• Sonuç bulunamadı

Yakamoz 2006 dan merhaba, Edebiyatın en yetkin örneklerini ilk olarak edebiyat dergilerinde görürüz. Gerek Türk edebiyatında gerekse Türkiye

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Yakamoz 2006 dan merhaba, Edebiyatın en yetkin örneklerini ilk olarak edebiyat dergilerinde görürüz. Gerek Türk edebiyatında gerekse Türkiye"

Copied!
123
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Yakamoz 2006’dan merhaba,

Edebiyatın en yetkin örneklerini ilk olarak edebiyat dergilerinde görürüz. Gerek Türk edebiyatında gerekse Türkiye dışındaki edebiyatta, bu işe gönül verip bir edebiyat duyarlılığı edinmiş kalemlerin ilk ve en güzel metinlerine edebiyat dergilerinde rastlarız.

Öte yandan, dergi okuru da edebiyatın “has okuru”dur. Yazmaya, bir şeyler karalamaya en istekli olanlar da bu okurlardır. Edebiyatı kitaplarla takip etmekle yetinmez, edebiyatın

“güncel”ini daha yakından yakalamak ister. Böylece, edebiyatın gerçekliğini ve kurgusallığını içselleştirerek tamamlar. Çiçeği burnunda yazarlar, edebiyat dergileri aracılığıyla okura “merhaba” deyip el sallar. Edebiyat, yaşamın ta kendisiyse, dergiler de, edebiyatın yaşam kaynaklarındandır. Şiirin, öykünün, denemenin ve eleştirinin nabzı burada atar. Bu nedenle, has okurun gözü kulağıdır edebiyat dergileri. Biz de Türkçe- Edebiyat öğretmenleri olarak Yakamoz‟un “edebiyat sever” öğrencilerin gözü kulağı olduğunu biliyoruz ve olmaya devam edeceğini umuyoruz.

Yakamoz‟un, elinizde bulunan bu son sayısında -önceki sayılarda olduğu gibi- bu duyarlılıkla hareket ederek en yetkin, en yaratıcı öğrencilerimizin, mezunlarımızın yazılarından örnekler sunuyoruz sizlere. Bu yazılar, yukarıda sözü geçen “has okur”a hitap etmekle birlikte, “çiçeği burnunda yazar”ın ürünlerini de göstermesi bakımından önemli, bir o kadar da umut verici.

Geçen sayıda olduğu gibi, bu sayıda da mezun öğrencilerimizin Yakamoz‟a önemli katkıları oldu. Çizge Yalkın, Emre Eminoğlu, Mert Şenyuva, İrfan Giray Özgiray ve Gözde Çerçioğlu, şiirleriyle ya da yaratıcı yazılarıyla dergimizi desteklemeyi sürdürdüler.

Yakamoz 2006‟da, okulumuz öğrencilerinden Naz Beykan, Hande Güzel, Halit Ziya Cem Kuleli, Sinan Tatlıdede, Özlem Demir, Ayşegül Bayar, Baran Çalışgan, Elif Yıldırımcan, Simge Büyükkök, Pırıl Semiz, Ege Simge Tomaç, Elif Börekçi, Ece Erdemgil, Ümit Büyükyüksel‟in yazılarını veya şiirlerini okuyacaksınız.

Sahip oldukları edebiyat duyarlılığını yaratıcı güçleriyle birleştirip birbirinden başarılı metinler ortaya çıkararak Yakamoz‟a “hayat” veren öğrencilere ve bu duyarlılığın açığa çıkmasında itici güç olan bölümümüz Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenlerine teşekkür ederim.

Aydemir DOĞAN

Türk Dili ve Edebiyatı Öğrt.

(2)

Emre EMĠNOĞLU 2005 mezunu

YALAN

Kendi yalanlarıma inanıyorum bazen Dünüm bile yokken bu çöl sıcağında Bir “Sen” yaratıyorum yarınlarıma

“Biz” oluyorum,

Kuruyorum da kuruyorum Kuruyorum

Yüzüm saf bir metal gibi Hayat sır

Yüzüm ayna misali Her aynaya baktığımda Sonsuz bir ışık hilesi

Kendi kendimi kandırıyorum bazen Gözlerim körmüş gibi bu çölün ortasında Her önüme geleni “sen” sanıyorum Tanıdıkmış tanımadıkmış bakmadan

Bir serapmışçasına alıyorum ellerini ellerime Koyuyorum kalbime, bakıyorum gözlerine Susuyorum da susuyorum

Susuyorum

İçim boş bir oda gibi Hayat duvar

Kalbim kapı misali Her açıldığımda dışarı Bir gözyaşı denizi

(3)

Kendi yalanlarıma inanıyorum bazen Bir “biz” yaratıyorum yok yere Başkalarını yaşıyorum

Kuruyorum da kuruyorum Susuyorum da susuyorum

Sonra farkına varıyorum gerçeklerin Ağlıyorum ıslanıyorum

Ağlıyorum doyuyorum

(4)

