• Sonuç bulunamadı

bense neşeli cıvıltılarla serin sularda oynuyoruz.

Artan deniz analarının arasından zikzak çizerek yüzmek zorlasa da, tek başıma açılıp, huzurla akıyorum derinlere. “İşte geldim,”

diye fısıldıyorum, “Bak yıllar sonra yine kollarındayım. Her girdiğim denizden sana selam yolladım, aldın mı?” diyorum. Mekânsal aidiyet bilinçaltı kodlarıyla nesiller boyu aktarılıyor; babam bu yörenin çocu-ğu, ben de henüz dört yaşındayken yüzmeyi burada öğrendim, içine kapanık ve yalnız gençliğimin yaz anıları buraya ait, babamdan miras…

Büyüdükçe içimde birikenleri denize anlatır oldum. Derine açılır, neyim var neyim yoksa dökerdim mavisine.

Tamamen içgüdüsel olan sırdaşlığı-mız sonradan öğrendim ki, insanlığın

‘suya anlat, su götürür’ inancıyla yüz yıllardır sürdürdüğü bir ritüel-miş. Uzun uzun dertleşiyoruz yine, belleğinde geçmişime ait saklanan, unutulmuş ne varsa usulca üflüyor ruhuma; çok uzaklardan kumral saç-ların ışıltısı parlıyor alçalan güneşin ılık nefesiyle, mavi gözlerin uzaklığı canlanıyor dalgaların fısıltısıyla. Yine böyle kendimden geçmiş hâlde yü-zerken, yanıma yaklaşarak “Kiminle konuşuyorsun?” demişti, hazırlıksız yakalanmanın utancıyla, “Denizle,”

deyip, sırdaşlığımızı anlatmıştım.

“Denize anlattıklarını bu akşam bana da anlatır mısın?” dediğinde, şaşkın hâlime gülüp gitmişti.

Ailece, mavi sularla yan yana kızaran güneşe doğru yürürken,

geceyi özellikle merak ediyorum. Ne kalabalık ne canlı olurdu bu yol, he-nüz haziran diye mi ıssız acaba? Aile gazinolarından yükselen birbirine ka-rışmış müzikler yankılanıyor kafamın içinde; Sevda, sevda/Unut onu bitsin gönlümde fırtına diyen Coşkun Sa-bah annemin, İbrahim Tatlıses Allah Allah bu nasıl sevmek derken baba-mın, Zülfü’den Leylim Ley ise benim favorimdi, üçüncü sınıf solistlerin canlı müziğiyse çoğu zaman hepsini bastırırdı. Ailece geleneksel güzellik yarışmasına gitmeye bayılırdık, bi-rinci olan kız tüm yaz konuşulurdu.

Sonradan O da yarışmaya girmiş midir acaba? Girse kesin kazanırdı.

Devir değişti, her yere suskunluğun hüznü hakim. Merkeze yaklaştıkça denizin rengi alaca kahve, yol bo-yunca ulu ağaçlar kesilmiş, tüm kıyı çarpıklıkta birbiriyle yarışan yapılara yenik düşmüş. Gençliğinin izlerini arayan ruhumun anımsayışlarındaki hayal kırıklığı tarifsiz, belki de yersiz, yirmi beş yılda ben değişmedim mi sanki? Yıllar ne çabuk geçmiş, geçi-yor. O naif, utangaç erkek çocuğuyla karşılaşmaya henüz hazır değilmişim.

Çatışmalarım yüzüme yansımış ola-cak ki, Özge yavaşça elimi sıkıp, gü-lümseyerek beni kendime getiriyor.

Akşam yemeğinin ardından, yürüyerek otele dönerken, yeniden ailemin bir parçası hâline geliyo-rum. Bizim yumurcak uyuyunca, biralarımızla aşağı inip, kumsaldaki şezlonglara yerleşiyoruz. Gecenin sessizliğinde dalgaların ritmine bırakıyorum kendimi. “Burası sana

yaramadı, neler düşünüyorsun an-latsana?” diyor Özge. Bütün gün biriktirdiklerim artık içime sığmadı-ğından konuşmaya başlıyorum ve zamanla yitenler üzerine akışkan bir sohbet tutturuyoruz. O sırada genç bir çift az ilerideki şezlonga oturu-yor, el eleler, ancak on dört on beş yaşındalar, istemsizce onları izlerken,

“Niye sustun, devam et,” diyor Özge.

