• Sonuç bulunamadı

altzine Üç Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi Ücretsiz İlkbahar 2017 Su~Hafıza

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "altzine Üç Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi Ücretsiz İlkbahar 2017 Su~Hafıza"

Copied!
103
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)

altZine

Üç Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi Ücretsiz İlkbahar 2017 Su~Hafıza Sayı Editörleri Su Başbuğu Özge Calafato Son Okuma Mevsim Yenice Yayın Kurulu Su Başbuğu Özge Calafato Hande Ortaç Aylin Sökmen Engin Türkgeldi Görseller

Su Başbuğu, Arzu F.

Güngör, Volkan Kızıltunç, Gonca Konyalı Dirik, Özge Samancı, Tolga Ünsün

Tasarım&Uygulama Su Başbuğu

Yapıtın tüm yayın hakları saklıdır.

Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz. Tüm içerik CC Attribution-NonCommercial 3.0 Unported License altındadır.

altzine@altzine.net dergi.altzine.net

Mattasızı ~ Hande Ortaç

Marmara’ya Gider İken ~ Rosalino Levantino

Korsan Çıkmazı’nda Su’yu Bulmak ~ Ayşegül Yaraman

Suyun Tozu, Sayfiyenin Yazları ~ Özge Calafato

Buz ve Buhar ~ Engin Türkgeldi Sedef’in Babası ~ Caner Kaya

Fırat’ın Suları Yükselirken ~ Aykan Özener İlk Su ~ Mert Tanaydın

Kuş ~ Mevsim Yenice

Limanın Getirdikleri, Kentin Götürdükleri ~ Emre Erbirer

Bir Leğen Su ~ Caner Turan Bakır Maşrapa ~ Abdullah Öztürk Su’ya Masal ~ Evren Topuzyan Neden ~ Aliye Zorlu Mit Kar Suyu ~ Burak Çapan

Kâbuslar Adası: Suyun Belleği ~ Onur Özgüner

Küs ~ Ebru Askan & Sevda Gedik Deniz ~ Zeki Paralı

Maviçakıl ~ Güzin Ayan Tazyik ~ Mehmet Büyüktuncay Bellek ve Rahim ~ Ulaş Bager Aldemir Dost Bellekten Fısıltılar ~ Esmahan Devran İnci

İki Nokta Üst Üste ~ Cüneyt Başbuğu Londra’nın Gözü ~ Oğuzcan Çağan

Künye İçindekiler

(3)

Su hem bereket hem nimet, hem yazları girmeyi iple çek- tiğimiz hem altında sırılsıklam ıslandığımız; bedenimiz, hayatın ken- disi, kar ve buhar, damla ve okyanus. Bir yandan da dünyanın enerji kaynakları kurudukça su savaşları çoğalıyor, insanlar yağmur duala- rına çıkıyor; daha çok baraj, daha çok enerji, daha çok kaynak için dünyanın seferber olması kaçınılmaz oluyor.

altZine de hayatın en temel bileşiği olan ve değeri giderek artan suyun cazibesine kapılarak 2017 temasını SU olarak belirledi.

Her yıl olduğu gibi 21 Mart’ta çıkan ilkbahar sayısının teması ise Su~Hafıza. Bu sayıda Su ve Hafıza teması çerçevesinde sayfiyede geçen çocukluk anılarından açık denizlerde yitirilen göçmenlere, suya dair sadece geçmişle değil bugün ve gelecekle de ilgili pek çok hikâyeye yakından bakıyoruz.

Yazı ve fotoğraflarıyla altZine’e katkıda bulunan tüm dost- larımıza ve tüm altZine okurlarına teşekkürlerimizle.

Su gibi aziz olun.

Sayı editörleri Su Başbuğu ve Özge Calafato

Önsöz

(4)
(5)

altKurmaca

Kadın, suyun içinde katılaşmış kurşun parçalarını büyük bir ciddiyetle incelerken “Aman ablacım o kadar da büyütme. Alt tarafı yazılmışı okuyorum,” deyiverdi. Geçmişimden anlatacağı hikâyelerle öngörüsünün gücünden etkilenmek için can attığım kurşuncunun her kelimesi çok önemliydi. Geleceğimle ilgili söyle- diklerine inanmayı ve harekete geçebilmem için beni ikna etmesini büyük bir iştahla istiyordum. Alçak gönüllülükle kurduğu bu cüm- leyle verdiğim paranın karşılığını alacağıma ikna oldum. Sanki.

Ne fala inandım ne de nazara. Ama uzun zamandır içimde bir sıkıntı var. Yüreğime öküz oturmuş gibi ağırlaştım. Şirketten indirimli bir check-up ayarladım, bir şey çıkmadı. Arkadaşlarım bir psikoloğa görün diye ısrar etse de kimse kolumdan tutup götür- mediği için o da yalan oldu. En iddialı Müge çıktı. Çok duymuş bu kadının methini, illaki görünmemiz gerekiyormuş. Benim üstümde kesin bir nazar varmış ya da kötü bir büyü. O da kocasını kendine bağlayıp o aşüfte metresi saf dışı etmek istiyormuş. Ah modern zamanların imitasyon dertleriymiş bunlar ama elde edeceğimiz somut haz yok mu! İşte onun peşinden koşmalıymışız. Bu uzun monoloğun neresinde sıkılıp dinlemeyi bıraktığımı hatırlamıyorum.

Gözlerimi açtığımda buradaydım. Kıştan çıkmış azgın bir nehir gibidir Müge, ben de böyle süslü kelimeler düşünüp ancak altında ezilebilenlerdenim.

Yağda kavrulmuş soğan kokulu mutfağın ortasındaki tabu- rede ezik ezik oturuyordum. Kadın sırtını bana dönmüş başımdan aşağı dökeceği kurşunu eritmekle meşguldü. Müge’nin işi çoktan bitmiş, evin salonunda kurşuncu kadının üç çocuğuyla birlikte otu- ruyordu. İçerden bir çığlık sonra da bir ağlama sesi geldi. Kadın ocakta eriyen kurşunu bırakıp kapıyı açtı.

“Musa kardeşlerine vurma! İş yapıyorum şurda!” diye ba-

Mattasızı

Hande Ortaç

(6)

ğırdı.

Sinirli bir ergen can havliyle cevap verdi, “Anne ben yapmadım, Ali yaptı!”

“Ben anlamam, yaramazlık yapmayın dedim size, o kadar!”

Mutfak kapısı kapandığı anda soğan kokusu tekrar beynime saplandı. Tahta tabure kıçıma batma- ya başlamıştı. Bir an önce başlasak iyi olacaktı. Kadın ocağa yönelirken kenarda duran sarı zeminde mor çiçekli ve yeşil yaprak desenli çirkin bir çarşafı elime tutuşturup üstümü örtmemi istedi. Çarşafı başıma geçi- rir geçirmez baygın bir vücut kokusu midemi kaldırdı. Kullanılmış çarşafın içine işlemiş ağır beden kokusu...

“Benim burada ne işim var!” diye bağıramadım. İçimin kalkmaya bile tahammülü yokken ani hareketleri lü- gatimden çoktan çıkarmıştım. Kesil- meyi bekleyen bir koyun gibi kadının işlemi yapmasını sessizce bekledim.

Bu ataletin kaynağını bir bulsun, ilk resmî hareket olarak onu zabıtaya şikayet edecektim. Usulsüz kazanç, pis ve zevksiz çarşaf kullanımı, soğan kavurmak, patik giyip üstüne ceyo terlik geçirmek, evime bu kadar uzak bir semtte oturmak, Müge’ye ulaşa- cak kadar bir şöhrete kavuşmak ama yine de bu mutfakta, kokuların içinde hizmet vermeye devam etmek. Şi- kayete imkân veren birçok sebebim vardı. O suçluydu.

Her şeyin bir usulü, yolu yordamı var. Bu kurşun işi de ta çok tanrılı dinlere dayanıyor. Ne törenleri vardır kim bilir. Bir kere nazardan kur-

tulmak için kurşundan medet uman insanı korumak için üstünü sakız gibi bembeyaz kolalı örtülerle örtmek gerek. Kurşunu özel kepçesinde eriteceksin, sonra başının üstünden bakır tasın içindeki suya boşalta- caksın, cos diyecek, sen de yarabbi şükür diyeceksin. Bir kurşun daha mı dökülecek? Yeni bir kurşun parçasını yine kepçede eritip bu sefer göbe- ğin üstünden dökeceksin. Yetmedi, sonuncu hamle ayakların hizasında olacak. Bunlar şakaya gelmez. Bir kere öyle herkes kurşuncu olamaz.

Bu işin de bir raconu var. İnler cinler işin içine giriyor, ehliyet lazım. Kurşun dökebilmek soydan geçer, bir üst kuşak yeni nesle el verir. Bu kadın kurşun dökme yetkisini kimden almış bakalım? Var mı yetki kağıdı? Kurşun patlarsa nazar çıkmış demektir, içine bir ferahlık yayılır. Ya yüzünde pat- larsa bunun hesabını kim verecek?

Kısaca bu iş öyle dalgaya gelmez, özenmek gerek. Kirli çarşafla, saplı yumurta haşlama tenceresiyle filan olacak iş değil bunlar.

Kafamda dolanan bu iti- razlara hak verip o anda orayı terk edebilirdim. Yapmadım.

İsteksizlik bendeki. Öğle yemeğine çıkmaktan vazgeçtim me- sela. Plazada öğle yemeği molası bi- razcık hava almak demek. Yani soluk alma hakkımdan bile vaz geçtim. Bu satırları da öğle yemeğimi yediğim masamdaki bilgisayardan yazıyo- rum. Klavyedeki parmaklarım onun örgü patiğin içinde oynattığı ayak parmakları kadar hareketli. Benim

(7)

için bu bile bir ilerleme. Ceyo terlik içinde oynaşan parmaklar yan ma- samda her sabah düz ayakkabılarını topuklularıyla değiştiren Meltem’in ince çorabından gözüken koyu renk ojeli parmaklarını hatırlattı. Hemen gözümü kapadım. Ensemin oralarda bir yerlerde erimiş kurşunu teneke bir tasın içindeki suya yavaş yavaş dökerken ve kurşun ciyak ciyak bağı- rırken benim aklımda ince çorapları kaçıran pedikürsüz ve şekilsiz ayak tırnaklarım vardı.

“Oy ablacım, senin boy- nunda fıtık var. Bak bak, kurşun nasıl yandı.”