Mert ġENYUVA 2005 mezunu

DENĠZĠN KALBĠ

Sabah daha kimsecikler yokken etrafta yalnız başına göğe yükselmekten canı sıkılmış olsa gerek, güneş o akşam üzeri sahilde hayran hayran kendini seyreden bir grup tatilci ve turiste hayatları boyunca unutamayacakları bir gösteri seyrettiriyordu. Uzak, çok uzak diyarlara aydınlığı götürmeden önce göğü pespembe bir boyayla boyamış, parlak ışınları, masmavi denizin gözlerini almıştı. Sahildeki turistler kısık gözleriyle güneşin batışını seyrederken, Tavşan Adası‟nın arkasından küçük bir kayık, çarşaf gibi denizi yırtarak sahile doğru ilerliyordu. Kayıkta genç bir balıkçı ve ağlara takılmış onlarca balık vardı sadece. Kayıkçının, buranın yerlisi olduğu, yanık teninden belliydi. Üzerine bir yorgunluk çökmüştü. Sabah, güneş daha yüzünü göstermeden çıkmıştı yola. Şimdi de güç bela yakaladığı balıkları yok pahasına sahildeki turist avcısı restoranlara satacaktı. Yaşı en fazla 25‟ti; fakat yaşadıkları ve ruhundaki fırtınalarla kendini oldukça yaşlı ve olgun buluyordu. “Gümüşlük, ruhunu paraya satmadan önce daha güzeldi…” diye düşünürken usulca girdi limana…

“Daha geçen gün tanesine 7,5 lira verdim be oğlum yapma sen de!” diye sitem ediyordu sahil lokantasının sahibi. Aslında pazarlık yapmaya, iki kuruşu kurtarmaya ihtiyacı yoktu. Para hırsı mutlu olmasını engelliyordu. “Peki Fethi Ağabey, dediğin gibi olsun.” dedi ve isteksizce gözleri boş bakan balıklarla dolu kovayı uzattı. “Ben senin baban sayılırım Selim oğlum, seni de çok severim bilirsin. Baban seni bana emanet etmişti.” diyerek parayı uzattı. Umursamazca aldı parayı ve “Doğru, haklısın.” diye mırıldandı, küçük kulübesine doğru yürümeye başladı. “Yemeğe kalsaydın oğlum.” diye seslendi arkasından Fethi. “Yok ağabey, canım istemiyor.” diye cevapladı ve adımlarını sıklaştırdı. Yemek teklifini geri çevirdiği için içinden sevinç çığlıkları attığına adı gibi emindi. Evinin yoluna girmişti ki “Hay Allah!” diye söylendi. “İstiridyelerimi unuttum!”

dedi ve limanın yolunu tuttu. Balıkları sattıktan sonra bütün akşam topladığı istiridyelerle ilgilenir, onları temizler, yosunlarından ayıklar ve masasının üzerine koyardı. “Ne yapacaksın oğlum onları, atsan atılmaz satsan satılmaz!” diyen köylüler değil de iki de bir gelip istiridyelerine fiyat biçen, her şeyin paradan ibaret olduğunu sanan turistler daha

(5)

çok canını sıkıyordu. “Bu istiridyeyi alıp ne yapacaksınız acaba, sorabilir miyim?” diye sorardı her defasında. Kimileri “Hiiiiiç” derdi, kimileriyse yüzsüzce “Küllük yapmayı düşünmüştüm” derdi. Selim için topladığı bu istiridyeler çok değerliydi. Onların, denizin kalbine giden yolu gösteren işaretler olduğuna inanırdı. Çocukçaydı belki bu inancı ama onu biraz olsun mutlu ediyordu. Çocukluğundan beri dünya üzerindeki her şeyin bir canı, bir kalbi olduğuna inanırdı. O yüzden, denizden topladığı bu istiridyeleri özenle temizledikten sonra bir kenara koyar, asla bir bıçakla onları açmaya, canlarını acıtmaya cesaret edemezdi. Babası, İstanbul‟a, oradan da Almanya‟ya göçmüştü zamanında…

Ondan, birkaç mektup ve annesinin canını alan bir hasret kalmıştı. Sevgiye doyamadan, kendisini seven iki yürekten de ayrı düşmüştü. Denizden esen ılık meltemler yüzünü okşadı ve saçlarının içine doldu bir anda. Akıllı sayılmazdı, fakirdi biraz da…Ama ne parada gözü vardı ne de pulda. Sevebileceği bir kalp arıyordu, onu bulmayı ümit edebiliyordu sadece. Gaz lambasını söndürdü ve tahta yatağına yatıp incecik pikeyi üzerine örttü. Sabah erken kalkıp balığa çıkacaktı.

