• Sonuç bulunamadı

Bu saatler alacakaranlık. Alacakaranlıkta bakabiliyorum ovaya. Bu kadarına katlanabiliyorum. Hâlâ görebiliyorum. Yaşlı bir kadının görebileceği kadar. Gün birazdan ışıyacak. Geniş düzlüğü aydınlatacak. Baştan başa. O zaman uçsuz bucaksız boşlukta bir yaşam kalıntısı çıkacak ortaya: Çalılar. Duvar diplerinde yeşerme-den kuruyorlar. Bu çevredeki her şey gibi. Çalılar, şimdi - epey za-mandır - bu evlerin yeni sahipleri. Yeni sakinleri. Sıvaları dökülmüş, tek katlı, terk edilmiş evlerin. Gün ışıyınca ufuktaki kayalıklar görü-necek. Gölge renkli geminin uzun direği belirecek. Kuzeyde, boşlu-ğa uzanan yıkılmış iskele görünecek. İskelenin oradan uğultulu bir rüzgâr esecek. Geniş düzlükten ince bir katman sıyıracak. Kahvaltı sofrasında tereyağına değen bıçak gibi. Kucağındakini, lastikleri çürümüş otobüse savuracak. Onun pas renkli gövdesindeki camsız pencerelerinden geçecek. Ölü atlar gibi toprağa uzanmış tekne-yi yalayacak. Sonra teknenin mavisi tekne-yitmiş ahşabını, üç meşenin yorgun gövdesini, boşalmış evlerin kırık camlarını, göçmüş bahçe duvarlarının taşlarını, duvar diplerinde hayata tutunmaya çabala-yan çalılığı. Hepsi gün ışıyınca esen rüzgârla, gri bir toz bulutunun içinde kalacak. Derin bir gece karanlığı gibi.

Gece karanlığında açılmıştı denize motoru patırtıyla ça-lışan tekne. Kaptanın balık yatağı dediği bölgeye yaklaştıklarında motor sustu. Sessizlik! Demir bırakılırken, ağlar atılırken, balık çekilirken hayalet gibi sessiz olmalıydı balıkçı. Balık sürüleri suyun altında sesleri duyabilirdi. O zaman sürünün dağılması işten değil-di.

Üç balıkçı, beyaz bir gelinliğin eteği gibi özenle toplanmış ağları yavaş yavaş suya bırakmaya başladı. Tekne karanlık sular-da ilerliyordu. Elli metre aralıklarla kalanları sular-da bıraktılar. Bütün

ağlar gerilince sabahı beklemek üzere demir atılacaktı. Kaptan işaret verdi. Çapayı yavaş yavaş salmaya başladılar. Çapa otuz beş metreye indiğinde bir takırtı duyuldu. İki balıkçı önce birbirine sonra kaptana baktılar. Kaptan dipte batık bir gemi olduğunu söyledi.

“Çapa aşağıda geminin direğine dolandı,” dedi.

Bir sigara yaktı sonra.

Gökyüzü bulutluydu. Denizden koyu bir dalga ışıltısı çarpıyordu zaman zaman tekneye. İki balıkçı kendi aralarında konuşuyordu. Fısıltılı kısa cümlelerle. Zamanın geçmesini bek-liyorlardı. Balıkçılardan biri esmerdi.

Yakın zamanda evlenmişti. Buraya geldiğinde önce tersanede, sonra balıkçı teknelerinde çalışmaya baş-lamıştı. Ailesi uzak bir kasabadaydı.

Arada bir onları görmeye gidiyordu.

Yolculuk sırasında yolu bir köyden geçiyordu. Bir kız görmüştü o uzak köyde. Hiç konuşmadığı o kızı, nasıl olmuşsa, sevmişti.

Sessiz karanlığı önce bir ışık böldü. Ardından bir motor gürültüsü duyuldu. Güvertedeki genç balıkçılar telâşla oturdukları yerden fırladı-lar. Yine konuşmuyordu kaptan.

Yaklaşan ışığa bakıyordu. Şafakla ağları topladıklarında mavi teknenin gümüş pullarla ışıldayan, dolu livarı canlandırdı gözünde. Balık işleme fabrikasını, fabrikanın önünde bek-leyen balıkçıların şakalaşmalarını, sabah serinliğinde ağız dolusu atılan sıcak kahkahaları duyar gibiydi. Mo-tor sesi tekneye yaklaşınca sustu. Işık

açıktı. Tekneye çevrilmişti. İki görevli selam verdi.