“Masa başı işte çalışan her insanda olduğu gibi,” deyip burun kıvırdım. Söylediğim doğru değildi.

Benim gibi bazıları daha çok hırpa- lanıyordu, o kadar. Ameliyat olmama rağmen yine bir parça sinir kemikle- rin arasından fırtlamıştı herhâlde, bu ağrıların başka açıklaması olamazdı.

Çarşafı kaldırıp kurşunun nasıl yan- dığını görmeyi reddettim, önemli değildi.

“Tövbe bismillah tövbe bis- millah, bu el benim elim değil, Ayşe anamızın Fatma anamızın eli...” Yu- murta haşlama sahanında biraz daha kurşun eritti. Bu sefer göğsümün orada bir cızırdama duydum.

“Çok kaybın olmuş ablacım, bak bak kurşun burada kalbin gibi un ufak oldu. Ölüm bu hayata mahsus, kaçış yok.”

Saçmaladı. Çarşafı, kena- rından tuttuğum gibi yavaş yavaş başımdan aşağıya sıyırdım.

“Sağ olasın, ağzına sağlık.”

Kalkmaya yeltendim ama o beni pek takmadı. tasın içindeki katılaşmış kur- şunlara dikkatle bakıyordu.

“Ücreti çıkışta mı veriyo- ruz?”

“Dur abla, nereye? Önce şu şekilleri bir yorumlayalım.”

“Gerek yok canım. Nazar değmesin yeter. Hem ben korkarım öyle şeylerden. Geleceği bilmekmiş geçmişi görmekmiş filan, dertsiz başımıza dert almayalım.”

“Aman ablacım o kadar da büyütme. Alt tarafı buraya yazılmışı okuyorum.” Bundan sonrasını din- lemeye ikna olduğum an bu sözleri duyduğum andı. Zaten o benimle değil önündeki tasla ilgileniyordu.

İşine odaklanmış bir cerrah gibi “Bak bak koca iğneler nasıl yüreğine sap- lanmış, görüyor musun?”

Meraklıyımdır. Hantal olabi- lirim ama her yere burnumu sokma konusunda kimse elime su dökemez.

“Ne demek yani?”

“Boynunu hizalayıp döktü- ğüm kurşun çürüdü. Bu boynunda bir hastalık var demektir. Sen bir kontrol ettir. Tam ense kökündeki hayat düğümünü ihmal etmeye gel- mez ha. İkinci bölge kalptir. Kalbini hizalayıp kurşunu yavaş yavaş verdim suya. Canın sıkkın belli, sıkı can kolay kolay sır vermez, usul usul yanaşmak lazımdır. Dilini açayım bir dökülsün dedim, yanılmadım bak. Kurşun önce un ufak oldu. Acı demek bu, çok acı.

Dökerken dökerken hafifçe aşağıya, midene doğru indirdim. Acı içerden

(8)

7 midir dışardan mı, böyle bakılır. Abov

kurşun nasıl katılaştı, bak bak. Üstün- deki iğneleri gördün mü?”

Anlatırken bir yandan da üstü diken diken olmuş kurşunu sudan çıkarmış garip şekilli bu yeni nesneyi evirip çeviriyordu.

“Ne demek şimdi bu?”

Beni duymadı. Elindeki şeye dikkatle bakmayı sürdürüyordu.

“Acın var dedin ya, neymiş yani, içerden miymiş dışardan mı?”

“...”

“Ne demek yani diken diken, kıskananlar mı çatlıyor ben mi kıskançlıktan kahroluyorum. Ay konuşsana kadın!”

“Matta...”

“Efendim?”

“Mattas...”

“Ha?..”

“Abla hiç duydun mu böyle bir kelime?”

“Mattas mı? Yani?.. Yabancı gelmedi birden dur bakayım...”

“Bu kelimeyle düğümlen- mişsin bir yerde. Bunu çözersen senin de kısmetin açılacak abla.”

“Aman derdim kısmet değil de, bir sıkıntılarımdan kurtulsam.”

“Mattası...”

“Bilemedim ya.”

“Mattasızı?”

“Mattasızı! Mattasızı, sı uzun okunur. İçimde derin bir sızı var gibi.

Hatırlıyorum tabii.”

“Nerden abla? Kim derdi?”

“Rahmetli anneannem kulla- nırdı bu kelimeyi.”

İyice yaşlanınca hatta ölme-

ye yakın. Çocukluğunda öğrendiği Lazca’dan başka dil konuşmaz olmuş- tu. Bir de bas bas bağırırdı: Mattasııı- zı! Bu işlerin üstadı dayım, Lazcada böyle bir kelime olmadığını söylerdi.

Yaşlılığına verdik anneannemin. Kısa bir zaman sonra ne demek istediğini anlatamadan ölüp gitti. Allah rahmet eğlesin.

“O kelime var ya abla, senin içindeki düğümü bu kelimenin anlamı çözecek.”

Nereden bileyim anneanne- min yıllar yıllar önce sayıkladığı bu kelimenin anlamını. Kadıncağız kafayı yemişti biraz, yaşlılıktan. Kimseyi ta- nımaz olmuştu. Ne diyorlar, demans, bunaklık. Çocukluğumun hatta haya- tımın en güzel yıllarının hatıralarında o var. Sımsıcak sevgi dolu zamanlar- da. Işıklar içinde apaydınlık hatırlıyo- rum onu. Ne garip. Söylediğinin bir anlamı olabileceğine imkân ihtimâl vermemiştim. Şimdi salatının dibinde kalmış zeytinyağı ve domates çekir- deklerine ekmeğimi banarken bu kelimenin hayatımı nasıl etkilediğini bulmanın peşine düşmek konusunu değerlendiriyorum. Kafamı kaldırıp plazanın 17. katından görebildiğim inşaat manzarasına bakıyorum. En eski yaşam merkezlerinden biri olan İstanbul’da bile yerleşme mücadelesi bitmemiş. Hep bir telaş içinde insan- lar. Bense bu telaşın dışındayım ne zamandır. Şu anda biraz ütopik gelse de, hadi samimi olayım, beni uzun sü- redir bir şey ilk defa bu kadar heye- canlandırdı. Ekmeğimi son kalanları sıyırmak için tabağa daldırıyorum.

(9)

Zero Palace I

Tolga Ünsün

(10)

altDeneme

Marmara’ya Gider İken…

Rosalino Levantino

Muhtemelen hayatımın en mutlu yıllarını çocukluğumda Burgaz’da yaşamış olduğumdan, tatillerimi adalarda geçirmeyi öteden beri pek severim.

Devlet memurluğunun beni boğmaya başladığı senelerde tahammül edemediğim İstanbul’dan her fırsatta kaçmayı alışkanlık edinmiştim. Önce İmroz’a sonra da Marmara Adası’na dadandım.

Üstelik ikincisine deniz otobüsüyle şehirden hızla ulaşıldığından, adeta genlerime işlemiş olan hafta sonları mutlaka adaya kaçma güdümü de kolaylıkla tatmin edebiliyordum.

O sabah iskelede buluştuğum Helga, ufakken adada âşık olduğum biriydi. Ebeveynlerimizin gençliklerinden beri tanışmaları bir yana, iki erkek kardeşiyle yakın arkadaştım, fakat o yaşça büyük olduğundan bana hiç yüz vermezdi. Kızlar grubu toplandığında beni aralarına almazlar, Barbie’leri ve Ken’leriyle oynamama izin vermezlerdi. Bu bende öfke patlamalarına sebep olur, şiddete başvuracak kadar hiddetlenirdim.

Öğle uykusundan kalkıp beş sıralarında sokağa çıktığım bir akşam üzeri, şaka olsun diye sağanak hâlinde üzerime fırlat- tıkları ağaç tohumları canımı yakınca peşlerine düşmüş, yerde bulduğum ilk taşı onlara doğru sallamıştım. Helga birden sokağın ortasında kalakalmış, elini ağzına götürerek ön dişlerinden birinin yarısının kırılmış olduğunu fark etmişti.

Hayatı boyunca o dişinden çektikleri yaşadığım utancın ve pişmanlığın yanında hiç kalır. Bizimkiler evlerine gidip ondan ve ebeveyninden özür dilememi sağlamış, fakat Helga’yla ilişkimizin bir daha düzelemeyecek ölçüde bozulmasına engel olamamışlardı.

Yıllar sonra beraber çıkacağımız Marmara seyahati daima hissettiğim suçluluk duygusunu hafifletmek için iyi bir vesileydi.

(11)

Helga liseyi bitirdiğinde Almanya’ya taşınmış, evlenip iki evlat sahibi ol- muştu, fakat yazları yanına Brigitte ile Hans’ı alıp memleketine dönmeyi âdet edinmişti. Marmara Adası’nda kardeşlerinden biri ve ailesiyle bu- luşacağımız tatil için yola çıkmadan önce, Helga ve çocuklar âdeta bana emanet edilmişti. Çoktan uzmanlaş- mış olduğum güzergâhta o aralar Avustralya’dan yeni getirilmiş oldu- ğunu duyduğum deniz otobüsünün eski modellere kıyasla ön camlarının sağladığı ferahlıktan yararlanmak istiyordum. Hafta başında harekete geçmiş olmama rağmen rezerve etmeyi düşündüğüm yerleri benden daha hızlı davranan müşterilere kaptırmış, mecburen üst kattaki orta bölümde, önden ikinci sırada dört kişilik bilet almak zorunda kalmıştım.

Seyahat yine önümüzü görmeden, sadece yanları açık kapalı bir kutuda gerçekleşecekti. Helga o sabah beni her zamanki güler yüzüyle karşılamış, on yaşlarındaki şirin çocuklarıyla keyifli ve bol kahkahalı bir seyahate doğru yola çıkacağımızın işaretini vermişti.

Ağustosun ortası, deniz süt liman, güneş, sabahın onu olmasına rağmen cayır cayır yanıyor, çok sıcak bir gün olacağı kesin. Kalabalık yolcu topluluğuyla deniz vasıtasına binip yerlerimizi alıyoruz, herkesin neşesi yerinde.

Limandan usulca çıkıyoruz, mendireğin yanından geniş bir ka- visle dönen deniz otobüsü Marmara - Avşa yönüne doğru yavaş yavaş yol

alıyor. Yenikapı’nın açığında de- mirlenmiş irili ufaklı bir sürü gemi;

aralarından süzülerek ilerlerken süratimiz epey artmış durumda.