Gün daha ağarmadan uyandı. Elini yüzünü yıkadı. Aynada yüzüne baktı. Daha sonra kapıdan çıktı ve Hacı Bakkal‟ın önünden geçerek limana indi. “Hasret” adlı kayığı dalgasız denizde bir beşik gibi sallanıyor, sahibini görünce sevinçten kuyruğunu sallaya sallaya zıplayan bir köpeği andırıyordu. Ağları kayığa yükledi ve asıldı küreklere. Aynı yolu belki binlerce kez geçmişti ve binlerce kez aynı rotayla çıkmıştı bu koydan. Suyun berrak ve şeffaf rengi yerini buz gibi tuzlu bir laciverde bırakmıştı. Çapasını attı. Durup etrafına baktı. Sahil bir hayli uzakta kalmıştı. Koskoca mavi bir sonsuzluğun ortasında o kadar savunmasız, o kadar yalnız ve o kadar küçük hissetti ki kendini bir an, dalıp bu sonsuz mavinin kalbine ulaşmak ve bir daha yüzeye çıkmamak geçti içinden. Sonra bir küfür savurdu ve balıkların gelip ağına takılmasını izlemeye koyuldu. Ne zaman ki balıkların sayısını kâfi gördü, o zaman ağı topladı. Üstü başı sırılsıklam olmuştu ve vuran sert rüzgârdan dolayı üşüyordu. Alışkındı, aldırmadı ve küreklere asılarak her gün yaptığı gibi kimsenin bilmediği o koya doğru ilerlemeye koyuldu. Orası kendi ruhuna sahipti halen, el değmemişti ve doğaldı. Kıyıya yaklaşınca suya atladı ve kayığını karaya çıkardı.

Temiz hava, ciğerlerine doldu. Sonra gözlerini kapadı ve bu güzel mi güzel koyun kalp atışlarını dinlemeye koyuldu. Sonraki tatmin oldu ve ilerideki kayalıkların dibindeki

(6)

minik istiridyeleri toplamaya koyuldu. “Mutluluk gerçekten varsa, böyle bir şey olmalı…” diye düşündü ve bir türkü mırıldanarak işine devam etti.

Kulübesine döndüğünde akşam yeni olmuştu Bodrum‟un bu şirin kasabasında.

Ayın aksi denize vurmuş, Yunanistan‟la Bodrum‟un arasında büyülü bir köprü kurmuştu.

Kullanılmaktan eskimiş bir bezle istiridyelerini temizlerken bir gölge gelip durdu önünde.

“Cebi dolu bir turisttir herhalde.” dedi acı acı gülümserken. “Ne kadar güzel şeyler ya, şunlara bak sanki nefes alıp veriyorlar.” dedi yumuşacık bir ses, bembeyaz ipekten yumuşak bir dokunuşla önündeki istiridyeyi kaldıran el. Biraz önceki umursamaz halinden eser kalmamıştı Selim‟in. Bir an için nefessiz kaldığını hissetti. Tıpkı yakaladığı balıklar gibi boş bakışlarla süzdü, karşısındaki, beyaz elbisesinin içinde beyaz bir meleğe benzeyen 19‟luk kızı. “Bunları satıyor musunuz?” diye sordu kız. Selim, önce kiminle konuştuğunu bilmek istedi. Yutkundu ve “Adınız ne acaba?” diye sordu. “Melike” diye cevap verdi kız umursamazca ve ekledi, “Toplu halde alsam bana indirim yapar mısın acaba?”. Selim, bütün alıcılara sorduğu soruyu, güzelliğiyle kalbini acıtan bu kıza da sordu: “İstiridyeleri ne yapacaksınız acaba?”. “Bütün takılarımı kendim yapmayı severim, önceleri bir hobiydi ama giderek bir tutkuya dönüştü bu benim için. Şu sıralar inci bir kolye istiyorum; fakat vitrinlerde gördüklerim pek bir ruhsuz geliyor gözüme.

Kendim yapmaya karar verdim; fakat istiridyeleri nerede bulacağımı bilememiştim. Yani anlayacağınız, sizi bana Allah gönderdi.” dedi ve küçük bir kahkaha koyuverdi. Selim, şaşkındı. Ne yapacağını bilemedi. Yıllar sonra, soğumuş, açık denizlerin rüzgârında sertleşmiş kalbi ilk defa ısınır gibi olmuştu ve karşısındaki kız onun en değerli hazinesine talip olmuştu. Selim, kalbini, gördüğü ilk anda verdiği bu peri kızına istiridyeleri vermeyi reddetti. “Kusura bakmayın hanımefendi.” dedi. Ağzı kurumuş, suratı terden sırılsıklam olmuştu: “İstiridyeler satılık değil ne yazık ki.”. Melike‟nin yüzü gölgelendi, suratı asıldı.

“Değeri neyse verirdik, istiridye bulabileceğim tek kişi siz değilsiniz bunu da bilin.”

diyerek küstahça arkasını dönüp yürümeye başladı. Muhtemelen zengin bir ailenin çocuğuydu. Babasının sunduğu kolyeleri beğenmeyip kendi kolyelerini yapma arzusu da küçük bir şımarıklığın işaretiydi. Selim, ardı ardına sıraladı bu olumsuz düşünceleri, bazılarına inanmasa da…Gecenin karanlığında ilerlerken Melike, Selim‟in kalbini de yanına almış, götürmüştü.

