• Sonuç bulunamadı

etmeye çalışıyordun, İstanbul’dan Ankara’ya gidecek, mekân dersle-rine özel olarak katılacaktın. Eskiyi bulsun çıkarsın, gözlerimizin önüne sersin istiyordun. Attığın ilk mail’e çok şaşırmıştı. “Önce yaşadığınız mekânı keşfedin, İstanbul bu konuda size oldukça cömert davranacaktır,”

önerisi seni yıldırmamış, aralıklarla mail atmaya devam etmiştin. Funda Hoca senin kibar ama gereksiz ısra-rına karşı fazlasıyla sabırlıydı. “Ben size kitaplarımla ipuçlarını verdim, hatta nerelere bakacağınızı bile gös-terdim,” diyor; dikkatli olur, incelik edersek bizim için eski, onun içinse kentin kılcal damarlarında saklanmışı kendimizin de görebileceğimize ina-nıyordu. Sense o kadar sabırlı değil-din. Ara bul, bulup çıkar, çıkardığını…

Yo, yo böyle cümleler kur-mamalıyım. Aslında baştan beri tüm cümlelerim yanlış. Nasıl hâlâ yanımda oturuyorsun inanamıyorum. Vapurda olmamıza şükretmeliyim. Buraları, bu hengâmeyi, koşuşturmayı çekilir kılan içinde bin bir sır barındıran bu deniz olmalı, kimi zaman korkutucu gri rengiyle, kimi zaman elmas ışıl-tısıyla… Her hâlini seviyorum. Senin gibi. Seni sevdiğim gibi. İşin içine sevmek girince kelimelerim kaçıyor, tut birinin kuyruğundan ki anla der-dimi. Olmuyor işte. Bir, bütün cümle kuramıyorum. Mektuplarda öyle değildi ama diyorsun, biliyorum. Sen mektuplardakine âşıksın, beni kabul edemiyorsun, biliyorum. Yazarken herkes iyi ahlaklı, âşık ve cesur olabi-liyor küçüğüm, ama yaşamak

herke-sin harcı değil.

Sahi hocayı nasıl ikna etmiş-tin? Çok kararlı görünüyordu. Son dersi olacağını bildiği için mi tamam demişti? Sormuş muydum bu soruyu sana? Aklımda bin kere, ama dile dökmüş müydüm, demiş miydin, O da benim sırrım? Bir de göz kırpmış olmalısın, cilveli. Sahi yaşamış mıy-dık bunları, yoksa aklımda oynayan bu sahneyi gerçek sanıp sormayı unutmuş muydum? Görüyor musun bulanıklığını güzel kadın, mis koku-lum… Denizin, kokusuyla her yeri sarma, her bir zerreciği ele geçirme uğraşı boşuna. Teninin kokusuna esirim. İnanmıyorsun bana değil mi?

Sen karmakarışık bir adamsın, bana net ol, söyle, basit bir cümle duymak istediğim diye haykırırken ben ne demiştim de kendini ilk gördüğün vapura attın?

Korkuyorum. Elimde değil.

Sana almıştık o kitabı. İs-mine bakmış, biraz burkulmuştun;

neden böyle bir kitap aldığıma, hele de böylesi güzel bir günden sonra, anlam verememiştin. Okuduktan sonra anlamış olmalısın ki tedirgin bir güvercine dönmen aynı döneme rastlar. Ulus gezisinde, en çok, şu neydi adı, kime sorsak evini göster-diği, hani renkleri ve çizimleriyle odasını, evini bambaşka bir dünyaya çeviren çocuk, en çok orada kalmak istemiştin. Babası arkamızdan gelen gruba yol açmak için bizi paldır kül-dür çıkarmasaydı, seni evin bir köşe-sinde bırakmam gerekecekti. Başka dünyalar bile ancak bize bir fayda

sağlıyorsa hayat bulabiliyordu. Ben onu görmüştüm, sense tüm yıkıntı-ların, yokluğun, unutulmuşun içinde kendine çatlak bulan hayat suyunu.

İstanbul’a dönerken, oto-büste, yan yana oturduğumuz o kol-tuklarda da aynı böyleydin. Bedeni-nin tamamıyla sırtını dönememiş ama yolculuk sonuna kadar bakmamıştın bana. İlk o gün hissetmiş olmalısın benim o olmadığımı. Sana çatlağı, çıkışı, doğru sonucu, hatta gidiş yolu-nu bulamayacağımı… Duydun mu yol boyunca kurduğum cümleyi?

Kurtar beni!