Sohbetimiz koyulaşı- yor, insanlar cıvıl cıvıl… derken büyük bir gümbürtüyle adeta bulunduğumuz yere aniden çakılıp kalıyoruz, çığlıklar yükseliyor. Etra- fımızdaki çoğu yolcunun yüzünde kanlar var, Helga’ya ve çocuklara bakıyorum, gayet iyiler… ben de iyiyim, “Reflekslerimiz kuvvetli,”

diye düşünüyorum, anında koltuğa yapışmışız, oysa çoğunluk yüzünü ön koltuğun arkasına çarpıp kanat- mış… Otobüs olduğu yerde azıcık sallanıyor, ön sol tarafa doğru hafif yatar pozisyonda, motorlar susmuş. Alt kattan dehşet içindeki güruh tam karşımızdaki merdi- venlerden çığlık çığlığa üst kata koşarak doluyor, vasıtanın duvara yapıştırılmış teknik çizimine bakı- yorum, otobüsün üzerinde yüzdü- ğü her bir gövdenin ikişer bölme- ye ayrıldığını fark edip Helga’ya büyük bir olasılıkla toplam dört bölmeden sadece birinin delinmiş olabileceğini, diğerlerinin bizi yüz- dürmeye haydi haydi yeteceğini söylüyorum. Biz soğukkanlılığımızı koruyoruz ama etrafımızdaki panik zapt edilemez seviyede, kargaşa hâkim. Alt katta oturup kazayı öndeki camlardan saniyesi saniye- sine takip edenlerin yaşadığı şok yüzlerinden okunuyor.

Yan pencerelerden bakı- yorum, nispeten ufak bir tankere

(12)

neredeyse doksan derecelik açıyla çarpmışız, gemide fazla hasar yok.

İnanılması zor bir kaza, güpegündüz koca bir gemiye ortadan toslamak!

Ahırkapı’nın açıklarındayız, gerekirse karaya kadar yüzülebi- lecek bir mesafede, ama etrafımız otobüs battığı takdirde rahatlıkla ulaşılabilecek gemilerle zaten kuşa- tılmış. Adalı burjuvaların çoğu gibi yüzme veya sutopu antrenmanlarına asla katılmamış olmama rağmen kendime güveniyorum, yazlarımız nesillerdir denizle iç içe, teknelerde, hatta suyun derinliklerinde geçmiş, Helga’nın yüzme müsabakalarında madalyaları var, çocuklar da Alman- ya’da büyümüş olmalarına rağmen gayet iyi yüzücü.

”Bu insanlar hiç mi yüzme bilmiyor?” diye geçiriyorum içimden.

Çoğunluk üst kattaki ka- pılara yığılıp açmaya çalışıyor ama birbirlerini ezmeleri an meselesi. Biz yerlerimizde sükûnetle oturmaya devam ediyoruz. Derken pala bıyıklı iri bir çımacı kaptan köşküne çıkan kapının yanında belirip avazı çıktığı kadar “Panik yok, Panik yok, Panik yoook!” diye haykırıyor, sesi bağır- maktan kısılmış, canhıraş çabası hiç fayda etmiyor. Çımaları düzenlerken hazırlıksız yakalanmış olduğundan mı ne, çehresi kan çanağına dönmüş, ona bakanlar sanki daha çok paniğe kapılıyor. “Sakin Olun!” diye devam ediyor, o zamanlar dizi jargonuna kurban edilmemiş Türkçesiyle…

Vasıtanın çizimini gördü- ğüm beyaz duvarın alt kısımlarında

yan yana yuvarlak göçükler dikkatimi çekiyor. Ön sırada oturanlar yerle- rinden fırlayıp kafalarıyla çarparak oluşturmuş.

Acaba merdivenlerde aşa- ğıya uçan olmuş mudur?

Alt kattan bazı valizlerin de- nize düştüğü haberi geliyor, o kadar uzun ve riskli yolculuklarda çantala- rımı dışarıda bırakmak zorunda kal- mam oldum olası sinirimi bozmuştur,

“Demek ki bu vasıtalar böy- le güzergâhlar için tasarlanmamış!”

diye fısıldıyorum Helga’nın kulağına.

Kaos uzun süre devam edi- yor. Yerimizde kalmanın en doğru hareket olduğu konusunda hemfiki- riz, fakat bizim çocukların yüzünde, genel çırpınış hâliyle Helga ve benim sağlam duruşumuz arasındaki tezat- tan yola çıkarak, acaba biz de telaş- lanmalı mıyız? hissini veren bir ifade beliriyor.

Vasıta yeni olmasına rağ- men arzulanan etkinlikte duyulma- yan anonslardan can yeleklerinin gi- yilmesi talimatı veriliyor, yolculardan yerlerine dönmeleri rica ediliyor, ben denizciliğime bok sürdürmemek için fosforlu turuncu can yeleğimi inatla giymiyorum:

“Düşünsene, mevsim kış olabilirdi, deniz buz gibi olabilirdi, dışarıda korkunç bir poyraz veya karayel fırtınası olabilirdi, vakit gece ve ortalık zifirî karanlık olabilirdi ve biz Marmara Denizi’nin ortasında, karadan millerce uzakta olabilirdik, bu insanlar o zaman ne yapacaktı?

Sıçardık vallahi…”

(13)

İçimden yine de “Lanete bak!” diyo- rum: Helga ile tam ilişkilerimizi nor- malleştirmek için bir fırsat doğmuş, sanki tanrılar bir arada olmamızı istemiyor, ne kadar uğursuzmuşum…

Denize atlamak zorunda kalabileceğimizin ihtimali, kimin tara- fından verildiğini hatırlamadığım acı bir öğüt getiriyor aklıma. Yüzme bilse bile panik hâlinde denize düşmüş insanlardan mutlaka uzaklaşmam ge- rektiği, yoksa, ne kadar iyi bir yüzücü olsam da hayatlarını kurtarma güdü- süyle bana asılıp suyun dibine beni de yollayacakları söylenmişti yıllar önce. Zaten bu telaşelerin arasında denize ulaşmamız bile pek mümkün gibi görünmüyor. İnsanlar bizi suya kavuşturacak kapıya varana kadar çoktan ezmiş olacak!

Neyse durum o değil, mo- torlar tekrar çalışıyor, yolcular zar zor yatıştırılmış durumda, yerlerine dönmüş ve oturur vaziyetteler, vasıta yavaşça dönüp rölantide Yenikapı’ya doğru hareket ediyor. Sol ön tarafa hafif meyilli şekilde hızlanmadan dümdüz suyun üstünde istikrarla yol alıyoruz. Derken limandan yeni çık- mış olan diğer bir deniz otobüsünün dalgası bize ulaşınca dejavü yaşa- nıyor, kalabalık, alt kattan üst kata merdivenlerden elleri ve ayaklarını kullanmak suretiyle hızla çıkmaya ça- lışıyor, yanı başımızda ayağa kalkmış genç bir kadın elini alnına götürerek:

“Ay Ay Ay, şimdi bayılıyorum…” diye- rek koltuğa yığılıyor, böyle bir sah- neyi ancak tiyatroda görebileceğini düşünen ben Helga’ya bakıp kıkırda-

mamak için kendimi zor tutuyorum.

İskeleye vardığımızda bir- çok yaralı sedyelerle hastanelere yetiştiriliyor, yolculuğa devam etmek isteyen küçük bir azınlık bekleme salonlarından birine alınıyor. Çok da uzun olmayan bir süre sonra başka bir deniz otobüsüne bindirilip adaya yollanıyoruz. Battal boyut, kapkara çöp torbalarına doldurulmuş muhte- lif gofret, kek, bisküvi, çikolata gibi ürünler yolculara bedava dağıtılıyor.

Brigitte ve Hans bereketli cüm- büşteki yerlerini alıyorlar. Helga’yla biz ise istisnai biçimde açık duran açık teraslarda sohbetimize devam ediyoruz, ben sigara üstüne sigara içiyorum. Yanımızda konuşulanlara kulak misafiri oluyoruz: Yetkililer olayı haberleştirmek için iskelede bekleyen gazetecilere izin vermek istememiş, hatta onları hırpalayarak yaka paça uzaklaştırmış…

Marmara Adası’na doğru seyahat sürerken içeriye tekrar girdiğimizde bir görevli adımızı so- yadımızı sorup bir liste oluşturuyor, adımı isteksizce veriyorum. Kısa bir süre sonra gazetelerin birinde bü- yükşehir belediye başkanının ömür boyu bedava seyahat etme imkânı sağlayacak bir karta hak kazandı- ğımıza dair müjdesini okuyorum.

Tabii ki öyle olmuyor, birkaç bedava yolculuk sonrasında mil hesabı tali- mine koyulmam gerekiyor, bir süre boyunca da başarıyorum, fakat artık huzursuz bir İstanbullu oluyorum.

Toplu taşıma araçlarında ve özellikle deniz vasıtalarında kendimi güvende

(14)

hissetmiyorum, kalabalık yerlerde, klostrofobik ortamlarda insan toplu- luklarıyla iç içe olmak istemiyorum…

Helga mı? Olaydan birkaç sene sonra Burgaz ile Yeşilköy ara- sında çalışan bir motorda benzer bir vaka yaşıyor ve yine yara almadan kurtuluyor, ben ise lanetli olduğumu düşünmekten bir nebze de olsa kur- tuluyorum.

(15)

altYorum

Korsan Çıkmazı’nda Su’yu Bulmak

Ayşegül Yaraman

12 Eylül’den sonra yaklaşık bir yıl geçmiş; yağışlı serin bir kış günü. Mesafe biraz uzak olsa sokağa çıkmaya cesaret edeme- yebilirim; zira 37 derece ateşim var. Ama Kuzguncuk’tan Kuleli’ye gideceğim sadece. Gerek yağmur gerek erken kararan hava ile gri bir akşamüstü, sözleştiğimiz saatte çalıyorum kapıyı. İnce uzun, yapılı, kısa saçlı ve dinamik (tam bir erken Cumhuriyet dönemi öğretmeni) bir kadın açıyor ve heyecanla anlatmaya başlıyor: Evine ilk kez gelenler için bir kek falı bakarmış hep. Çayın yanına benim için yaptığı kek önce umutsuz bir görüntü vermiş ama ardından pişirdiklerinin en iyilerinden biri oluvermiş.

“Tıpkı Nedim Otyam1’ın falı gibi çıktı,” dedi. “Her işiniz önce çok zorlayacak ve üzecek, ondan sonra ise parlayıverecek.”