(7)

O günden sonra, her sabah aynı saatte balığa çıkan Selim‟in yüzünü göremez oldu ahali. Önceleri evinden bile çıkmıyordu Selim. “Birkaç gün bekleyeyim, o evine döner ben de hayatıma...” diye avuttu kendini. Evet, bir aşk istiyordu belki, sevmek, inanmak istiyordu; ama kızı kendisine, fakir ve yıkık kulübesine yakıştıramıyordu. Neden sonra, bir gün çıktı kulübesinden. Gözleri uykusuzluktan şişmişti. Hediyelikçileri geçtikten sonraki kahveye oturdu ve bir çay söyledi. Şekerleri atıp karıştırırken gözlerini denize kilitlemişti. Kalbinin çarpıntısı geçmek bilmiyordu. Birden bir iki adım ileride, plajda güneşlenirken gördü onu. Melike‟ydi bu evet, birkaç gün önce tanıştığı, o bakmaya kıyamadığı kızdı. Melike‟nin yanında Selim‟in kalbi hızla atıyordu. Heyecandan ne yapacağını şaşırdı. Melekler gelip Selim‟in kulağına “Belki be… Belki…” diye fısıldadı.

Selim, biraz daha düşündü ve, “Ne olacaksa olsun be!” diye söylenip ayağa kalktı. “Çayı hesabıma yaz Hüsnü ağabey!” diye seslendi çay ocağına ve Melike‟ye görünmeden sandalına doğru yürüdü ve denize açıldı. Hava biraz bulutluydu, güneş bir görünüp bir kayboluyordu. Uçsuz bucaksız mavilikte var gücüyle asılıyordu küreklere ve kimsenin bilmediği o cennet köşesi koya gidiyordu. Sevdiği kızla birlikte kalbini de geri almayı ümit ediyordu.

Sahile döndükten sonra var gücüyle çalıştı o gece Selim. Bir sanatçı kadar yetenekli elleri yoktu belki ama bir sanatçıdan bin kat büyük bir kalbi, bin kat büyük bir aşkı vardı. Bunca yıldır biriktirdiği o güzelim istiridyeleri bir bir parçaladı Selim, her kopan parça saplandı yüreğine…“Affedin beni.” diyerek ağladı bir yandan…10 inci tanesi bulmak için 100 istiridyeyi öldürdü o akşam Selim…Ve o 10 istiridyenin de usulca kalbini söktü yerinden…Gözleri yaşlıydı…Sabaha kadar uğraşıp peri masallarından çıkma bir inci kolye yaptı…İçine göz yaşını, aşkını, hasretini ve özlemini koydu. “Bu kolye ona yakışır ancak, bu kolye onun boynunda anlam bulur.” dedi kendi kendine.

Güneş, denizin içinde sönmek üzereydi. Yarın tekrar küllerinden doğmak üzere bu diyarlara veda ederken güneş, koşar adımlarla çıktı kulübesinden Selim. Heyecanlıydı çok ama umutluydu da…“Sevmek güzel şey, ümitli şey…” diye tekrarlıyordu içinden.

Birkaç sene öncesine kadar salaş bir kahveyken şimdi seçkin bitkisel çay seçenekleri bulunan; fakat ruhunu satan onlarca dükkândan birine dönüşen Ali‟nin cafesinin önünden geçerken durakladı. “İstiridyelerin canlarını fark eden o, bu ruhsuz cafede ne yapıyor?”

diye sordu. İçi burkuldu…Gitmek istedi, kaçmak istedi. “Düşündüğün gibi değil, o sana

(8)

göre değil!” dedi bir ses içinden…“Ona kolyeyi ver!” diyen ses baskın çıktı. Çıplak ayaklarını tahta merdivenlere dayadı ve ilerlemeye başladı. Yalnızdı Melike. Adımlarını sıklaştırdı Selim. Yanına yaklaştı ve omzuna dokundu. “Melike…” diye fısıldadı. Genç kız döndü ve heyecandan titreyen bu genç adama küçümseyen bir bakış attı, “Ne o?

Parasız kaldın da istiridyelerini satmaya mı geldin? Yok öyle beleş oğlum, haydi başka kapıya!” diye kustu kinini bir anda. Selim şaşırdı, dondu kaldı. Arkasında sakladığı kolyeyi çıkardı ve Melike‟nin önüne bıraktı. Kız kolyenin güzelliğinden büyülenmiş gibiydi; fakat belli etmedi, döndü ve küçümser tavrını sürdürerek, “Eee ne yapayım ben bunu?” diye sordu Selim‟e. Selim, “Sen hiç âşık oldun mu?” diye sordu usulca…Melike yüksek sesle bir kahkaha attı…Kahkahalar kulaklarını acıttı Selim‟in, yüreğini ezdi…

“Demek âşık oldun bana ha? Bu da bana evlenme teklifin mi, yoksa sana âşık olmam için verdiğin rüşvet mi?” dedi ve gülmeye devam etti…Bir gözyaşı daha döküldü yanaklarına Selim‟in “Sen sevmek nedir bilmemişsin ki hiç…” dedi ve başını önüne eğdi. “Ya git işine be balıkçı mısın, balık adam mısın nesin…Sen sevgini kendi seviyende birine ver!”

diye bir bıçak gibi sapladı sözcükleri Selim‟in kalbine…Artık ne kalbi kalmıştı Selim‟in ne de istiridyeleri. Bir hiç uğruna kaybetmişti onları…Gözü yaşlı bir şekilde terk etti orayı…Ay ışığının kılavuzluğunda bağıra bağıra ağlayarak terk etti limanı ve yalnız kalabileceği tek yere doğru yöneldi…Kayığın ucunda parçalanan dalgalar beyaz beyaz, köpük köpük dağılıyordu…Tıpkı biraz önce Selim‟in başına gelenler gibi…Koya geldiğinde burnunu çekmeye devam ediyordu.

