethos‘a yaslanır. Oysa, her “biz” hissi verecek her ethos tanımı, kaçınılmaz olarak bir “öteki” varsayacağından, bu ethos’un, er ya da geç kendi olmaklık imkanlarını daraltacak bir ortak yarar cinnetine yol vereceğini ileri süren Habermas, bu iki demokrasi kavrayışlarının arasında bir üçüncü yol tasarlar. Artık, liberallerin çok istediği hukuk devletine kavuşulduğundan, özgürlüğün birlikte yapılan bir eylem olduğu hatırlanarak müzakereci süreçlere yönelinmelidir.

Örgütlenmesini hukuk dilinden oluşturan bir kamusallık formülasyonuna yaslayan Avrupa Birliği, bu özelliği ile, Habermas’ın “kamusal alan” kavramsallaştırmasına dayanan müzakereci demokrasi perspektifinin, normatif prensiplerini deneyimleme alanı olarak karşımıza çıkar. Bu çerçevede bir Avrupa kamusallığının varlığı, yokluğu tartışmalarında Avrupa kamusallığının yollarını gösteren yine müzakereci demokrasi kuramcıları olmuştur. Müzakereci Demokrasi Merceğinden Avrupa Kamusallığı

Habermas ve Derrida, ABD’nin Irak’ı işgal etmesinin ardından ortak olarak imza attıkları “Avrupa’nın Yeniden Doğuşu” isimli bildiride, Avrupa kamusallığının başlangıç tarihi olarak tüm Avrupa’da eş zamanlı yapılmış “Savaşa Hayır” eylemlerinin tarihini yani 15 Şubat 2003 tarihini koymuşlardı. Aynı metinde, ‘Avrupalı’ kimliğinin unsurları olarak, gelişmiş bir aydınlanmanın diyalektiği mantığına sahip olunmasını, ayrıca insanlara yönelik şiddet kullanımına rıza gösterme eşiğinin düşüklüğünü saymışlardır. Jürgen Habermas ile bu metin kaleme alındıktan sonra yapılan bir söyleşide, 15 Şubat tarihine yapılan vurguyu tekrarlarken, aynı tarihte tüm dünyada benzer eylemlerin yapıldığı yani bir dünya kamusallığından söz edilip edilemeyeceği yönündeki soruya ise olumsuz yanıt vermiştir. Bu yanıtın

açıklaması ise, Avrupa’yı diğer bölgelerdeki eylemlerden ayıranın, Avrupa’nın seküler bir motivasyona sahip olması, bu bağlamda diğer eylemlerin sebeplerinden farklı sebeplere sahip olması üzerinden yapılmıştır.

Habermas’ın öğrencisi Klaus Eder ise, Avrupa’nın farklılığını hiçbir ulusal devletin diğerine göre baskın olmadığı, ulusal egemenliklerin ulus üstü kurumsallaşmış yapıya teslim edildiği bir bölge olmasıyla açıklar. Eder, örnek olaylar üzerinden, Avrupa kamusal alanının yapısını inceler. En göze çarpan örneği olan ‘Deli Dana Krizi, aynı zamanda çevresel bir risk taşımasıyla da, ulusal sınırlardan bağımsız bir değerlendirmenin gerekliliğini beraberinde

getirmektedir. Eder’e göre, bu yönüyle, ‘Deli Dana Krizi’, görünüşte bir kamusal alanın yerine, demokratik bir Avrupa kamusal alanının nasıl bir ihtiyaç olduğunu açığa çıkarmıştır. Eder, ulus-devlet ölçeğinde homojen bir demos

varsayımına yaslanan ve Avrupa’nın bir demos’u olmadığını vurgulayan argümanı eleştirir. Bu çerçevede Eder için, bir Avrupa kamusal alanı vardır ve bu yönde bir çok ampirik kanıt sunulabilir: ulus ötesi iletişim, kamuoylarındaki ulus ötesi temalara ilgi, Avrupa entegrasyonu üzerine yapılan tartışmalar, Avrupa’nın sınırları üzerine tartışmalar vs. Eder’e göre, Avrupa kamusallığını tartışırken, sorunun var olup olmama üzerinden değil, işlevini yerine getirip getirememe üzerinden değerlendirilmesi gereklidir. (1)