Böylece özetlediği hayatımın falında pek yanılmadığını hep hatır- ladım, hatırlıyorum. Birkaç gün önce, o dönem piyasada bulama- dığım kitaplarını, yazar sevgili Füruzan’ın aracılığıyla sanıyorum, Harbiye’deki Kenter Tiyatrosu fuayesine getirmişti ve öylece tanış- mıştık. Hâlâ hayıflanırım mütevazı yılların mütevazı kadınının bun- ları imzalamamış olmasına. Henüz yazarların imzalı kitap piyasası oluşmamıştı2 ve o da komşusuna, onda bitmiş olan tuzunu veren bir kadın abartısızlığıyla ihtiyacımı karşılamıştı.

Ben 12 Eylül’ün evlilik durumu nedeniyle yarı illegal konu- munda yüksek lisans tezimi yazmaya çalışıyordum. Kadın konusu henüz moda olmamıştı. Bu konudaki araştırma kitaplarının sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. O ahval ve şeraitte, Türkiye’de kadınlık durumunun dönüşümünü çalışmak istiyordum ama kaynak 1 - Nedim Vasıf Otyam (1919-2008) besteci, müzisyen, yönetmen, yapımcı, orkestra şefi, sinemacı, eğitimci.

Ali Gevgilili’ye

(16)

o denli kısıtlıydı ki. El yordamıyla konuya kaynak bulmaya çalışırken kadın edebiyatçıların eserlerini çıkış noktası edinmeyi hedefledim. Halide Edip hariç hepsi hayatta olduğu için doğrudan temasa da geçebildim ve hepsinden candan destek gördüm3.

İşte o yazarlardan biriydi Nezihe Meriç.

Her yazarın hele ilk romanı otobiyografik izler taşıyor. 1959 yılı Türkiyesi’nde başlıyor Korsan Çıkmazı; ama kahramanları Meli ile Berni’nin, erken Cumhuriyet döne- minin tüm Anadolu peyzajı ile süslü çocukluk ve ergenliklerine, anlatımı hiç bozmadan sık sık geri dönüşler yapıyor. Meli ile Berni’yi kardeşten öte hayatlarını birlikte inşa etmiş iki kişi veya Cumhuriyet kadınının kamusal alanla özel alan arasındaki bölünmüşlüğü olarak değerlendir- mek mümkün. Söz konusu iki uç;

o zamanlarda evli olan Meli’nin ilk gençliğinde yatağında -evinde bir- likte yakalanıp gazetelere düştüğü bir erkeğe otobüste rastlayıp onunla birlikte meyhaneye gitmesi ve eşine de bir biçimde haber uçurup, onu da bu sofraya davet etmesi ile kon- servatuvar okuyan Berni’nin çalışma- mayı tercih edip ikisinin çocuklarına baktığı, dikişle, ev işleriyle gönülden ilgilendiği ve nispeten zor bir eşle evlilik sürdürdüğü iki uçtur. Pek ta- biidir ki bu durum aynı zamanda Tür- 3 - Halide Edip Adıvar, Kerime Nadir, Peride Celal, Nezihe Meriç, Füruzan, Adalet Ağaoğlu edebi değil sosyolojik bir tahlille hayatlarından ve eserlerinden yararlandığım edebiyatçılardı.

kiye modernleşmesinin, onu sırtında taşıyan başta öğretmenleri olmak üzere seçkinlerinin de toplumsal dönüşümdeki, aslında hiiiç bitmeyen geçiş dönemi çelişkileri üzerinden yansıtılmasıdır.

1962 yılında Türk Dil Kurumu Ödülü’nü kazanan Korsan Çıkmazı, gerek sosyolojik analizinde gerek dilinde gerek tekniğinde/kurgu- sunda Türk edebiyatının geleneksel çizgisinden modern tarza geçişi anlamında önemli bir belgedir. Zaten Nezihe Meriç de bu köprünün önem- li yazarlarından biridir.

“Sevdiğimiz eski İstanbul yokuşları, yüzümüzü yıkadığımız hay- rat çeşmeleri yok artık. ‘Elma ağacı- nın pembe çiçeklerini görür görmez, yokuşu da göreceksin. Bu, taşların arkasından şırıl şırıl sular akan, ye- şermiş bir eski zaman yokuşudur.

(...)’ diye anlatamayacağız evimizin yolunu. Artık böyle hikâyeler yaza- madığımız gibi.”

“Hepimiz iyi çocuklarız. Ne var ki, eski tekne yeni hamura dar geliyor.”

Hem imgeleri hem dili çok zengin ve özenli olan Korsan Çıkmazı, tıpkı siyah beyaz Yeşilçam filmlerinin nostaljik çekiciliğini de haiz. Yeşilçam filmleri benzetmesi, bir basitleştirme çağrıştırmasın.

İlişkiler, insanlar, mahalleler, meyha- neler, kasabalar, kıyafetler ve İstan- bul; Nezihe Meriç’in abartısız ama iğne oyası (yazar, öğretmen Meli’nin konuşmasını; ebem kuşağı gibi diye tanımlıyor; ben de kendisinin zengin

(17)

ve renkli dilini böyle ifade edebilirim) biçimindeki anlatımıyla gözünüzün önüne gelmekle kalmıyor, sizi de içi- ne alıveriyor. Gayriihtiyari bir huzura düşüyorsunuz.

Oysa bir yandan da sorun- ların nasıl hep aynı olduğuna hayret ediyorsunuz,

“Keşke kafamız daha fazla çalışmasa, her şeyi böyle apaçık an- lamasak. Rahat ederdik.”

“İstanbul yıkıla yıkıla her gün biraz daha gidiyor elimizden.”

“Nasıl güçsüzüz çevreye karşı. Nasıl böylesine geri böylesine cahil olabiliyoruz. Otuz yedi yıl bu4.”

“Yeni dostluklar kuracak yürek kalmadı artık bizde. İşimiz çok üstelik; yorgunuz.”

1960 yılında kaleme alınan, yazarın eşi Salim Şengil’in sahibi olduğu Dost Yayınevi tarafından Ara- lık 1961’de basılan bu kitap, Türkiye tarihinin en karışık, muhalefetin en yüksek, iktidarın en baskıcı olduğu dönemlerden birinde geçtiği ve bu dönemin bittiği 27 Mayıs 1960 darbe- si sonrasında yayımlandığı ve geçmiş iktidardan en müşteki grup olan aydınlardan bir kesit sunduğu hâlde hiç siyasete değinmiyor. Şaşırdığım bir bilgi olarak not düşmek isterim.

Evet, teması Su olan bir ya- yında tüm bunları neden anlattım?

O yıl içinde, 1982’de do- ğurduğum biricik kızımın ismi bu kitaptan dolayı SU’dur. Daha önce hiç duymadığım bu ad, romanın kah- 4 - Cumhuriyetin ilanından o güne kadar

ramanlarından Meli’nin kızının adıdır.

Berni’nin oğlunun adını yadırgayan Meli için normal olan kendi kızınınki- dir.

“İşte Berni’nin oğlu. Adı Bora. Bora da ad olur muymuş! Berni bu. Benim kızımın adı Su oysa. Su işte.”

Ve sonra “Su, (...) uykusunda

‘Anne’ diye ağladı.” ...

*Alıntılar Nezihe Meriç’in Korsan Çık- mazı eserinden yapılmıştır.

(18)

altDeneme

Suyun Tozu, Sayfiyenin Yazları

Özge Calafato

Su kenarında, suyun içinde, suyun dibinde bazen suya teğet geçen bütün yazlarım. İzmir’in ayaz kışlarında suya ayağımızı bile sokamadan dona dona geçirdiğimiz ayaz sayfiye kışları.

İzmirli olup Bornova’da yaşayıp da Kordon’a bir türlü çı- kamamak. Yalnızca hafta sonları görülebilen deniz. Sonra Kordon’a Karşıyaka’ya Konak’a Güzelyalı’ya çıkıp da bir türlü dönmek isteme-

(19)

mek. Çünkü su.

Suya dalmak dalmasına ama kumsalda bronzlaşmayı da bir türlü becerememek. İzmir’in sıcağı denen o şeyde Karaburun’da Çeşme’de kremsiz güneşlenip akşamları soyum soyum soyulmak.

Güneş yanığı ve deniz tuzuyla birleşen sivrisinek ısırığı acısından uyunamayan uzun yazlar. Bir türlü kararamayıp hep kırmızı kalan bacaklar, göbekler, omuzlar, kollar. Mayoyla bikini arasında ne tam soyunabilmek ne tam giyinebilmek. Otuz küsur yıllık utangaçlık.

Haziran sonu başlayıp eylül ortalarına yayılan üç aylık plajlı site tatillerinde sıkım sıkım sıkılmak. Kıyafetlerden terlikler- den sürekli kum temizleyerek geçen günler. Müşterisi az site dük- kânlarında kış boyu tozlanan plastik kovalar, küreler, şişme toplar, kolluklar, çemberler, güneş kremleri, incikler boncuklar. Bir türlü bitmeyen gün, bir türlü başlamayan gece. Klimasız evlerde ter ter terlemek.

Her yıl 20 günlüğüne gidilen Bodrum’daki devre mülkte edinilen Facebook öncesi arkadaşlıklar. Ne isim ne hatıra kaldı onlardan. Ama begonyaların sardunyaların rengi ve kokusu şimdi bile capcanlı. Bir de incir ve karabiber ağaçları.

Ne Facebook, ne İnstagram, ne Twitter, ne Whatsapp.

Onların yerine eve alınan ve isim konulan sokak kedileri, kitapçı- lardan ne bulunabilirse alınan romanlar, haftalık gençlik dergileri, geçici komşuluklar, site dedikoduları ve havanın serinlemesini bekleyerek geçirilen uzun yazlar vardı.

Hayatımın 16 yazı.

Sonrasında ne çok şey değişti, ama ben gittiğim her yerde suyu aradım, suya alıştım. Nehirler yetmiyordu, açık deniz olmalıydı.

Ada olmalıydı, okyanus olmalıydı, su her taraftan beni sarmalıydı.

Nefes almanın tek yolu suyu görmek, suya yakın olmaktı. Su gibi geçirgen olmanın, su gibi akmanın tek yolu. İnsanların suyuna gi- debilmenin, hayatı suya dönüştürmenin yolu da suya yakın olmaktı.

İzmirliye susuzluktan büyük bir ceza var mı? Maviyi, yeşili, turkuazı, suyun her tonunu, deniz kabuklarını, kumu, yosunu, tuzu göremeden yaşamanın.