Bir keçi kıvraklığıyla sandaldan sahile atladı ve tepeye doğru koşmaya başladı...

Bodrum‟un rüzgârları kulaklarında uğulduyor, kalbini acıtan o kahkahaları örtmeye yetmiyordu. Zeytin ve mandalina ağaçlarının arasından dolunayı karşısına alan bir yamaca geldi. Gümüş ay ışığı, önünde uzanıyordu. Deniz sakindi; fakat olacakları tahmin etmiş olacak ki, huzursuzdu. Rüzgâr, şiddetini artırmaya başlamış, dalgalar yamacın dibinde parçalanmaya başlamıştı…Birkaç martı sesi duydu…Kalbi yoktu, ruhu ağır yaralıydı…Canlıydı istiridyeler aslında, dostuydu onun…Bir hiç uğruna canını almıştı onların…Şimdi kulübenin tabanında mağrur, parça parça yatıyorlardı. Bu görüntüyü yakıştıramadı onlara…Sonra Melike‟nin sözleri ve suratına geri fırlattığı kolye…Denizin kalbini oluşturan minik beyaz incilerden oluşmuş bir kolye…“Denizden geldin, denize gideceksin…” diye mırıldandı Selim…Gözlerini kapattı, kolyeyi öptü, öptü ve koluna

(9)

doladı…Derin bir nefes aldı…Ayın ışığı engellemek istedi onu…Yetişemedi…Rüzgârı havada tutmak, kurtarmak istedi, gücü yetmedi…Ruhunu yitirmiş, kalbi kırılmış bir beden sessizce bıraktı kendini havaya ve bir mermi gibi denizin kalbine saplandı…

Üzüntüsünden yerinde duramaz hale geldi deniz…Dalga dalga kıyıya vurdu kendini…

Gemilerin güvertelerine tırmanıp intihar etmek istedi…Gözyaşları, beyaz köpüklerin arasına karıştı…Ay ışığı güneşe haber vermiş olsa gerek, o sabah yüzünü göstermek istemedi, bulutların arkasına saklandı…Selim‟in saf, tertemiz ruhu göğe yükselirken gözlerini kaçırdı güneş, boğazı düğümlendi…Usul usul, ağlar gibi yağmaya başladı yağmur…Oraya ait olmayanlar, yazın son gününde yağmura yakalanmalarına lanet edip, orayı terk ettiler.

(10)

Mert ÖZGEN, 12 M-A

(11)

Çizge YALKIN 2003 mezunu

Çocuk muhallebileri bile küsmüş bana

Alıp cehenneme götürmüş de getirmemiş gibi geri Kimse de aramamış gibi

Altını üstüne getirip her şehrin Aynı adamı arar gibi

İkisini de tutuklamışlar geçen gün Gündüze küsüp geceye tapmaktan

Aynı koğuşa koymadıkları yetmiyormuş gibi

Birinin penceresi doğuya ötekininki batıya bakıyormuş İkisi de güneşi görmemişler oysa

Zaman değişmiş, kuzeyden veya güneyden doğuyormuş güneş artık Tanrı‟nın işi değil gibi

İki kulaç süt değil bahsi geçen Koca bir tuzlu su kütlesi

Yatırmışlar bağrına dünyanın, adını Atlantik koymuşlar Zaman hem değişmiş hem gerilemiş

Kolomb Amerika‟yı keşfetmemiş gibi henüz Geçilemeyen ama bahsi geçen Atlantik Bilinir bilinmez gece olmuş gibi

Rabbine küsenlerin toplandığı bir şehir varmış oysa Oraya gideceklermiş gibi beraber

Kaçma planları yaptıkları hapsin duvarları gibi yükselmiş keder Tohuma kaçtı kaçacak aşkların

Gitmeyi bildiği içki satan dükkânlar Ani bir kararla kapatılmış

Ve açılmasını talep eden âşık temyiz başvuruları

(12)

Pis ve kibirli bir adamın masasında bekler gibi tozlanmış

Muhallebi olamadan yanmış süt

Ne görüşme günlerinde ne volta vakitlerinde bir iki sigaranın Göz göze bakamaz olmuşlar gibi

Öldürmeye teşebbüsten birbirlerini idama çarptırılmış Zorunlu ötenazi haklarını kullanmadan,

Önce o olsun demekle, muhallebi siparişi vermek arasında kalmışlar Tohuma kaçan aşklarını aralarına alıp barışmış gibi

İkisi de diğeri olmadan ölmemişler

(13)

Halit Ziya Cem KULELĠ IB2 M-A

BĠZ HER ġAFAKTA SENĠNLE BERABER AĞLADIK Her gün yeni bir şafak,

Yeni bir gün, maske geri geldi.

