• Sonuç bulunamadı

Hiç geçmesini istemediğim zaman öyle belli belirsiz bir rüzgâr gibi esiyordu ki o sabah, ben daha uyuklarken yüzüme bir kedi gibi sürtünüyor, annemin toplamaya başladığı bavulların üzeri-ne doğru beni kovmaya çalışıyordu. Sonuna gelmiştik artık. Anüzeri-nem ve ablamla köyde geçirdiğimiz o birkaç aylık yaz tatili süresince daha önce çok da farkına varmadığım şeyler gelip gelip gözlerim-de bir çapağa dönüşmüş, hislerimin kenarlarından bir martı gibi süzülüp doğaya karışmıştı. Doğanın ortasında sanki dünyanın geri kalanıyla hiçbir bağı yokmuşçasına varlığını sürdüren köyün sa-bahlarında doğan güneşe eşlik eden kuş cıvıltılarındaki tatlı telaşa kulak kabartacak kadar çocuktum ben o zaman. Damların ardında kaderlerine razı olan ve boyunları zillerle süslenmiş kınalı koyunla-rın kuşlara yarenlik ederkenki coşkulakoyunla-rına dikkat edecek kadar da çocuktum veya. Hatta teyzemlerin evinin biraz ilerisinden geçen derenin ince ince nağmelerle güneşin ilk ışıklarını olabildiğince etrafa saçarak tamamladığı o eşsiz resmin bir güzellikten ibaret olduğunu fark edecek kadar da çocuktum diyebilirim. Her gün, her sabah yeniden yazılan ve içinde insanın kaybolduğunu sandı-ğı ancak kendisi dışında var olan güzelliklerin kendisine dair bir takım kıvılcımlar yarattığı uzun bir masalın sayfalarından dünyaya yeniden uyanma vakti geldiğini anlıyordum. Bir önceki gecenin son gece olduğunu bildiğimden ve sanki gözlerimi kapattığımda hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı korkusuyla kaçta uyuduğumu hatırlamıyorum bile. Gece yarısını çoktan geçmişti herhâlde uyuduğumda. Annemin sabah erkenden bavulları hazırlamaya başlamasında anlaşılır bir yan da vardı şüphesiz. Bavulların büyük-lüğü, yaşadığımız kasabayla köy arasındaki uzak mesafeleri işaret ederdi. Rüyalarımdan mecburen vazgeçiyor oluşum annemin sırf

o bavulların içine koyulacak şeylere karar vermesindendi. Köy benim uy-kularımdı çünkü. Köy benim için ince elli bir sevgiliydi.

Annem tepemde dönüp duran bir köy sineğinin kanatlarına dönüşmüş de ruhumda vızıldayan bir iç ses oluvermişti o sabah. Artık köyü terk edip hep bir yerlerin kı-yısında kalmış, hepimize önceden biçilmiş olan rollere yani her günkü yaşamımıza geri dönmemiz gerekti-ğini söylüyordu. Saatlerin bir bıçak darbesi gibi içimize işleyip durduğu yaşamımızdan bahsediyordu. Ağzıma tek bir lokma bile koymadan elime birkaç tane marul alıp derenin kena-rına koştum. Bir taşa oturdum. Uçan haşerelerin dokunuşuyla titreşimleri dalga dalga yayılarak ağır başlı bir insan edasıyla uzayıp giden, gittikçe genişleyen ve sonra da daralıp uzak-lardaki dağların ardından kıvrılarak gözden kaybolan derenin dibine çök-tüm. İçindeki ördekleri son bir defa beslemek istiyordum. Annelerinin peşinden sıra sıra dizilmişlerdi yine.

En çok onları özleyecektim belki de.

Köyde herkesin derin derin sayık-lamalara daldığı o huzurlu öğleden sonralarını uyuyarak veya yaşıtlarım-la oyun oynayarak değil de yer yer derenin kenarında dolaşan yer yer derenin içinde yüzen yavru ördek-lerin şirinlikördek-lerine bayılarak geçiri-yordum. Minik kuyruklarını sağa sola oynatırlar, kafalarını suya daldırıp iyice serinletirlerdi kendilerini. Ba-zen terliklerimi çıkarıp suyun içinde onlarla oyunlar oynardım.

Teyzemle-rin tavuklara attığı yemlerden onlara verir, türlü türlü yeşillikleri önlerine atardım. Böylece bana iyiden iyiye ısınmışlardı. Köydeki diğer çocuklar artık her şeye alışmış olduklarından ve her şeyi günlük hayatlarının bir parçası haline getirdiklerinden on-larla çok ilgilenmezlerdi.