(20)

altKurmaca

Buz ve Buhar

Engin Türkgeldi

Buz

Zirvedeki bulutlar kararmaya ve alçalmaya başlamışlardı.

Tipi, diye düşündüm, yakında başlar. Kayalıklar arasında küçük bir mağarayı andıran bir girinti bulunca hemen sığındım. Karanlık ve tipi bastırmadan dağın aşina olduğum yüzüne dönmem gerekiyor- du ama önce biraz soluklanmalı, güç toplamalıydım. Yorgundum.

Üşümüştüm. Acıkmıştım.

Sırtımdaki kurutulmuş ottan pelerini çıkarttım. Giyecek- lerimin üstündeki karları silkeledim. Geyik derisi sıcak tutuyordu ama ıslanınca kuruması uzun sürüyordu. Bir ateş yaksam iyi olur- du, hem ısınırdım hem de giysilerim kururdu fakat vaktim yoktu.

Mağaranın en dibine, ayazın en az girdiği yere oturdum. Ellerimi ağzıma yaklaştırıp nefesimle ısıtmaya çalıştım, birbirlerine sürttüm.

Parmaklarımı biraz olsun hissetmeye başlayınca çıkınımı açtım.

Kurutulmuş keçi etinden büyük bir ısırık aldım. Yağlı ve lezzetliydi.

Güzel kokuyordu. Bunun son yemeğim olduğunu bilseydim lokma- larımı biraz daha yavaş, tadını çıkara çıkara çiğner, o son parça eti de ertesi gün için saklamazdım.

Hareketsizlikten mi yoksa hava artık iyice soğudu için mi bilmiyorum, tekrar üşümeye başladım. Karanlık yakında çökecekti.

Toparlanıp tekrar dışarı, soğuğa çıktım.

Dağın bilmediğim yüzünde hep biraz daha huzursuz olur- dum. Tanımadığım ayak izleri, bilmediğim kabilelere ait işaretler, daha önce geçmemiş olduğum geçitlerle doluydu buralar. Buzun nerede zayıf karın nerede derin olduğunu, hangi hayvanın nerede pusuya yattığını, hangi kabilenin mıntıkasından geçtiğimi bilmeden dolaşmayı sevmezdim. Fakat civardaki tüm keçiler ya soğuklara ya kurtlara kurban gittiğinden, yiyecek bir şeyler bulmak için dağın

(21)

daha sıcak olan tarafına, güneyine inmek zorunda kalmıştım.

Güneş iyice alçalmış, dağın arkasında kalmıştı. Zirvenin gölgesi üstüme düştükçe ayaz daha da yakıcı bir hâl alıyordu. Kayalıklara doğru hızlı adımlarla, kara bata çıka ilerle- meye başladım. Bulutların karanlık yüzleri, kalan bir yudum güneş ışığını da soğuruyordu.

Rüzgâr, belli belirsiz fısıltı- ları, ayak seslerini arkamdaki kaya- lıklardan kulağıma taşıdı. Sonra tiz, vahşi bir çığlık. Bir hayvana mı insana mı ait olduğunu anlayamadım. Arka- ma bakmadan koşmaya başladım. Bir yandan bakır uçlu baltamı kemerim- den çıkarmaya çalışıyordum. İki ok kulağımın dibinden havayı keserek geçti. Büyük bir kayaya varmak üzereydim, arkasına saklanabilirdim.

Tam kurtulduğumu düşünürken sol omuzuma bir ok saplandı. Bağırdım.

Acıyla yüzüstü yere yığıldım.

Sonra derin bir sessizlik oldu. Rüzgâr bile kesilmişti sanki.

Yattığım yerden gövdemin etrafın- daki karın ağır ağır eriyerek, yumu- şayarak koyu kırmızıya boyandığını görüyordum. Ayak sesleri yaklaştı.

Nefes sesleri. Anlamsız homurtular.

Biri beni ayağıyla kaburgamdan iterek sırtüstü çevirdi. Okun ucunun omuzuma iyice gömüldüğünü hisset- tim. Gözüm karardı. İki adam tepeme dikilmiş, can çekişen bir av hayvanına bakar gibi bana bakıyorlardı.

Gördüğüm son şey, başıma inen bakır baltanın cilalı yüzeyi oldu.

Hava karardı. Soğuk kuzey

rüzgârı üzerimdeki postun tüylerini dalgalandırıyordu. Tahmin ettiğim gibi bulutlar iyice alçaldı ve tipi bas- tırdı. Vücudumun ısısıyla biraz olsun erimiş olan karlar tekrar sertleşmeye, buzlaşmaya başladı. Dağın karanlığı ve sessizliği ile yağan karın beyazı ve uğultusu birbirine karıştı. Tipi sert- leşti. Kar üstümü örttü, rüzgâr karı buza çevirdi. Gece yarısı, tipi kesilip de dolunay hiçbir şey olmamış gibi ortaya çıktığında beni tam 5351 yıl boyunca saracak olan buzula hapsol- muştum.

Buhar

Tepedeki bulutlar kararma- ya ve alçalmaya başlamışlardı. Tipi, diye düşündüm, yakında başlar. Boş sokaklar arasında küçük bir mağarayı andıran bir kafe bulunca hemen sı- ğındım. Karanlık ve tipi bastırmadan eve dönsem iyi olacaktı ama önce biraz soluklanmalıydım. Yorgundum.

Üşümüştüm. Acıkmıştım.

Sırtımdaki kaz tüyü montu çıkardım. Giyeceklerimin üstündeki karları silkeledim. Kaz tüyü sıcak tutuyordu ama ıslanınca kuruması uzun sürüyordu. Kafedeki şöminenin yanına otursam iyi olurdu hem ısınır- dım hem de giysilerim kururdu fakat boş masa yoktu. Kafenin en dibine oturdum. Ellerimi ağzıma yaklaştırıp nefesimle ısıtmaya çalıştım, birbir- lerine sürttüm. Parmaklarımı biraz olsun hissedebildiğimde menüyü açtım. Büyük bir fincan çay ve keçi peynirli sandviç sipariş ettim.

Ocaktaki suyun fokurda-

(22)

maya başladığını işittim. Ses gittikçe yükseliyor, derinleşiyordu. Derken su kaynadı ve çaydanlığın ince ağzın- dan çıkan buhar tiz bir ıslık çalmaya başladı. Yetimhaneyi hatırladım. Her sabah kırk çocuk upuzun bir masanın etrafında çıt çıkarmadan oturur, su- yun önce fokurdamasını ardından bu ıslığı çıkarmasını dinlerdik. Ancak su kaynayıp herkes çayını aldıktan sonra sessizce konuşmamıza izin vardı.

Garsonun önüme koyduğu fincanla kendime geldim. Sandviçi- minden bir ısırık aldım. Peynir biraz fazla yağlıydı. Kokuyordu. Hepsini bitiremeyeceğimi düşündüm.

Çayımdan büyük bir yudum alırken telefonum çaldı. Açtım. Kalın sesli bir adam. İnnsbruck Üniversi- tesi’ndenmiş. Adımı söyledi, evet benim, dedim. Profesyonel olmaya çalışan fakat heyecanını gizleyeme- yen bir tonda bana Ötzi’nin torunu olduğumun genetik testlerle kanıt- ladığını söyledi. Büyük ikramiyeyi ka- zandığımı söylemiş gibi beklentiyle sustu. İsmim doğru fakat bir yanlışlık olsa gerek dedim, bu bir şaka mı?

Ailemi hiç tanımamıştım ve dahası bugüne kadar Ötzi diye birinin adını dahi duymamıştım. Telefondaki adam susmayı sürdürdü. Sonra sakin olma- ya çalışan biri gibi boğazını temizledi.

Sanki Ötzi’yi tanımadığım için büyük bir kabahat işlemişim de ayıplarmış gibi Ötzi’nin 22 yıl önce dağcılar tarafından tesadüfen bulunmasın- dan kıyafetlerindeki polenlerden dağın İtalya tarafında yaşadığının anlaşılmasına, midesindeki sindiril-

memiş besinlerden son yemeğinin tahmin edilmesinden çekilen sayısız tomografilere dayanarak Ötzi’nin muzdarip olduğu türlü hastalıkları öğrenmelerine kadar bir yığın açık- lamaya girişti. Anlamsız homurtular.

Dinlemek, öğrenmek istemiyordum.

Telefonu adamın yüzüne kapatırken son duyduğum şey, test sonuçlarına göre benimle birlikte 19 kişinin bir anlamda kardeş sayılabileceğimizdi.

(23)

altKurmaca

Giriş katında oturuyoruz. Bu çok havalı bir durum çünkü arka balkonun demirinin üzerinde bir ayağımı diğerinin önüne atarak bir cambaz gibi yürüyebiliyorum. Üst katlarda oturanların bu şansı yok. Aynı balkon demiri onlarda da var ama korkuyorlar.

Bazen bizim arka balkonun önünde toplanıp demirde yürümeyi deniyorlar ama benim gibi sık çalışma imkânı bulamadıkları için daha yarısına gelmeden ya balkonun içine ya da milletin toplandığı çimenlik alanla binayı ayıran betona düşüyorlar. Hepsi şansını de- nedikten sonra ben son bir kez çıkıp bir baştan diğerine yürüyerek gösteriyi kapatıyorum.

Bizim apartman en sonda olduğu için arka balkonun arka tarafında hiç bir şey yok. Baharda otların yükseldiği, sonra birile- rinin gelip bu otları biçtiği alan sanki sonsuza kadar uzanıyormuş gibi geliyor bana. Uzakta, belli belirsiz görünen yarım silindir şeklinde uçak garajları var. Birbirinden uzakta, dağınık bir şekilde duruyorlar. Ama o kadar uzaktalar ki, bizim için başka bir dünyaya ait gibiler. Zaten o tarafa gitmemiz yasak.

Benim dünyam daha çok bizim apartmanın karşısındaki ve yanındaki apartman arasında geçiyor. Sokakta oynanacak oyunlar benden soruluyor. Saklambaçta ilk önce kimin ebe olacağına ben karar veriyorum. Çıkan her türlü anlaşmazlığı çözme konusunda bana danışılıyor. Karşı apartmanın bir arkasındakinde oturan bir kız var benim yaşımda, ortada buluşuyoruz bazen. Apartmanın ağır demir kapısının arkasında birbirimize ayıp yerlerimizi gösteriyoruz kimsenin haberi olmadan. Beş yaşındayım ve hayatımın en havalı dönemini yaşıyorum. Çocukların çoğundan büyük ve tecrübeliyim.