Dünya döndü bize bakmadan, Şafak aydınlattı, kırgınlıklarımızı Parladı, göz kamaştırdılar,

Kör gözlere ulaşmadılar.

Biz her şafakta seninle beraber ağladık.

Gözyaşlarımız elmas değildi, Biz yakutlar saçtık dünyaya Gözyaşlarımızla yıkadık yaraları, Her gün yeni bir yara,

Her hayat yeni bir dünya

Yeni bir doğum, belki bir ölüm.

Biz her şafakta seninle beraber ağladık.

Eski acılar kalmadı artık, Hepsi yeni, hepsi yeniden.

Çığlıklar getirdiler yanlarında,

Dünyanın kenarında, birbirimize tutunduk biz, Ve bir daha bırakmadık.

Biz her şafakta seninle beraber ağlardık.

(14)

Halit Ziya Cem KULELĠ IB2 M-A

ÜÇ ġAFAK

Üç şafak doğdu dünyaya, İlki ben doğarken,

Benimle beraber merhaba dedi, Bu kadim dünyaya.

İkincisi,

Âşık olduğumda

Beraber ışık saçtık biz dünyaya, Hangi dünyaya?

Sonuncusu ben düşerken doğdu, Ve düşüşümü göz kamaştırıcı kıldı, Ve maske kırıldı.

(15)

Mert ÖZGEN 12 M-A

(16)

Hande GÜZEL IB1 M-A

HERAKLĠT’ĠN SULARI Ne zaman sokaklarda dolaşsam Okul, sinema, sergi

Kullanıyorlar

Bendeki eski benleri.

Kalabalıklarda çoğalıyorum Hangisine yetişeyim şaşkın Tıpkı onun çizgileri

Karşıdan gelen şu kadın.

Bir küçük çocuk Yıllarca öncem

Korkar mı gitsem yanına Çocuk sen bensin desem.

Üç delikanlı yürüyor

Bir dört yol ağzında her biri bir yana Üçe bölünüyorum

Yolların her birinde birim gidiyor.

Biri eve derslerinin başına -- kitabı açıyorum Biri parkta bir sevgili -- bekliyorum

Bir yerde çalışıyor üçüncü, okul dönüşü Gecenin geç saati işimden dönüyorum.

Hey durun! diyorum, siz bensiniz, bensiz Nereye gidersiniz, hey durun!

Sessizce yürüyorlar benden habersiz Durmuyorlar, o kadar sesleniyorum.

(Behçet Necatigil)

(17)

“HERAKLĠT’ĠN SULARI” ġĠĠRĠNĠN ĠNCELEMESĠ

Behçet Necatigil‟in “Heraklit‟in Suları” adlı şiirinde geçmiş yaşamını ve ona ait hatıraları başkalarında arayan biri anlatılmaktadır. Necatigil, eserin tezini diyalektik felsefenin ilkelerinden biri olan “Değişmeyen tek şey değişimdir.” düşüncesi üzerine kurmuştur. Bu durum, eserde bireysel bir durumdan hareketle vurgulanmaktadır. Şiirin biçim, içerik ve dil-anlatım özellikleri bu tezi desteklemektedir.

“Heraklit‟in Suları” adlı şiir; biçimsel olarak altı, anlamsal olarak ise beş bölümden oluşmaktadır. Biçimsel olarak incelendiğinde, eserin ilk bölümünde anlatıcının kalabalık ortamlara ya da başkalarının olduğu ortamlara girdiğinde eskide kalmış kimliklerinin ortaya çıktığı, bulunduğu ortamdaki insanlarda kendi geçmişini bulduğu anlatılmaktadır.

İkinci bölümde ise bu duruma örnek olarak anlatıcının, gördüğü bir kadını geçmişinde yer almış bir kadına benzettiği ifade edilmektedir. Üçüncü bölümde ise anlatıcı, çocukluğunu başka bir çocukta görmektedir. Ancak anlatıcı, “Korkar mı gitsem yanına/Çocuk sen bensin desem” dizeleriyle çocuğun ona uzak olduğunu, korkma ihtimali olduğu için kendisinin tam olarak o çocukla özdeşleştirilemeyeceğini aktarmaktadır. Anlatıcının kendini çocuğa hem yakın, hem de uzak hissetmesi tezat sanatını oluşturmaktadır. Bu tezat sanatıyla anlatıcının geçmişinin tam olarak bir başkasında yaşamasının olanaksız olduğu ve anlatıcının çocukluğunun geride kaldığı anlatılmaktadır. Eserin dördüncü ve beşinci bölümleri anlamsal olarak bir bütünsellik oluşturmaktadır. Her iki bölümde de anlatıcının kendi gençliğini bulduğu üç ayrı

“delikanlı”dan bahsedilmektedir. Anlatıcının kimliğinin üç ayrı kişiye bölünmesi; bir insanın geçmişinin başka bir kişide tam olarak yaşamayacağını göstermektedir. Eserin son bölümünde; anlatıcının geçmişini bulduğu kişilerin ondan “habersiz” gitmeleri, geçmişin geri gelemeyeceğini göstermektedir. Anlatıcının çocukluk ve gençliğini başkalarında araması, onun yetişkin olduğunu göstermektedir. Ancak, yetişkin olmasına rağmen geçmişinde kalanların peşinde koşmakta, çocukluğuna ve gençliğine özlem duymaktadır. Geriye dönmesinin imkânsız olması, “Değişmeyen tek şey değişimdir.”

tezini desteklemektedir.