Kaç kere kurdum. Duy-madın, görmedin, hissetmedin, ah canım hiç anlamadın. Büyük punto-larla, bold harflerle, hatta rengârenk yazsam kocaman kâğıtlara; görür, du-yar, anlar mıydın? Yoksa önce birkaç saniye durur, anlamadığın her şeyde yaptığın gibi olmamış, söylenmemiş, duyulmamış mı sayardın? Biliyorum çok kırgınsın bana. Duymak istedikle-rin bunlar değil. En kolay harcananı, en çok söyleneni istiyorsun. Ahhh!

Onca kitap okumuşluğum, onca hikâye, onca rüya… Yine de anla-tamıyorum, olmuyor, olmuyor. Her cümlem seni yaralıyor, dur gitme, yanımda otur. Deniz, yardım et bana, dalgalar savur, rüzgâr, bulutlar, haydi el birliğiyle, varmasın bu vapur kıyıya.

Oraya ulaştığımızda elimden kayıp gideceksin değil mi? Şimdi tuttum tuttum serçe ellerini, şimdi başımı saçlarının arasına gömüp kokunu içime çektim çektim…

Hatırlıyorum, evet,

hatırlı-yorum her cümleni. Aylarca, özenle yazdığın, benim çirkin yazıma, kirli kâğıtlarıma aldırmadan, tüm güzel-liklerini boca ettiğin mektuplarını unutmadım. Biliyorum her şeyi. Sen?

Sana bir dünya kurmamı istiyordun; içinde sadece sevdiğin renklerin olduğu, geçmişin özlemle hatırlanan yaşanmışlıklarıyla dolu.

Birer birer seçecektik; kimisinin üzerine oturacak; rahat mı, içine gömülüyor muyuz, arkaya yaslanınca kaydırıyor mu, yoksa kaliteli bir otu-ruşa izin veriyor mu diye bakacaktık, her şey istediğimiz gibi ama yine de evet diyemiyorsak birbirimize baka-cak, sorun ne anlamaya çalışacaktık, sen “Ya evimize birileri gelmek ister-se? Onlar için hiç yer kalmıyor. Bunu alırsak?” diyecektin, o zaman arada boşluklar bırakacaktık, bu kısmı hâl-ledince, geçmişin kokulu, pis, antika havasını temizleyecek, bizi ferahlatıp mikroplardan arındıracaklara ge-çecektik, mutlaka multifonksiyonel olanları ve geleceğe de hitap eden-leri düşünmeliydik alırken, ne de olsa uzun zaman kullanacaktık, her zaman da değiştirilmezdi ki, biraz da başka-larına bırakmalıydık, öyle fütursuzca, hora kullanılmazdı böyle şeyler, sür-dürülebilir olmalıydı her şey ve her şey, bu yüzden sağlığımıza da dikkat etmeliydik, bizi hasta edecek şeyleri dünyamızda barındırmamalıydık, ya da hasta olan hiçbir şeyi, değil mi sevgilim, hüzünlendin mi biraz, sağ-lık, hastalık üzerini çoook önceleri çizdiğin kelimelerdi değil mi aşkım, ahh bak nefes almadan konuşunca

sevmekten bahsetmek hiç de zor olmuyormuş bebeğim.

Ama, ama ben o değilim.

Ben kurtarılması gerekenim, bir kurtarıcı değil. Ben arayıp bulacak, bulduğunu senin için seçip ayıklayıp temizleyecek olan değilim. En fazla

“Hani bana, hani bana?” diyecek gücü kalmış bir bencilim.

Peki, sen ne arıyordun An-kara’da? Bunca zamanını verecek ne vardı o kuru şehirde? Bana anlatın mı her şeyi? Mektuplarında var ettiğin dünya gerçek miydi? Bir ben miydim bu ilişkinin yalancısı?

Şiiişt… Sakin ol. Her şey geçti sevgilim, şişşştt ağlama, ağlama küçüğüm. Hiçbir suçun yoktu senin.

Acele etme, önce diğerleri insin, dik-kat et kıyıya çıkarken, çok dalga var.

İstersen ver elini bana. Peki. Annen seni bekler.

2

Bir elim diğer avucumun içinde. Senin yanındayken ağlamak istemiyorum. Bir elim diğerinden, gözüm, kulağım diğerinden güç alı-yor. Kalbim içeride yalnız. Gözüme bir şey de kaçmıyor. Ağlamak için sebebim çok, hâlâ bahane arıyorum.

Karşımda Boğaz...

Boğazıma kadar doluyum.

Şimdi yanından hızlıca kalksam, koşsam geminin güvertesine doğru;

arkama bakıp gözlerini arasam o ka-labalıkta “Allah belanı versin!” deyip kendimi suya atsam? Suyu severim ben, bilirsin. Ölmeyi de beceremem ki şimdi! İçimdeki kalabalıkla karşı

kıyıya kadar yarışırım bir de!

Annem...