Benden büyük olanlar da zaten benim alanıma girmiyorlar. Onların okul dedikleri başka bir dertleri var.

Sedef’in Babası

Caner Kaya

(24)

Evdeki siyah beyaz televizyonda aslında renkli olması gereken çizgi filmimi izledikten sonra, Ceyar baş- lamadan hemen önce sokağa çıkmak en büyük alışkanlığım. Ama bugün bir gariplik var. Annem beni gönde- rip dizisini seyretmek yerine benimle birlikte çıkıyor evden. Komşuya gidecekmiş. Yandaki apartmanın önüne kadar birlikte yürüyoruz. “Sen burada bekle,” deyip apartmana gi- riyor, sanki oraların benim mekânım olduğundan haberi yokmuş gibi.

İkinci kattaki evde bir kalabalık var.

Camdan, balkondan kadınlar taşmış sanki. Herkesin annesi orada. Balko- na bir bayrak asmışlar, bizim evde çekmecede sakladığımızdan daha büyük. Neden bizim bu kadar büyük bir bayrağımız yok?

Apartmanın önünde top- lanmış çocukların yanına gidiyorum.

Garip bir suskunluk var üzerlerinde.

Herkes birbirine bakıyor ama pek konuşmuyor. Oysa bunlar bizim en sevdiğimiz saatler. Bizden büyüklerin okulda olduğu, gönlümüzce saklam- baç oynayabildiğimiz tek zaman bu.

Ama o kadar sakin duruyorlar ki sak- lambaçı bırak, tek kale maç yapacak havaları bile yok. Sessizce oturuyo- rum ben de yana doğru büyümeyi seçmiş söğüdün yatay gövdesine.

Gözlerimle tarıyorum karşımdakileri.

Birinin bakışını yakalasam soracağım ne olup bittiğini ama hepsi önündeki belirsiz bir noktaya bakıyor. Sonunda biri, beni daha fazla suskun tutama- yacağını hissetmiş olacak ki gözle- rimin içine bakıp, “Sedef’in babası

öldü,” diyor.

Tam anlayamıyorum ne ol- duğunu. Sedef dediği o kalabalık ikin- ci katta oturan mavi gözlü kız olmalı.

Babasına bir şey olmuş olması kötü tabii ama bu ölmek dedikleri ne ki?

Sorsam büyük ihtimalle bilmediğim bir şey çıktığı için dalga geçecekler.

Ama bir şey demem gerektiğini de biliyorum.

“Yani?” diye soruyorum, belki biri anlatır ne olduğunu diye umarak. “Yani artık gelmeyecek,”

diye cevap veriyor az önceki. Artık gelmeyeceğine göre başka bir yere gitmiş olmalı diye düşünüyorum.

Benim de bazen başımı alıp gidesim geliyor, ne var ki bunda?

“Nereye gitmiş?” Bu kadar saçma bir soruyu nasıl sorabildiği- me şaşırır gibi bakıyor hepsi birden yüzüme. Mahallenin iktidarı el değiş- tirmek üzere. Bay çok bilmiş kontrolü ele alıyor. Benim bilgisizliğimden memnun olmuş gibi sırıtıyor yüzüme.

“Bir yere gitmedi, öldü. Uçak düş- müş. Denize çakılmış.” Uzaktaki uçak garajlarına bakıyorum iki apartmanın arasından. O uçaklardan biri olmalı dedikleri. Denize de inebiliyor be- nim bildiğim uçaklar. Televizyonda görmüştüm, denizden kalkıp denize iniyordu.

Bizimkinin susmaya niyeti yok. “Parçalanmış uçak. Herkes öl- müş.” Gözümün önünde canlanıyor o kocaman uçağın denize doğru gidişi.

Önce sol kanadı değiyor suya. Değer değmez dağılıyor. Sonra geri kalanı taklalar atıyor suyun üzerinde par-

(25)

çalarına ayrılarak. Öldü dediklerinin ne olduğunu hâlâ tam anlayabilmiş değilim ama iyi bir şey olmadığını anlıyorum artık. Şimdi susma sırası bende.

Kızlardan biri konuşuyor bu sefer. “Taşınacakmış Sedefler buradan. Annem öyle dedi,” diye bildiriyor bilmiş bilmiş. Demek ölün- ce taşınılıyor. Giden gelmediği gibi kalanlar da başka bir yere gidiyorlar.

Yerden bir taş alıp havada gezdiriyo- rum sanki bir uçakmış gibi. Bir kaç turdan sonra bir anda bırakıyorum taşı elimden. Zihnimde büyük bir gürültüyle patlıyor taş yere değdiği anda. Demek onlar da öldüler şimdi.

Demek ölüm diye bir şey var.

Bir hareketlilik oluyor birden. Art arda arabalar geliyor kapının önüne. İkinci kattaki kadınlar cama, balkona doluşuyorlar. Annemi görüyorum aralarında. Gözlerini yavaş ama sıkıca kapatıp açıyor.

Sakin olmamı söylüyor bana bizim dilimizde. Bütün çocuklar hareketle- nip arkası açık kamyonetteki bayrağa sarılı kutuya doğru gidiyorlar. Ben oturduğum yerden kalkmıyorum.

Balkon demirlerinin arasından Se- def’i görüyorum. Güzel kızmış diye düşünüyorum, keşke taşınmasalardı diyorum içimden.

O, mavi gözleriyle babasına son kez bakıyor.

(26)

altDeneme

Fırat’ın Suları Yükselirken

Aykan Özener

Zeugma sonrası yolundayız. Aklımda yüzlerce soru, gö- zümün önünde canlandırmaya çalıştığım eski bir kent. Kendimce ayağa kaldırıyorum her şeyi. Roma döneminin 80 bin kişilik nüfusa sahip olduğu tahmin edilen şehrini gündüzüyle, gecesiyle hayal etmeye çalışıyorum yol boyunca. Anadolu’da kurulan kentlerin çoğu gibi Fırat-Dicle boyuna kurulmuş Zeugma’nın anıları, yerini yorgunluğa ve açlığa bırakıyor.

Kuşdam Köyü’nün hemen altında, yol üzerinde bir meyha- nedeyiz. Komünist Salih’in mekânıymış; öyle diyor arkadaş. Daha içeri girer girmez büyüleniyorum. Salaş bir meyhane görmeyeli epey zaman olmuş. Duvarlarda giriş koridoru boyunca sıralanmış tarihi fotoğraflara takılıyor gözüm. Deniz Gezmiş’le Celal Doğan’ın yirmili yaşlarda çektirdikleri sarmaş dolaş fotoğraf. Daha önce hiç görmediğimi düşünüyorum. Hemen yanında eski bir nüfus cüzda- nının büyütülmüş fotoğrafı ve yine yanında vesikalık bir fotoğraf.

Kasketi ve yukarı doğru kaldırılmış epey kalın bıyıklarıyla ilginç birisi fotoğraftaki. Hemen soruyorum Komünist Salih’e,

“Kimdir bu adam?”

“O orospu çocuğu benim dedem!”

Yüzümdeki şaşkınlığı ve hafif gerginliği görünce devam ediyor konuşmaya;

“Yukarıda gördüğün köy bir zamanlar Ermenilere aitmiş.

Nüfusun çoğunu onlar oluştururmuş. Henüz bugünkü gibi bir Kürt köyü değilmiş anlayacağın. Atlı adamlar gelmiş bir gece (burada Hamidiye alaylarından bahsediyor), dedeme köyündeki Ermenileri öldürürlerse hediye olarak onların evlerini ve topraklarını vere- ceklerini söylemişler. Dedem de kabul etmiş. Kadın, çoluk-çocuk, ihtiyar demeden, gözünü kırpmadan arkadaşlarıyla birlikte öldür-

(27)

müşler zavallı Ermeni köylüleri. Bu köyde arazinin evlerin çoğu bize ait. Kürt köyü burası. Biz de Kürt’üz. Düşünüyorum da şimdilerde bizim farkımız yok o zamanki Ermeni’den. Aynı zulmü Kürtler görüyor şimdilerde. İşte o yüzden kori- dora koydum dedemin fotoğrafını ki, hiç unutmayayım istedim. Koridordan her geçişte yüzüne tükürebileyim dedim!”

Gece boyunca bir sürü hikâye eşliğinde içtik. Yola yeniden koyuldu- ğumuzda gece yarısını bulmuştu. Yol boyunca bulunduğumuz bölgenin tarihini araştırdım internetten. Fırat kıyısının en zengin yerleşimcileri hep Ermeniler olmuş. Sonrası malum: 1915.

Gece karanlığında göremediğim birçok yer gün ışıdığında sanki gör beni dercesine en güzel hâlleriyle çıktı karşıma. Halfeti, Rumkale, Ehneş, Eren- köy, Kamışlı. Zamanında Fırat’ın en yoğun yerleşim gördüğü Ermeni yerleşimleri şimdilerde baraj sularının yükselmesi sebebiyle adeta göl kıyısında kurulmuş gibi. Fırat suyunun turkuaz rengi, üzerinde gezen turist gemileriyle adeta birer tatil köyünü andırıyorlar. Arap Şıho’nun rehberliğinde geziyoruz tüm bu alanları.

Yörenin sanki zaman tünelinde saplanıp kalmışlar diyebileceğimiz insanlarıyla karşılaşıyorum yol boyunca. Bir zamanlar Fırat boyunun en zengin bölgesi şimdi- lerde geçmişin anıları altında eziliyor sanki. Fırat çoğunu, unutturmak istercesi- ne, bünyesine katmaya çalışıyor.

Arap Şıho arkasında Halfeti, 2014

(28)

Ehneş, 2014

Ehneş’e İnerken Köylüler, 2014

(29)

Erenköy Yolu Üzerinde Tarlasını Süren Köylü, 2014

Erenköy’de Akşamüstü, 2014

(30)

Erenköy’de Balıkçının Oğlu, 2014

Erenköy’de Gün Batımı, 2014

Erenköy’de Gün Battı, 2014

(31)

Kamışlı Köyü, 2014

Kamışlı’yı Arkasına Alan Arap Şıho, 2014

(32)

Zeugma’yı Bekleyen Korucu, 2014

(33)

altDeneme

İlk Su

Mert Tanaydın

Hayatın suda başladığı ve uygarlığın su kenarında kurul- duğu en köklü dünya bilgilerimizdendir. Her gün artan miktarlarda su içip sonrasında boşaltım mekanizmalarımızla içimizi yıkamış gibi atıyoruz bu suyu. Dünyanın ve bedenimizin kaçta kaçının sudan oluştuğu malumatfuruşlarımız için çok eğlenceli bir bilgidir. Buna rağmen suyu önemsediğimiz, değerli gördüğümüz ve kolladığımız pek söylenemez. Suyun bol olduğu bir coğrafyada yaşamamıza rağmen, çevremizdeki suyun büyük bir kısmı denizdeki tuzlu, kim- yasallı, bol mikroorganizmalı su ve kara yaşamında verimli olması için bir sürü işlemden geçirilerek yeniden oluşturulması gerekiyor.