Eserin bölümlerindeki dize sayısı, uyak düzeni, dizelerin uzunluğu ve ölçüsü; eserin teziyle paralellik göstermektedir. Eserin altı bölümü de dört dizeden oluşmaktadır. Her bölümde dize sayısının sistematik olarak aynı olması, anlatıcının sürekli olarak geçmişini düşünmesi ve gittiği her yerde geçmişiyle özdeşleştirdiği birilerini görmesi durumunu desteklemektedir. Eserin uyak düzeni ve dizelerinin uzunluğu sabitlik göstermemektedir.

Örneğin, ilk bölümde uyak düzeni abab iken ikinci bölümde cdbd‟dir. Dizelerin uzunluğu ve ölçü de çeşitlilik göstermektedir. Bu durum, anlatıcının gittiği her yerde başka birisinde geçmişini bulmasını yansıtmaktadır. Bunun yanında, eserin tezi olan

“Değişmeyen tek şey değişimdir.” düşüncesi dizelerin uzunluğu, ölçü ve uyak düzeninin çeşitlilik göstermesi üzerinden vurgulanmaktadır. Doğadaki her olgu sürekli değişim içerisindedir ve bu değişim farklı şekillerde olabilir. Anlatıcı gibi, uyak düzeni, ölçü ve dizelerin uzunluğu da sürekli değişim göstermektedir. Bunun yanında “Bir küçük çocuk/Yıllarca öncem” dizelerinin kısa, “Korkar mı gitsem yanına/Çocuk sen bensin desem.” dizelerinin uzun olması; anlatıcının kendini çocuğa hem yakın, hem de uzak hissetmesi durumunu kuvvetlendirmektedir. Bu da Heraklit‟in öne sürdüğü diyalektik

(18)

felsefenin ilkelerinden zıtlıkların birliği ve çelişkisi ile bütünleşmektedir. Tüm bu örnekler; eserdeki çeşitli şekilsel unsurların tezi destekler nitelikte olduğunu göstermektedir.

Eserin başlığı olan “Heraklit‟in Suları” tezle yakından bağlantılıdır. Bu başlığın kullanılmasıyla telmih sanatı yapılmakta ve Yunanlı filozof Heraklit‟in “Bir nehirde iki kez yıkanılmaz.” sözüne gönderme yapılmaktadır. Bu sözüyle Heraklit; hiçbir şeyin aynı kalmadığı, her şeyin bir şekilde sürekli bir değişim süreci içinde olduğunu anlatmaktadır.

Nehir, sürekli akmakta olduğu için, yıkanmak için tekrar girildiğinde artık farklı bir nehirdir. Aynı şekilde, eserdeki anlatıcı da her an farklı bir kişiye dönüşmekte, bu nedenle geçmişini tekrar etmesi imkânsız olmaktadır. Diyalektik felsefenin kurucusu olan Heraklit‟in ilkelerinden biri olan “zıtlıkların birliği ve çelişkisi”, her insanda olduğu gibi anlatıcıda da yer almaktadır. Bu şiirde anlatılan birlik ve çelişki, insanların geçmişlerini kendi içlerinde barındırıyor olmalarıdır. Başka bir deyişle birden fazla zaman dilimi bir insanda barınmakta; ancak bu zaman dilimlerinde yer değiştirmek mümkün olamamaktadır. Heraklit‟in suları ifadesi diyalektik felsefenin ilkelerini simgelemektedir.

Şiirin içeriği de bu ilkelerle bütünleşmektedir.

Eserde yer alan anlatıcı, birinci tekil şahıstır. Bu anlatıcının kullanılma nedeni, eserdeki durumun bireyselden hareketle anlatılmasıdır. Durumun öznel bir anlatımla ifade edilmesi; okuyucunun kendini anlatıcıya daha yakın hissetmesini, aynı zamanda anlatıcının kendini ve geçmişini bulduğu insanlarla özdeşleştirmesinin daha açık bir biçimde ifade edilmesini sağlamaktadır. Anlatıcının eserde yansıtılan bir diğer özelliği, geçmişine özlem duyan bir yetişkin olmasıdır. Anlatıcı, geçmişe özlem duymakta; fakat geçmişinin geri gelemeyeceğini de bilmektedir. “Hey durun! diyorum, siz bensiniz, bensiz/Nereye gidersiniz, hey durun!” dizeleriyle anlatıcı geçmişiyle özdeşleştirdiği insanlara seslenmekte; ama onların durmayacağını da bilmektedir. Bu durum üzerinden tecahül-i arif sanatı yapılmaktadır. Anlatıcının çeşitli özellikleri içerik ve tezle doğrudan ilişkilidir.