Eder, Avrupa kamusal alanının önemli adresi olarak Avrupa kurumlarını ortaya koyar. Bu kurumların meşruiyeti karar verme süreçlerinin ya da bu süreçlerin sonuçlarının rasyonelliğine dayanır. Eder için başlangıç aşamasında meşruluk kurucu babaların karizmalarına dayanırken, ilerleyen aşamalarda meşruiyet, bu yoldaki iç baskılara kurumların olumlu yanıtlarıyla sağlanmıştır. Eder, meslek örgütlerinin ulus ötesi ağlar üzerinden bir arada hareket ettikleri, Avrupa

elitlerinin kadim Avrupa geleneği ekseninde bir arada ortak Avrupa politikaları ekseninde bir kamusallık

oluşturdukları, orta sınıfların ve hareketlerin de ağlar üzerinden ortak bir kamusallığın içerisinde olduğunu, sınıfsal anlamda kendilerine yapılan öncü çağrıya rağmen işçi örgütlerinin ulusal düzeyde kaldıklarını ekler. (2) Bu

örneklerden de anlaşılacağı üzere, Eder kamusal alanın eksikliği sorununun kurumların yanıt verebilirliğiyle ve bu kurumlardan yanıt alınabilirliğiyle ölçmekte, işleyiş mekanizmalarını da bu anlamda önemsemektedir. Bu işleyiş mekanizmalarına yüklenen anlam, ilk elden müzakereci demokrasinin meşruiyete yüklediği anlamı açığa

çıkarmaktadır. Eder’in kendi sözleriyle “müzakereci teori, meşru bir merci olarak halka giderken, bu meşruiyetini müzakereci ortaya çıkışlarda yani rasyonel aktörlerde arar”.

(5)

Pozitif kamusal alan ve Negatif kamusal alan. Bu ayrımda kurumları, kamuoyu önünde eleştiren ya da destekleyen yani konuşan bir kamusal alan pozitif kamusal alan olarak formüle edilirken, negatif kamusal alanın ayırt edici özelliği ise suskunluğudur. Bu kamusal alanın sessizliği, kurumların meşruiyetinin hızlı bir şekilde elinden alınması riskini içerisinde barındırmaktadır. Negatif kamusal alan, kurumların cevap verebilirliğinin de negatif olduğu bir durumda, tam bir çatışma ortamı içine girilmesi ve iletişimin imkansızlığı sorununu gündeme getirir. Ancak Eder, negatif kurumsal cevap verebilirliğin, Avrupa kamusal alanı için nadir görülen bir durum olduğunu, burada suskun

kamusallığın bu riski içerdiği görüşündedir. Sonuç olarak, Eder, ulus-ötesi bir kamusallığın ulusal düzeyde olduğu gibi yaratılmış olan bir ulusa dayanmasına gerek olmadığını, ağlar üzerinden gelişmiş iletişim teknolojileri aracılığıyla var olabileceğini ileri sürmektedir.

Avrupa kamusallığı tartışmalarında karşımıza çıkan bir başka isim olan Hans Jörg Trenz’e göre ise, bir Avrupa kamusal alanı, kavramın normatif anlamıyla tam olarak örtüşemez, ancak bu ulus-üstü kamusal alanın iki taraflı öğrenme süreçleriyle birlikte işleyebilir. Trenz, Paul Van Buitenen (3) örnek olayı üzerinden, çift taraflılık esasına dayanan öğrenme süreçlerini, Almanya ve İspanya basınlarını inceleyerek ortaya koyar. Trenz’in bu incelemelerden çıkardığı ilk sonuç, iki ülkenin de konuyla yoğun bir şekilde ilgilendiği ve tartıştığıdır. Bu durum, bir yandan, AB politikalarına bir ilginin uyandığının göstergesi olarak okunabilecekken, öte yandan da sağlam bir zemin üzerinden şekillenmemiş entegrasyonun sarsılabileceğini de gösterir. Trenz’in, bu olayın etkilerinden çıkardığı ikinci bir sonuç da, Komisyon, Parlamento ve hükümetlerin açık bir politika izlemeye yönelmiş olmalarıdır. Bunun kaynağında, kamusal alan tarafından skandal sonrasında, entegrasyonun, demokrasi açığının, kurumsal açıklıkların sorgulanması yatmaktadır. Haliyle bu durum, reformların kamusal aktörlerce dile getirilmesine yol açmaktadır.