Su diye bahsettiğimiz akışkanın dünyanın tüm madde- lerinden eser miktarda taşıdığını, bir bakıma dünyanın hafızasını kendisinde oluşturduğunu unutmamalı. Madenler, kimyasallar, biyolojik organizmalar bizim kirlilik ya da temizlik diye yorumladı- ğımız biçimlerde suyun içinde yer alıyor. Suların analizi hafıza araş- tırmaları gibi, iyi bir laborant ve iyi bir öykücü bir araya gelse, her su analizinden dünyanın veya insanın oluşumuyla ilgili muazzam yapıtlar çıkartabilirler sanki. Peş peşe alınan sulardan bir yörenin ya da kişinin hayat hikâyesi çıkartılabilir analiz yapıldığında. Paul Auster’ın Duman filmindeki Harvey Keitel’in oynadığı Auggie Wren’in her gün aynı saatte çektiği fotoğraflardan sokağının hikâ- yesini oluşturabilmesi ve William Hurt’ün oynadığı Paul Benjamin’in dramatik bir detayının o fotoğraflardan çıkartılabilmesi gibi, bede- nimizden ya da yaşam alanımızdan alınan suların analizlerinden oluşan bir veri bankasından pek çok detayımızı, o gün ne yediğimi- zi, toprağımızın hangi yaşam formlarına uygun olduğunu, kimlerle sevişip nasıl mikroorganizmalar paylaştığımızı, kemiklerimizin nasıl aşındığını, akıl sağlığımızın hangi hormonal baskılar altında oldu-

(34)

ğunu öğrenebiliriz. Toprağımızdaki su çamur formuna bürünebilirken içimizdeki su kan ya da idrar formuna bürünüyor genelde.

Bir de ilk su var içimizde, sadece kadınların içinde denebilir, erkeklerin ersuyunu saymazsak:

Amniyotik sıvı. Rahimde oluşan bebeğin her şeyini sağlayan, ilk evinin ortamını oluşturan, koruyucu ve besleyici, oluşturucu sıvı. Hayat annenin içindeki bu sıvıda başlıyor işte, muhtemelen yiyip içerek ve soluyarak topladığı tüm maddeler bu sıvıda yumurtanın ve spermoidin taşıdığı enformasyonla birleşerek hücreler hâlinde örgütleniyor ve her an mikrobölünmelerle ve eşleşme faaliyetleriyle minik bedeni ve bu bedenin detaylarını oluşturuyor.

Annenin bu oluşum sürecinde misa- firliğe gelmiş bu minik bedenin ev sahibi olması, içinde apayrı bir gölün oluşması ve bu gölde toparlanan her şeyin hafızalarından getirdikleri bil- giler doğrultusunda hayatı yeniden oluşturması, detaylıca düşünmeye başlandığında hayatın en önemli öykülerinden birinin baş kahramanı, Gaia’sı olduğunu gösteriyor. Meka- nizmanın kim tarafından ya da nasıl oluştuğuyla ilgili teorilere hiç yönel- meden, ne muazzam bir mekanizma olduğunu böylesi dile getirme çaba- larıyla anlıyoruz. Su ve hayat kadında birleşiyor.

Erkekte oluşan ersuyu ise tek başına idrardan farkı olmayan, bir potansiyel taşımakla birlikte hayatı olmayan, hafızası ortaya çıkmayan bir

kaynak. Yine kadının, yumurtaların- dan kullanılmayanlarının sökülerek karıştığı ve yenilerine yer açmak için belli aralıklarla dışarı atıldığı zaman dokusu değişen idrarı, bir başka hafızayı boşaltıyor yenilerine yer aç- mak için. İki kaynaktan da salgılanan sıvının muazzam bir hafıza kaynağı olduğu ve ancak amniyotik sıvıda oluşan bebeğin dünyaya gelmesiyle bu hafızanın işlerlik kazanacağını söylemek gerek. Yoksa istediğimiz kadar analiz yapalım ve istediğimiz kadar iyi öyküler kurgulayalım, ne bir spermin ne de bir yumurtanın taşıdı- ğı hafızanın hangi enformasyonları içerdiğini ortaya tam olarak koyabi- liriz, varsayımsal masallardan öteye geçebiliriz.

(35)

altKurmaca

Bir insanın birini tekrar görmek isteyip istemediği kırk saniye içinde belli oluyormuş,” dedi.

Elindeki pet şişeyi pınarın geniş ağzına dayamış, dolması- nı bekliyordu. Denizden az evvel çıktığımız için saçlarından omuz- larına damlayan su tanecikleri iri iriydi. Plastik terliğinin önünden fırlamış kıllı baş parmağına bakarken, “Kırk saniye ne kadar edi- yor?” diye düşündüm. Elimdeki büyük beyaz bidonu göstererek,

“Sen nasıl taşıyacaksın bunu eve kadar? Her yaz aynı şey, bir türlü çözemediler şuranın su sorununu. Yazlığa mı geliyoruz, ameleliğe mi belli değil. Seneye gelmeyeceğim artık, arkadaşlarımla tatile gideceğim,” dedi.

Hiçbir şey diyemedim. Siyah deniz şortunun üstünde ku- ruyarak iz yapmış tuzları, öğretmenin coğrafya dersinde zorla çiz- dirdiği haritalardan birine benzetecek gibi oldum. Sustum. Seneye gelmezse! Bu cehennemde işte o zaman ölürdüm. Koskoca yıl neyi bekleyecektim artık? Sadece yazları birilerinin gelip ziyaret ettiği bu sahil kasabasında neyi düşleyecek, neye tutunacaktım o da gel- meyecekse. Annemin “Madem sahile iniyorsun, dönüşte pınardan şuna su doldur, evde duş alacak su kalmadı,” diyerek zorla elime tutuşturduğu bidonu pınarın ağzına dayadım. Buz gibi suyun boş plastiğe çarptıkça çıkardığı tıpırtıları dinlerken, ağlamama ramak kaldığı için dudaklarım titriyordu.

Ya gelmezse! Şu tuzlu suyun kenarında filizlenmeye çalışan fıstık çamı gibiydim. İçimi böcekler kemiriyordu. Koca kış okuduğum her kitabı, ona anlatmak için okuduğumu bilmiyordu.

Aman zaten bilmesindi. Gitsin, bir daha isterse hiç gelmesindi hatta. Dikişli tavşan dudağı, pörtlemiş gözleriyle, baksın bakalım bulabilecek mi onu sevecek başka birini. Su tıpırdıyor, titremem

Kuş

Mevsim Yenice

(36)

durmuyordu.

Tam o sırada çamın üstün- den bir sığırcık sürüsü havalandı. Ka- nat seslerinden irkilip o yana baktı.

Midesini tuttu can havliyle. Yüzünü buruşturdu.

“N’oldu neyin var?” diye sorabildim yarım yamalak.

“Kuşları görünce midem bulandı,” dedi. “Eski bir mevzu.”

Bakışlarımız buluşunca utandım. Gözlerimi ovuşturdum bir şey kaçmış gibi. Kısa bir sessizlik anından sonra,

“Sana bir şey anlatacağım ama aramızda kalacak,” dedi. Dur- dum.

“Dokuz yaşlarında falandım, bayağı eskiden anlayacağın, hatta bizim buradaki yazlık bile yoktu daha o zamanlar. Karnemde bir sürü zayıf olunca babam sokağa çıkmama cezası vermişti. Günlerce sokaktaki çocukları pencerenin kenarından izledim. Sonra sıkıntıdan kuş tuzağı yapmaya başladım evin terasında.

Zor bir şey değil. Uzunca bir ip, biraz buğday ve leğenle kolayca yapılabi- lecek bir şey.”

Bidonu çekip yalaktan akan cılız suyu avcunda biriktirdi, elini yü- zünü yıkadı. Sonra anlatmaya devam etti.

“Tuttuğum kuşları teras- taki eşya deposuna koyup yem, su vermeye başladım bir süre sonra.

Neredeyse bütün günümü onlarla geçiriyordum. Onlara isim koyuyor- dum.”

Yerden ufak bir dal parçası

alıp olduğu yere çömeldi. Kuma şe- killer çizmeye başladı.

“Tanju’ydu biri mesela.

Galatasaray’ın o yıl yıldız futbolcu- suydu. Tombik vardı, en şişmanları o diye öyle koymuştum. Çocukluk işte, koyuyordum bir şeyler.

“Kuşlarla arkadaş oldum iyice, ben terasa çıkarken anlayıp ötmeye başlıyorlardı. İyice zaman geçtikten sonra deponun kapısını bile kapamaz oldum. Terasta çıkıp geziyorlar, kaçmıyorlardı. O arada benim sokağa çıkma yasağı bitti ama ben yine de sokağa çıkmak yerine te- rasta onlarla takılıyordum. Sonra bir akşamüstü babam kahveden eve dö- nerken terasın tırabzanlarına konmuş kuşları görünce ne oluyor diye merak etmiş. Bakmak için terasa geldi. Ben- de bir heyecan, kuşların benim tek hareketimle nasıl yuvaya girdiklerini gösterdim. Deponun önünde dikildik.

Tek tek isimlerini öğrettim babama.

Sonra o, birden depoya girip bütün kuşları kovalamaya başladı. Küçük bir kapıdan dışarıya var gücüyle kanat çırpan bir kuş sürüsü.”

Denizden çıkan bir aile pı- narın başına gelip su doldurmak için sıraya girince sustu. Benim bidonun durumuna baktım, dolacak gibi gö- zükmüyordu.

“Siz geçin doldurun, benim iş uzun sürecek gibi,” dedim. Ellerin- deki küçük pet şişeleri doldururlar- ken, o az evvel kuşların kalktığı yaşlı çama bakıyordu. Tekrar ikimiz kalın- ca, “Ee anlat çabuk, sonra ne oldu?”

dedim.

(37)

“Hepsi gidip terasın bir yerine konuşlandı. Sonra babam çıktı peşlerinden.