Kerpiç evin penceresindeki tül perdenin ara ara rüzgârla hava-landığını görüyordum oturduğum yerden. Annemin dışarıya doğru üflediği sigara dumanını seçebiliyor-dum. Bavulları hazırlarken bir sigara molası vermişti muhtemelen. Yavru ördeklere bakarkenki iç sıkıntımı kendi iç sıkıntısına katıyor da köyü terk edeceğimiz gerçeğiyle yüz-leşmekten ancak elindeki sigarayla kurtulacağını mı sanıyordu, yoksa tüm berraklığıyla akıp giden suyun içindeki ördeklerin benim için bi-rer bibi-rer özleme dönüşeceğini mi düşünüyordu bilmiyorum. Belki de hayatımız boyunca bizleri hiç terk etmeyecek olan ve olur olmadık yer-lerde o parlak dişleriyle sırıtarak bize kendisini gösterecek olan özlem duy-gusunu o yaşta öğrenmemi istemiyor da olabilirdi. Gözlerimi yeniden su-yun içindeki ördeklere çevirdim. Bir süre daha öylece oturdum. Evden birisinin “Hadi gel bir şeyler ye de yola çıkacağız artık,” deyişini duyana kadar yerimden kalkmayacaktım.

Biraz sonra arkadan birisi elini alnıma koyup da başımı kendi bedenine da-yadığında bu kişinin annem olduğu-nu anladım. Başımı yukarı kaldırdım.

Suyun yüzeyinden yansıyan taze

güneş ışığı annemin gözlerinde parıl-dıyordu. Eğer istiyorsam yavrulardan iki tanesini birlikte götürebileceğimi-zi söyledi. Güneş ışığı gözlerimi yaktı.

Yüzümün çizgileri hiç olmadığı kadar genişledi. Yavru ördekler gözümün önünde köyün kokusuna dönüştüler.

Sevincimden burnumun direği sızla-dı.

Küçük bir sepetin içine sığacak kadar küçüklerdi. Otobüs koltuklarının altındaki boşluk sepetin sığması için yetiyordu. O zamanlar yolcuların tuhaf alışkanlıkları vardı.

Mesela uzun yol otobüslerinin içi du-man altı oluncaya kadar sigara içer-lerdi. Koltukların arkasından kabuklu kuruyemiş sesleri yükselirdi. İnsanın genzini yakan ekşi ayak kokuları bir-birine karışır, daha sonraları ancak asker koğuşunda karşıma çıkacak olan kokuya alışmak için önceden güç verirlerdi sanki. Böyle bir yerde koltuğun altında duran yavru ördek-lere kimsenin bir şey demeyeceğini de biliyordu annem. Otobüs yolculu-ğu boyunca ara ara her şey yolunda mı diye kontrol ediyor, sepetin içine doğru elimdeki yem poşetinden bir şeyler savuruyordum. Otobüsün ca-mından dışarıya bakıyordum. Camın öte tarafında bana benzeyen bir çocuk gülümsüyordu.

Eve vardığımızda artık okullar açılmak üzereydi. Evin içinde yavru ördeklere nasıl bakacağıma dair bir fikrim yoktu henüz. Apart-manların bir bir göğe doğru yükselip de gökyüzünü makas gibi kestiği ve evimizin de bu apartmanlardan

birinin içinde köşeye sıkışmışçasına güçlükle nefes aldığı yerde ördekle-rin mutsuz olacağını düşünmüştüm.

Hatta bunları düşünürken doğup büyüdükleri yerden koparmakla onlara kötülük yapıp yapmadığımı da düşündüm. Körpe bir vicdandı benimkisi. Binaların biraz daha kısal-dığı, yolların biraz daha genişlediği ve göğün mavi rengini esirgemediği bir mahallede küçük bir bakkal dük-kânı vardı babamın. Üç katlı bir evin giriş katındaki bu bakkalda kurduğu küçücük dünyada mutlu bir adamdı.

Az konuşan ama konuştuğunda da insanı hep ikna eden bir tarafı vardı.

Eve gelişimizden itibaren birkaç gün boyunca devam eden bendeki dü-şünceli hal dikkatini çekmişti sanırım.

Uzun bir sessizlik anında, olgun bir insanmışım gibi sırtıma sorumluluk yükleyen bir ciddiyetle beni yanına oturtup bakkalın olduğu sokağın karşı tarafındaki ağaçlıklı arsada lastikleri patlamış, terkedilmiş bir minibüsün olduğundan bahsetti ilk önce. Daha önceden annemin içinde beni banyo yaptırdığı, lifle sırtımı sıvazladığında içinden bembeyaz güvercinlerin göğe yükseldiği büyük kırmızı leğeni suyla doldurup minibü-sün arkasına koyarsak onlara göz ku-lak olabileceğini söyledi sonra. Hem o civarda rahat rahat dolaşabilirlerdi de. Havaların serinlemeye başladığı zamanlardı. Tam da babamın dediği gibi kırmızı leğenin içine su doldurup minibüsün arkasına aldık. Derenin suyu gibi sonsuz bir berraklıkta olmasa da yavru ördeklerin idare

edebileceği, içine girip serinleyebile-cekleri bir leğen suyla onlara yeni bir yaşam verdiğimizi düşünüyordum.

Babam sayesinde sanki yeniden ka-vuşmuşum gibi fazladan bir coşkuyla okşuyordum ördekleri. Kaç gün geçti hatırlamıyorum. Ama yer sofrasında akşam yemeğimizi yerken annem hâlâ babama köyle ilgili anlatacak bir şeyler bulabiliyordu. Arka fonda ana haber bülteninden sonra hava durumu raporları yayınlanıyordu.