Trenz’in incelemesinin örneklemini oluşturan iki ülkede de, Van Buitenen’in yaptıklarını takdir eden, kamusala sır açıklamaktan yargılanmasını eleştiren bir tutum sergilenir, ancak iki ülkenin tutumunun öncülleri farklıdır.

Almanya’da konu, etik bir sorgulama içinde ele alınır ve bu etik sorgulamanın ardından anayasa tartışmaları ve demokrasi açığı üzerinde durulur. Farklı olarak, İspanya’da, bu skandal iktidar ilişkileri üzerinden değerlendirilmiş ve bu değerlendirme esnasında demokrasi açığı sorunu, Kuzey Avrupa ve Güney Avrupa ayrımı üzerinden ele alınmıştır. Avrupa’da yapılacak reformun içeriği de, bu iki kanadın ilişkileri üzerinden anlamlandırılmıştır. Trenz, bu örneğin imaları üzerinden, Avrupa kamusal alanı, öğrenme süreçlerinin çift taraflılığında ve her iki ülkede de farklı

yönelimlerle de olsa aynı konunun gündemi oluşturmasında görmektedir.

Son olarak, kamusal alan üzerine atölye çalışmasının sonuç bildirgesine yer verelim. (4) Bu metinde, en çok vurgu yapılanın, bir kamusal alan olmadan demokrasi açığının kapanmasının mümkün olmadığıdır. Burada kamusal alanın eksikliği, incelenirken öne çıkan ilk unsur, bir Avrupa basının olmayışıdır. Bazı dergi ve gazeteler birden çok dile çevrilip, Avrupa çapında ün kazansa da, bu nadir rastlanan bir durumdur. Bu eksiklik, Avrupa kamusal alanının kendi eğitim mekanizmasını yaratamaması sonucunu doğurmuştur. Böylece, kamusal alan demos’tan yoksun kalmıştır.

Ancak metinde, Haider olayının gösterdiği travmatik hafızanın tetiklendiği hallerde, kamusal alanın

hareketlenmesinden çıkarılacak bir sonuç olarak kademe kademe geliştirilecek bir kamusal alanın inşasının hala mümkün olduğu fikrine de yer verilmektedir.

Bu metnin sonunda kamusal alanın geliştirilmesi için atılabilecek adımlar önerilmiştir. Bunlar:

1. Komisyon başkanının seçimle başa gelmesi, görüş oluşturma sürecini tetikleyici bir faktör olacaktır.

2. Komisyonun görevlerini, politik anlamda sorumlulukla açık bir şekilde yerine getirmesi ve Komisyon başkanının Avrupa Parlamentosu’ndan seçilmesi seçimlere olan ilgiyi de artıracaktır.

3. Bu kadar büyük bir değişimin gerçekleşemeyecekse eğer, o zaman parlamento ve komisyonun çalışmalarında şeffaflığın sağlanması şarttır.

4. Avrupa halkları karar alma süreçleri açık olduğu sürece merkezi bir sorumluluk duygusu ile ulus üstü tartışmalarla ilgileneceklerdir.

5. Ulusal düzeydeki politik elitler Avrupalılaşmanın önünü açmak durumundadırlar. Bu aynı zamanda meşruiyetin sağlanması için de bir adım olacaktır.

6. Sivil toplumun tartışmaların içine çekilmesi bir olmazsa olmaz koşuldur.

7. Güçlü ulusal kamusal alanların Avrupalılaşması ulus ötesi kamusallığı eleştiren gruplarla ortaya çıkacaktır. 8. Eğitimin sadece bilgi aktarımı olarak işlev görmesi, bir Avrupa populus’u açısından yeterli değildir. Bunun yanı sıra, ortak hafızaya gönderme yapan deneyim de, kamusal alanın gelişmesinde etkili olacaktır. Dolayısıyla,

kültürlerarası etkileşim, ‘pasif çok dillilik’ yerine ‘ortak deneyimler aracılığıyla kolektif hafızanın oluşması’ açısından vazgeçilmezdir

(6)

Sınırlılıklardan Emek’in Kamusallığına

Normatif anlamda müzakereci bir kamusal alan modelinin üçayağı vardır. İlki yurttaşlara yakın yani onların ilgi ve deneyimlerinin ifadesi olacak bir sivil toplumun ve açık bir kurumsallığın varlığıdır. İkinci ayağı ise, kamusal tartışmanın kim tarafından yürütüldüğü kadar nasıl yürütüldüğünün de önemsenmesi oluşturur. Tartışmanın iki tarafının rasyonel olması, tarafların argümanlar ileri sürebilmelerine ve diyalogun kurulabilmesine bağlıdır. Habermas’ın Hukuku bu anlamda önemsemektedir. Hukuk aracılığıyla tartışmaların taraflarının dilleri birbirlerine çevrilebilecekti. Üçüncü ayağı ise, kamusal bir tartışmanın, her koşulda bir konsensüsü, en kötü olasılıkta,

çoğunluğun onayının alınmasını içermesidir.