Annem gelir aklıma o daki-ka, ölemem. Vereceğim bir bardak suya muhtaç beni bekler evde, ölemem. Hem söz verdim anneme;

terastaki nar ağacının baharda çiçek açışına birlikte şahitlik edeceğiz. Sırf bunun için bile ölemem.

Harflerin kendi etrafında pa-rende attığı mektuplarınla sevmiştim seni ilkin. Satırlarca, saatlerce yaz-dığın... Şimdi yanımda oturan adamı değil; hayalimdeki adamı anlattığın, satır sonlarında ucu aşağıya doğru meyleden cümlelerinle sevmiştim.

Cümlelerine yaslandım gecelerce;

cümlelerin ucunu birlikte hizaladık satır sonlarında oysa ki; bilmiyorsun.

Yıllardır aynı coğrafyada, aynı okulda seni görmeden başladı her şey. İlk karşılaşmamız, ilk sarılışımız hepsi hikâyenin sonuç kısmına yakınmış meğer. Ankara’nın grisinde hayâl kurmaktan ve Funda Hoca’yla inat-laşmaktan başka yapacak bir şeyim yokken çıkageldin.

Gelmeseydin...

Yazarken karşı karşıyaydık, sarılıyorduk. Öyle değilmiş. Şimdi anlıyorum; hepsinde bir imlâ hatası, hepsinde anlam kayması, dışımıza kayıp düşen kelimeler varmış. Mek-tubunda itinayla koyduğun noktalı virgüller, yanındayken, hepsi bana engel. Engellerin üzerinden atlaya-rak gitmek istiyorum artık.

Henüz karşılaşmadığımız günlerden

bir gün, kızlarla gittiğimiz Hatay Mey-hanesi’ne benim adıma bıraktığın zarf geldi aklıma şimdi. Gözlerimden süzülen yaşlarla zarfı açarken, “Bu, bu adam işte! Bekliyordum, geldi sonunda,” diyordum kızlara, gururla, mutlulukla; zarfın içinden çıkan kitabı göğsüme basa basa. O an, dışarıda yağan kara, Karacaoğlan’ın sözleriyle nazirede bulunan Melihat Gülses’e eşlik ede ede,

“İncecikten bir kar yağar, Tozar elif elif diye.

Deli gönül abdâl olmuş, Gezer elif elif diye.”

Değilmiş. O adam değilmiş-sin.

Bazen suçu İstanbul’da arıyorum. Belki de bu şehir bize iyi gelmedi. Kim bilir...

Şarkılara, şairlere kızacak değilim; Oktay Rifat’ı saymazsak: Bir şey her şeydir, her şey bir şey diyordu bir şiirinin başında. Sen benim her şeyim olmuştun daha görmeden.

Sana tutulduğumda, yazdığım mek-tuplarda en çok da Oktay Rifat’tan şiirler bozup, satırlar süslüyordum.

Seni uzaktan sevmenin en güzeli olduğunu bilmediğimden, yakınına, en çok da yamacına methiyeler dü-züyordum Türkçe’nin hiçbir kuralına aldırmadan. Aldırdıysam, o da senin yüzünden.

Koskoca bir hayâl kırıklığı oldun...

Karşımda, yanımda, az ötemde, telefonda; Öteki Kitabe-vi’nde, gittiğimiz pazar yerlerinde,

okul kantininde, evime bıraktığında sokağımın o keskin kıvrımına gelene dek... Her yerde, her yerimde sesine çarpıp, düşmek istiyordum. Düşer-sem sana düşecektim. DüşerDüşer-sem sana düşecektim. Düşersem sana düş...

Uzun uzun konuşmanı istedim, evet. Aklından ne, nasıl geçiyorsa; bilmek istedim, hakkım olduğunu düşündüm. Değil miydi yoksa? Geçmişten kaçarken belimi bükecek, elimi, ayağımı titretecek, hatırlamaktan yeniden korkacağım başka bir geçmişin temelini atıyorum şu an yanında.

Kahretsin...

Kaçtığım her ne varsa, her ne kadar insan varsa Allah hepsini kahretsin. Seni de! Konuşacak bir şeyin yok değil mi? Gerçek değilsin çünkü. Yazarken böyle değildin oysa... Yüzüme bir baksan, bir söz söylesen, bir cümle kursan... Yaka-ladığım yerden tutardım; gizlenmiş öznesini arar bulurdum cümlenin içinde.

Ve evet. Mektuplar bittiğin-de sen bittiğin-de bittin benim için.

Şimdi, sana sırtımı dönebil-mişken, bırak da herkesten önce ben ineyim kıyıya.

Bir elim diğer avucumun içinde, kendi sıcağıyla terlerken...

Bırak beni, gideyim.

Annem beni bekler hem.

“Rüyamda, sudan yapılmış bir gemiydim.”

Özge Samancı