Mevsim normallerinin çok üstünde bir sıcaklığın seyredeceğini söylü-yordu sunucu. Hiçbirimiz dinlemiyor-duk tabii. Anneme kulak vermiştik çünkü. Köydeki muhtarın mezarlığın yanındaki müştemilatı yıkıp da oraya gasilhaneli bir morg yapmak isterken yaşadığı komik şeylerden bahse-diyordu annem babama. Mutlulu-ğumuza köy peynirinden lokmalar karışıyordu. Yavru ördekleri nelerle besleyebileceğimize dair fikirler evin boşluğunda salınıyordu.

Ertesi gün okuldan döndük-ten sonra hep yaptığım gibi doğru-dan bakkala babamın yanına gittim.

Daha önce hiç görmediğim birkaç müşteri ekmek sigara alıp da bakkalı terk ettikten sonra babama güleç bir yüzle ördekleri sordum. Sabah yem-lerini verdiğini, iyi olduklarını söyledi.

Hemen üst kattaki öğrenci evinden Ahmet abi girdi içeri o sırada. Yarım kilo peynirle, yüz gram siyah zeytin sardırdı yağlı kâğıda. Üstünde hâlâ pijamasıyla yeni uyanmış gibi bir hâli vardı. Önceki gün balkondan birkaç şirin ördek yavrusu gördüğünü

söyledi sonra. Sohbeti çok tatlı bir abiydi. Hatta birkaç defa ayaküstü derslerimle ilgili yardımcı olmuşluğu da vardı. Bu fırsatı kaçıramazdım tabii. Kolundan yakaladığım gibi minibüse doğru sürükledim. Arsanın kenarında yağlı boya resmi gibi du-ran renkli iğde ağacının kokusu içime doluyordu. Biz yürürken iğdenin içli kokusuna köyde ördek yavrularıyla geçirdiğim neşeli zamanlar ekleni-yordu. Şirinliklerini öyle ballandıra ballandıra anlatıyordum ki Ahmet abi iyice meraklandı. Minibüsün arkasına yaklaşınca gözlerini kapatmasını iste-dim. Kapının bir kanadını açtığımda önce nefesimi kesen bir sıcaklık vurdu yüzüme, sonra bir toz bulutu yükseldi. Bir elimle bu toz bulutunu yarıp da ardını görmeye çalışırken öteki elim hâla kapının kolunu tutu-yordu. Sonra görüntü biraz daha net-leşmeye başladı. Ellerimde kontrol edilemez bir titreme, çocukluğumun dudaklarında sessizliğe bürünen bir çocuk beliriyordu. Kirli sarı ördek yavruları suyun üzerindeydiler ama yüzmüyorlardı. Ahmet abinin gözleri hâlâ kapalıydı. Yüzündeki sevecen gülümseme havada asılı kalmış bir kâbusa dönüşecek de uygun bir an arıyor gibiydi. Sessizliğim onu huzur-suz etmiş olacak ki gözlerini hafifçe araladı. Önce bana sonra suyun yü-zeyinde salınan kuru birer yaprağa dönüşmüş ördeklere baktı bir süre.

Eliyle omzuma dokundu. Beni hem suya ağlayan hem de bana bakan çocukla baş başa bıraktı. Leğeni kaldırıp toprağın üzerine koydum.

Gözyaşlarım leğenin içindeki suya ve ördeklerin bedenlerine karıştık-ça boyum uzuyordu. Parmaklarımı suyun içine daldırdıkça ve avuçla-rımdaki ördeklerin boyunları yan yattıkça hıçkırıklarım kalınlaşıyordu.

Suyu ve ördekleri toprağa yedirdikçe bıyıklarım terlemeye, sakallarım tıpkı bir diken gibi yüzüme batmaya baş-lıyordu. Arsayı terk edip de bakkala döndüğümde kocaman bir adam ol-muş, babamın kır saçlarını bir peruk gibi kafama geçirip müşterilere para üstü vermekle uğraşıyordum. Herkes gittiğinde kasanın yanındaki sandal-yeye çöktüm. Pencereden artık iyice yaşlanan iğde ağacını görebiliyor-dum. Kokusu gelmiyordu ama. Sonra kapıdan bir anneyle küçük oğlu girdi.

Kadın daldığımı görmüş olacak ki biraz yüksek sesle:

“Leğen satıyor musunuz?

İçinde gemi yüzdürecekmiş de beye-fendi!” diye sordu.

Hüzünle gülümsedim.

Kadınla oğlu çıkıp gittikten sonra arsanın oraya doğru baktım yeniden.

Tozlanmış camın ardından önce elinde bir leğen suyla bir çocuk gö-rünür gibi oldu. Sonra köyü gördüm inceden. Hiç geçmesini istemediğim zaman öyle belli belirsiz bir rüzgâr gibi esiyordu ki o sabah…

altKurmaca