Bu şemanın ışığında, Avrupa kamusallığının Müzakereci Demokrasi kuramcılarının merceğinden, gerek Avrupa’da bir kamusal alanın var olduğuna dair iddialarını desteklemek üzere göndermede bulundukları örnek olaylar, aktörler; gerekse de normların iletişimi düzenleyici niteliğine yapılan vurgunun ötesine geçmeyen bir hukuk kavrayışına sahip olmaları, onların, bu tartışmayı oldukça teknik bir zeminde yürüttüklerine işarettir. Habermas’ın düşünsel evrimi de bu teknik zemini doğrular niteliktedir. Zira, geldiği son noktada, Rousseaucu manada, kamusal alanın demokratik bir biçimde tabana genişletilmesi ısrarından, Kantçı manada, evrensel akıldan ve yurttaşlığın siyasal bir kavram

olmasından ve Rawls’un tasvir ettiği bir hukuk devleti fikrinden derlenen siyasal bir liberalliğe evrilmiştir. Aslında, Habermas’ın, ilk dönem çalışmasında, kamusal alanın tali iktidarın denetimine tabi olmasına rağmen, içinde aynı zamanda kurucu iktidarın nüvelerini de taşıdığına dair imaları, daha sonraki dönemlerinde, normatif bir zemine rehin verilmiştir. Bu evrimden nasibini alan Müzakereci demokrasi kuramcıları da, sürecin rasyonelliğinin onaylanması için çağrı yapmaktadır. Müzakereci Demokrasi kuramcılarının, tartışma zeminlerinin odağına yerleştirdikleri kamusal alanı, ayırıcı özelliğinin bir kurucu iktidar potansiyeli taşımasını göz ardı ederek tanımlamaları ve analizlerinde bu biçimiyle bir Avrupa kamusal alanının varlığına işaret edecek bulguları bir araya getirmeleri onların sınırlılıklarına işaret etmektedir.

Kamusal alanın burjuva liberal biçiminin bizlere gösterdiği bu çerçeve, kamu, kamusallık kavramlarının farklı bir biçimde de ele alındığı gerçeğini unutturmamalıdır. Oscar Negt ve Alexander Kluge’nin Habermas’a yönelttikleri eleştiriler ve ona eşlik eden “Proleter kamusal alanı” kavramsallaştırması bu anlamda önem kazanır. Negt ve Kluge’nin burjuva kamusallığına ilk itirazı, burjuva kamusallığının çelişkileri çöküş ya da çözülme anlarında ortaya çıkmadığı, bizatihi burjuva kamusallığının içinde oluştuğu yönündedir. Keza burjuva kamusallığı, bütün tekilliklere karşı sürdürülen kavgada kurulan soyut bir “genellik” ilkesi üzerine kuruludur. Bu anlamıyla, liberal kapitalist piyasanın evrenselleştirici eğiliminden daha çok demokratik değildir. Burjuva kamusallığı ve genel irade arasında kurulan bu bağ ile dışarıda bırakılanlar işçiler, çiftçiler, kadınlar, yani üretim ve yeniden üretim aktörleri olmuştur.

Fransız Devrimi’nin ilk yıllarında kurucu meclisin sıralarından yükselen “eşitlik için bir adım daha atarsak mülkiyeti, özgürlük için bir adım daha atarsak devleti tehlikeye atacağız.” sözlerinde ifadesini bulan endişe, burjuva

kamusallığının mimarları açısından bugün halen sürmektedir. Bu durumda önümüze çıkan görev, emeğin kurucu kamusallığını açığa çıkaracak pratikleri oluşturmak, örgütlemek ve yaygınlaştırmaktır.