“Rast gele,” dedi içlerinden biri, “ağlara bakıyoruz.”

“Sağ olun,” diye karşıladı kaptan onları, “bakın, hepsi iplikten örmedir, misinadan yapılmış ağ kul-lanmıyoruz.”

Görevliler ses çıkarmamak için yavaşça, bu kez kürek çekerek ağları denetledi. Sonra bir şey söy-lemeden diğer balıkçı teknelerine yöneldiler.

“Attım kızı atın sırtına,” diye sürdürdü esmer balıkçı, “bir gece bir gündüz yol geldik. Düğün, dernek derken evlendik. Sonrasını biliyorsun.

Yaşayıp gidiyoruz işte.”

Öteki balıkçı bir çırpıda denize bir serpme attı. Ağ daire bi-çiminde suyun üstüne yayıldı. Sonra uykuya dalan yaşlı birinin gerçeklik-ten uzaklaşması gibi yavaşça gözden yitti.

Uyurken, her şey gerçekmiş gibi geliyor. Gençliğimin gerçek-leri, kocamışlığımın rüyası oluyor.

Sabahları, uçsuz bucaksız, şimdi bozkır olan, sahilde yürüyorum. Göz alabildiğine ölü, tuzlu toprak. Küçük, kara lekeler, zamanın acımasız dişle-rinden artakalan kılçıklar gibi balıkçı gemilerinin iskeletleri. Keskin bozkır rüzgârının sürüklediği tozla dokun-muş ince bir ölüm örtüsü kaplıyor üstlerini. İlaçlı, tuzlu bir örtü. Buraya geldiğim zamanlar tuzun, çürümüş, gri balçığın yerinde balık vardı.

Kum gibi çoktu balık. Bu kara renkli hayalet gemilerin güvertelerinde

insanlar vardı. Balıklar gibi çoktu insanlar. Balıkların kaynaştığı ağlar toplanırdı sulardan. Su vardı. Kumu, balıkları, balıkçıları balıkçı gemilerini kucaklayacak kadar çoktu su. Deniz diyorduk. Deniz gibiydi. Kimseyi geri çevirmedi. Balıksız bırakmadı. İnsan-ların güneşlendiği kıyılar kumsaldı.

Koynuna girdikleri deniz saydam.

Burada balıkların işlendiği bir fabrika, gemilerin yüklendiği liman. Şurada gemilerin onarıldığı tersane, karşıda, kıyıda bir hastane vardı.

Genç bir kızdım o zamanlar.

Yaşadığım köyden bir atlı geçiyordu, haftada bir gün. Yakası kürklü palto-suyla atının üstünde görkemli bir du-ruşu vardı. Yakışıklıydı. Köyün kızları, elimizde su kovalarıyla atlının geçe-ceği günü beklerdik. Heyecanlıydık.

Bir gün, onunla, at sırtında uzun bir yolculuktan sonra bu sahile geldim.

Burada, şimdi hemen hepsi bomboş kalan, küçük, mavi pencereli, evler-den birine.

İki nehir akıyordu denize.

Gürül gürüldü suları. Önce denizi besleyen nehirlerin suyu azaldı.

Sonra deniz küçüldü. Balıklar gitti, ardından balıkçılar. En sonunda di-ğer insanlar... Birer ikişer değil, küme küme gittiler. Duydum ki yukarıda, kuzeydeki pamuk tarlalarını suluyor-muş nehirler. Artık uzaktaki küçük su parçası kaldı geriye. Bir de bu ince ilaç kalıntılarının uçuştuğu gri toz bulutu, çamur ve suyun tabanındaki tuz.

Bazen düşümde görüyorum

yaşadıklarımı. Sonra uyanıyorum.

Gördüklerimin rüya olduğunu anlı-yorum. Bütün yaşamım bir rüyaymış gibi geliyor bazen. Bazen düş mü gerçek, gerçek mi düş bilemiyorum.

Şimdi, büyüklerimiz denizi kurtarma-ya karar verdi. Belki olur, kim bilir.

Belki de gidenler geri döner.

altKurmaca