“Bunların hepsini sen mi evcilleştirdin böyle?” dedi.

“Evet,” dedim.

“Şimdi hepsini topla ba- kalım tekrar,” dedi. Depoya doğru yürümemle hepsinin içeri girmesi bir oldu. “Bunlar göçmen kuşlar. Haf- talar önce sürüleri göç etti güneye.

Sen bu hayvancıkları burada tutarak sürülerinden ayırdın. Bunlar şimdi nasıl yaşayacaklar bir başlarına? Ya- şayamayacaklar.”

“Onları bir nevi öldürmüş oldun,” dedi. O konuştukça boğazım düğümleniyordu. “Ben onlara yem, su veriyorum baba. Aç kalmıyorlar ki,” diyecek oldum ama dinlemedi.

“Bunların doğasında gitmek var anlıyor musun, göç etmek. Sürü- lerinden uzak düştüler mi ölürler bir süre sonra. Şimdi bu kuşları kurtar- man için, onları sahiden öldürmen gerekecek.”

“Ne!” diye çıkıverdi ağzım- dan. “Öldürmedin değil mi?”

Başını öne eğdi.

“Sıkıyorsa yapma dediğini.”

“E nasıl yaptın peki?”

“Boyunlarını kırarak,” der- ken iki eliyle çamaşır sıkma hareketi yaptı.

Onu, karanlık, nemli, tuğla bir deponun içinde, kuş bokları, kuş tüyleri ve kuş yemlerinin arasında canlandırdım kafamda. Kuşlar çırpı- nıyor, o da kaçmamaları için boyun-

larını daha sıkı kavrıyordu. Küçücük kemiklerin kırılma kıtırtıları. Tüylere, ellerine, üstüne başına bulaşmış kan kokusu. Midem bulanıyordu.

Bidon o kadar büyüktü ki, koca kara bir delik gibi içine aldığı suyu öğütüyordu. Kırk saniyenin ne kadar uzun olduğunu düşündüm.

“Kalk,” dedim elimi uzatıp.

“Bunun dolacağı yok. Gidelim.” Elimi tuttu. Ayağa kalktı.

Bidonun kapağını sıkarken,

“Seneye inşallah gelir,” diye geçirdim içimden.

“Bak şortunun üstünde Kıbrıs haritası olmuş,” dedim. Önce anlamadı. Sonra bir duman belirsizli- ğinde gülümsedi.

Su bize inat akmaya devam ediyordu.

(38)

“Merhaba insanlar Bizi fena mahvettiniz Herhangi bir deniz, göl ve okyanus”

Özge Samancı

2014

(39)

altYorum

Limanın Getirdikleri, Kentin Götürdükleri

Emre Erbirer

İstanbul Modern, Ocak ayı sonunda açtığı “LİMAN” ser- gisi ile Salıpazarı Liman Sahası’ndaki 4 numaralı antrepoya ve 12 yıllık bir hafızaya veda ediyor. Bu veda, aslında İstanbul Modern’in eski adıyla Galataport, yeni adıyla Salıpazarı Liman Projesi içindeki yeni hayatına geçiş aşamasında bir “ara” niteliği taşısa da, kentin ve kentlilerin hafızasında bir dönemin kapanışına işaret ediyor. 1987 yılından beri bienallere ve sergilere ev sahipliği yapan antrepoların sonuncusunun da yıkılmasıyla, İstanbul’un kültürel ve mimari hafı- zasından önemli bir nokta daha kayboluyor.

Sergi, liman kavramına farklı boyutlar ve açılar ile yak- laşıyor, kavrama sembolik ve metaforik anlamlar yükleyerek yeni bir alan açmayı hedefliyor. Limanlar dünyanın her yerinde coğrafi bir konumlandırmadan öte, toplumsal, kültürel ve ekonomik bir etkileşim alanıdır. Bu etkileşim; kentlerin yabancılarla, kentlilerle, uzak diyarlarla, dış dünyayla ve hayallerle bir araya gelmesiyle ortaya çıkar. “LİMAN” sergisi de bu noktada, İstanbul’un tarihini Theodosius (Yenikapı) Limanı’ndan günümüze, limanlar üzerinden anlatıyor. Bu anlatım, çoğu zaman liman kavramının ve İstanbul limanlarının görsel sanatlar ile ilişkisi üzerinden kendine yer bulur- ken, serginin mercek altına aldığı 19. yüzyıldan günümüze İstanbul ve limanlar konusu, daha kapsayıcı bir üst anlatıma bu noktada ihtiyaç duyuyor. Sergi; İstanbul ve liman ilişkisi arasındaki tarihe bir zaman çizelgesi ile yer veriyor, ancak serginin odağına aldığı bu coğrafyadaki sanatçıların 19. yüzyıldan günümüze liman ve deniz ilişkisi ise, bu çizelge ile ortak bir paydada ne yazık ki buluşmuyor.

Sergi, titiz ve kapsamlı bir küratöryel araştırma ile Türkiye modern ve çağdaş sanat tarihinden farklı disiplinlerden 34 farklı sanatçı ve sanat kolektifinin İstanbul, deniz ve liman ile kurdukları

(40)

ilişkiye ve bu ilişkiler sonucundaki 200’e yakın işine yer veriyor. Fausto Zonaro’dan Mıgırdiç Melkon’a, Fey- haman Duran’dan Abidin Dino’ya, Volkan Aslan’dan Serkan Özkaya’ya varan geniş ve kapsayıcı bir sanatçı profili ile ortaya çıkarılan serginin yerleşimi de adeta bir limanın için- deki farklı doklar ile ziyaretçileri bir keşfe çıkarmak için hazırlanmış. Bu keşif, herkesi kent, liman ve deniz ile kurduğu kişisel bir hafıza yolcu- luğuna davet ediyor. Adını toplumsal gerçekçi anlayışla bir araya gelen bir grup akademili sanatçının 1941 yılında açtığı Liman Sergisi başlıklı sergiden ödünç alan sergi; halkın arasına karışarak sanat üretmeyi seçen ve sonradan Liman Ressamları ya da Yeniler olarak anılan gruba da bir saygı duruşunda bulunuyor. Grubun;

çevresi, çalışanları ve toplumsal me- seleleriyle liman konusuna eğildikleri sergi, sanat tarihine Liman Sergisi olarak geçer. İstanbul Modern’deki

“LİMAN” sergisi ise farklı disiplinler- den sanatçıların İstanbul, deniz ve liman ile kurduğu ilişki üzerinden bir anlam kazanıyor.

Antrepoların ve Karaköy Yolcu Salonu’nun Galataport uğruna yıkıldığı, iskelelerin rant uğruna ka- patıldığı, gemilerin artık uğramaz ol- duğu, vapurların ruhunu kaybettiği, denize girme imkânının kalmadığı üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkede ve şehirde deniz ve liman, uzun yıllardır toplumsal belleğin ve kişisel hafızala- rımızın kuşkusuz önemli noktalarında yer ediniyor. Limanlar, yüzyıllardır

dünyanın farklı noktalarını toplumsal ve ekonomik bir zeminde bir araya getirmeye hizmet etmenin yanı sıra, kentleri dünya ile kültürel alanda da buluşturuyor ve bununla birlikte kent kültüründe kendine has bir yer edi- niyor. Limanların kültürel üretime ve erişime bir aracı olmasının yanı sıra, liman kavramı kültür alanında kendini bir çıkış noktası olarak da buluyor.

Serginin küratörlerinden Çelenk Bafra, “LİMAN”’ın sergi salonlarıyla sınırlı kalmadığını, bahçedeki Dar- zana projesinin, liman sahasındaki inşaat karmaşasının ve müzenin önünde yer alan denizin sergi dene- yimini tamamladığını söylüyor. Sergi;

ziyaretçilere bu anlamda toplumsal, ekonomik ve kültürel katmanların iç içe geçtiği bir deneyim sunsa da, genel olarak bakıldığında eleştirel ve sorgulayıcı bir bakış açısı çizmekten ve yeni sorular geliştirmekten olduk- ça uzak bir noktada duruyor. Liman kavramına dair kendi belleğimizi yoklamak ve iç dünyamızda sefere çıkmak için sayısız ipucu, çağrışım, anı ve anlatı barındırıyor olsa da, hem kendi belleğimizde hem de toplum- sal hafızada limanın çağrıştırdıklarına pek de suya sabuna dokunmadan yer veriyor.

Kentin ekonomik ve top- lumsal tarihinde önemli bir yeri olan antrepolar ve Salıpazarı Liman Saha- sı 80’lerin sonunda tır ve yük gemisi girişlerinin kapatılması nedeniyle stratejik önemini kaybetti. Aynı dö- nemde çeyrek asır boyunca kentlile- rin kullanımına kapalı olan antrepolar

Referanslar

Benzer Belgeler

SW 12.13 Bir yüzücünün ferdi yarışta eğer antrenörü veya menajeri tarafından başhakeme ara mesafe derecesinin tutulması özel olarak istenmişse veya otomatik ekipman ile

özel Bilgi üstteki şapka gibi kısımlar, gövdeye göre çok daha serttir.. eski uygarlıklar bu yapıları yer altı şehirleri ve mabet olarak da

Seninle BAşKA Bir oyun DAhA oynAyABiliriz. reSme çoK DiKKAtli BAKtIğInA göre şu SorulArA DA cevAp vereBilirSin. şIşşt! reSme Bir DAhA BAKmAK yoK AmA!.. Bu oyunu teK BAşInA

Gidip annemle babama notumu itiraf ettim. “Beni sevmemekte haklısınız.” dedim. Annem “Düşük not aldığın için seni sevmeyeceğimizi de nereden çıkardın?” dedi. “E

Günlerden bir gün kıvırcık saçlı küçük kız müzik dersine yine aynı yoldan gitti. Koşarak dükkânın önüne geldi ama viyolonsel orada

Kamera olayı biraz zor gibi görünür ama değildir. Normal sahne görünümünde nesnebize hangi açıdan bakmak istiyorsanız o şekle getirin ve Ctrl+Alt+Numpad0

yakalanmışsa, hele hele yağmurun bir vakit sonra dineceğini bilmiyorsa, daha doğrusu bildiğini unutmuşsa… Evet yağmur onun için sadece çamur.. Hiçbir anlamı olmayan

Kendi de yorulmuştu zaten. Biraz ilerideki çamların gölgesine kadar yürüdüler. Derenin kenarına varınca Goca Oğlan suya daldırdı kafasını. Ahmet, büyük bir