(1)Tartışmalarda, bir Avrupa kamusal alanının olmadığı yönünde bakış açıları da mevcuttur. Özellikle yukarda kamusal alanın yapısını inceleyen Eder’in bir başka çalışmasında, kıyasıya eleştirdiği bu yaklaşımın önemli

temsilcilerinden biri, Dieter Grimm’dir. Dieter Grimm, uzun vadede Avrupa’da ne bir kamusal alandan, ne de Avrupa politik tartışmasından söz edilemeyeceğini ileri sürer. Dieter Grimm’in düşüncelerinin temelinde, Avrupa kurumlarının kurucu bir demos’a dayanmadığı, meşrulukların, ulus devlet temsilcileri üzerinden sağlandığı ve bir Avrupa kamusal alanının önündeki en temel engelin dil sorunu olduğu düşüncesi yatmaktadır.

(2) Eder’in bu analizi büyük ölçüde, Dieter Rucht’un Avrupa’daki politik mobilizasyonu siyasal partiler, dernekler ve protesto grupları üzerinden inceleyen araştırmasına dayanmaktadır. Bu araştırma ilk önce Avrupa Parlamentosu seçimlerini kıstas alarak insanların ulusal düzeyde oy verme alışkanlıklarını değiştiremediklerini ancak bu durumun Avrupa Parlamentosu söz konusu olduğunda geçerli olmadığı sonucuna ulaşır. Örnek olarak ise Yeşiller Partisi’nin İngiltere’nin ulusal seçimlerinde %2 oy almalarına karşılık Avrupa Parlamentosu seçimlerinde %14 oy almasını gösterir. Araştırmanın ikinci alanını oluşturan derneklerin ise hemen hemen tamamının Avrupa çapında ağlara üye oldukları ve lobicilik faaliyetlerini sürdürdükleri hatta bir dernek tüzel kişiliğinde temsil edilmeden şehirlerin ya da

(7)

bölgelerin lobi faaliyetlerini Brüksel’de sürdürdükleri sonucu ortaya çıkar. Politik protesto grupları ise bu araştırmanın sonucunda ulus ötesileşme sürecine çok dahil olmadıkları, hatta Avrupa kurumlarını muhatap alacak eylemliklere çok az gittikleri tespit edilmiştir. Araştırmanın genel sonucu, Avrupa politikalarına karşı protestoların yerel ile sınırlı kaldığıdır.

(3) Paul Van Buitenen, Brüksel’de Komisyonda çalışan bir memurdur. Van Buitenen, Komisyonun iç mali denetim biriminde çalışırken Leonardo programı hesaplarında düzensizlikler fark etmiş ve üstlerini bundan haberdar etmiştir. Alınan tedbirleri yetersiz bulan Van Buitenen Komisyon’a bir ültimatom vererek, eğer belli bir süre sonra AP’yi bundan haberdar etmezlerse bunu kendisinin yapacağını söylemiş ve bir süre sonra, AP Yeşiller Grubu'na dosyaları sunmuştur. 1998 yılında gerçekleşen bu olaydan sonra Van Buitenen görevinden alınmıştır. Hakkında komisyonun sırlarını kamuoyuna açıklamaktan dava açılmıştır.

Referanslar

Benzer Belgeler

Bu derste, öncelikle tarihsel süreç içinde kentsel mekanların düzenlenişi ve kullanılışı kamusal alan fikriyle karşılıklı ilişkisi içinde

Kamusal alan, kamusal mekan, kent, kentsel mekan kavramları üzerine genel tartışma?.

1963 yılında İstanbul Üniversitesi ve Chicago Üniversitesi'nce yürütülen “Güneydoğu Anadolu Tarihöhcesi Araştırmaları Projesi” yüzey araştırmaları sırasında

Bir yerden bir yere geçiş için çatılardan geçilmekte eve girişler yine çatılardan sağlanmaktadır.Evlerin arasında meydan görevi gören boş

URUK: Kral Gılgamış’ın adıyla anılan ve ilk yazılı destan olarak bilinen Gılgamış Destanı’nın geçtiği kenttir.. Ayrıca Nuh Tufanı’nın geçtiği 4 kentten

800’e kadar olan dönem Miken Uygarlığının etkisinde olduğu dönem hakkında pek fazla bilgi yok, bu nedenle karanlık dönem olarak adlandırılıyor..

 Vergi öderler ve savaş sırasında orduda görev alırlar.  Toprak veya ev mülkiyetine

 Kentler, ağırlıklı olarak liman, büyük yol kavşakları, akarsu, manastır, kilise ve kale etrafında, yani ticarete imkan