Cep telefonumdan, Zülfü’nün pek bilinmeyen bir şarkısını açıyorum:

Bu bulanık anıyı anlatmak isterdim

Ama silinmiş neredeyse bir şey kalmamış

Çok eskiden çok ta gençlik yıllarımdan…

“Anlat hadi,” diyor Özge.

Onu ilk defa kıyıda arkadaş-larıyla görmüş, çaktırmadan izliyor-dum, yani ben öyle zannediyordum.

Denizde sözleştiğimizin akşamı, an-nem heyecandan buz kesmiş ellerimi tutup beni rahatlatmaya çalışırken, aslında benden daha heyecanlıydı.

Diken diken olmuş kaşlarımı dü-zeltip, öperek uğurladı beni. Onlar yazlıkçıydı, az ilerideki evlerinden almaya gittiğimde babasıyla terasta oturuyordu. Heyecandan neredeyse bayılacaktım, o ise etekleri işli beyaz elbisesi içinde ışıldayan güzelliğiyle kendinden emin, gülümsüyordu.

Dalgalar şiddetlenip otur-duğumuz yerde ayaklarımızı ıslatınca irkiliyoruz. Bu sırada şezlongdakiler yerlerinden kalkıp, dalgalardan atlaya zıplaya eğleniyorlar. Özge, başını omzuma yaslayarak “Devam

et,” diyor. “Elimizde dondurmalar, yol boyunca yürüyerek deniz kena-rına geldik, iskelenin basamaklakena-rına oturduk, aynı bu geceki gibi dolunay vardı,” diyorum. Ben heyecandan taş kesilmiş, gelene kadar neredeyse hiç konuşamamıştım, o ise makineli tüfek gibi pek de takip edemediğim şeyleri anlatıp duruyordu. Suda oynaşan yaramaz ışıkların verdiği bir anlık ce-saretle elini tuttum; içimden kanat-lanan kelebekler saçlarına kondular, gözle görülmez ama hissedilen sihirli anlardan biriydi ve sustu. Şezlong-daki âşıklar öpüşmeye başlıyorlar, varlığımız umurlarında bile değil. “Siz de o gece böyle miydiniz yoksa?”

diye sorarken Özge’nin sesinde hafif bir sitem mi var emin olamıyorum.

“Yok be!” diye cevaplıyorum. Ko-nuşma zorunluluğunun kalkmasıyla tam gevşemiştim ki, zaman belli etmeksizin geceye uzamış. El ele, sözsüz, tam vaktinde evine bıraktım.

“Eee, sonra ne oldu?” diye soruyor Özge. Hiç, cevap koca bir hiçti. Erte-si gün ve sonraki günler o gece hiç yaşanmamış gibiydi. Arkadaşlarıyla kıyıda gülüp eğleniyor, yüzüme bile bakmıyordu. Zaten birkaç gün sonra döndük. Yazın kalanını zaten az olan özgüvenim iyice sarsılmış, Zülfü’nün şarkısını dinleyip, inanılmaz acılarla kıvranarak geçirdim..

Hikâye bitip, Özge çocuğa bakmaya gidince, fark ediyorum ki bizim âşıklar da gitmişler, büyülü elin küçük dokunuşları olmasa hayat ne çekilmez olurdu… Tıpkı o geceki gibi ay ışığının oynaştığı karanlık

sular cevabı fısıldıyor. O gece suya anlattıklarımın hiç birini ona anlat-mamıştım, boş yere yıllarca kendimi suçlamışım, zaten istesem de anla-tamazdım; sırdaşlığımız gereği suya atıp unutanlardanım. Gülümseyerek Zülfü’nün şarkısını mırıldanıyorum:

Bir giysiydi sanki yaseminler Ağustostaydı, ağustosta bir akşam

Gözlerini hatırlıyorum biraz Sanırım maviydiler

Ah evet maviydiler mavi gök yakuttan.

Gonca Konyalı Darik