Eserde yer alan dil-anlatım özellikleri tezi destekler niteliktedir. Eserde, daha önceden bahsedilen tezat, tecahül-i arif ve telmih sanatları dışında tenasüp sanatı da yer almaktadır. “Çocuk, kadın, delikanlı” gibi insanları belirten sözcüklerin kullanılmasıyla anlatıcının geçmişini düşündüğü ve geçmişindeki insanları ya da kendini, bugün var olan insanlarla özdeşleştirdiği anlatılmaktadır. Eserde zamir kullanımı göze çarpmaktadır.

“Bendeki eski benleri.” ve “siz bensiniz, bensiz” dizelerinde “ben” zamirinin sık kullanılmasıyla aliterasyon sanatı yapılmakta; aynı zamanda anlatıcının geçmişini başkalarında aradığı, “ben”in pek çok kimliklere bölündüğü ve büründüğü çağrıştırılmaktadır. Bu durum da Heraklit‟in sularından biri olan “zıtlıkların birliği”ni ortaya koymaktadır. Eserin son bölümünde anlatıcı geçmişine seslenmekte ve bu seslenişleri kuvvetlendirmek amacıyla ünlem işareti, emir kipi ve “hey” sözcüğü kullanılmaktadır. Bu özellikler, anlatıcının geçmişine duyduğu özlemin şiddetli olduğunu düşündürmektedir. Belirtilen dil-anlatım özellikleri eserin içerik özellikleriyle paralellik göstermektedir.

(19)

Behçet Necatigil‟in “Heraklit‟in Suları” adlı şiirinde geçmişini özlem duyan ve geçmişini bugünün insanlarında arayan bir anlatıcı üzerinden değişim, “zıtlıkların birliği, bütünlüğü ve çelişkisi” anlatılmaktadır. Heraklit‟in bu ilkeleri üzerinden geçmişin geri getirilemeyeceği, insanların ve tüm evrenin sürekli değişim içinde olduğu vurgulanmaktadır. Eserde yer alan biçim, içerik ve dil-anlatım özellikleri de bu tezi destekler niteliktedir.

(20)

Naz BEYKAN IB2 F-A

SEL

İçime dökülen sözcük Selinde bata çıka

S ü r ü k l e n i y o r u m Selin kâğıda boşalmasıyla

İçimdeki doldurulamaz boşlukta

T ü k e n i y o r u m

GÖBEKBAĞI

Sıcak sular soğuk, karanlık Umutlar

Bazen boğazına dolanan ipe muhtaç Odada

Bir parmak uzaklık Dünyalar kadar

Aynı yerde onlar da bulundular Farlı şeyler yaşadılar

Umuda olan tek bağ İp

Kopunca…

“Hoş geldin”i duydular Kimi zaman cami avlusunda

(21)

FANUS

Cam fanusun içinde her şeyi gör Hiçbir yere gideme

Narin olduğunu düşünenler Toprağa bağlılığını göremezler

KAZAN Taş üstünde taş Günah üstünde günah Buram buram

Ölüm kokuyor Kanlı parmaklar Tükenen halatlar Kurtulan canlar Asılı kalanlar Buharlaşanlar Eriyip gidenler Bir ateş üstünde Bir başına kaynar Bir kazan

Cadı nerede?

Cadı nerede?

BIÇAK

Ellerimizde bıçaklar Bize verilenler Bizden alınanlar

Baştan beri bizde olanlar Ellerimizde kanlı bıçaklar Bize saplandıkça

Bizim sapladıklarımız

(22)

Boyuna saldırı(lı)yoruz Kalkansızız

Çıplağız Nariniz Kırılganız

Bıçak kemiğe dayanınca Feryadı basarız

DÜNYA

Mükemmeli arıyordum Meğer hiç var olmamış

Mükemmel dedikleri, kaosta kaybolmuş Dünyaya karışmış

Cenneti arıyordum Meğer hiç yokmuş

Cennet dedikleri cehennemle bir olmuş Dünyada buluşmuş

Meleği arıyordum

Meğer hiç ortada değilmiş Şeytanla birlikte

Dünyayı karıştırmış Ortalığı birbirine katmış Dünyayı arıyordum Meğer hep oradaymış Dikkatli baksaydım

Her şeyi onda bulacakmışım

BARDAK

Bardağın yarısı boş Sıcağın hissedilmediği Hislerin algılanmadığı

(23)

Algının yavaşladığı

Yavaşlığın zamanı dondurduğu Sonsuzluğun kendisi

Bardağın yarısı su Su soğuk, hissediliyor Su kristal, algılanıyor

Su karşı konulamaz, yavaşlamıyor Su, zamanı önüne katarak eriyor Su, sonsuzluğun kendisi

Bardak boş dolu sonsuz Bardak su dolu sonsuz Bardak sonsuz da sonlu

Sonsuz bir bardak, boş suda boğuldu Sonsuz, bir bardak boş suda boğuldu Sonsuz bir bardak boş suda boğuldu Sonsuz bir bardak boş su da boğuldu

SERĠ CĠNAYET Bir vardık

Bir yoktuk

Eski çağlarda yaşadık İnanıldık

Tapıldık

Gücümüz doğadandı Güçsüzlüğümüz sizden Yaşatalım derken Katil oldunuz

Öyle arka sokaklarda da olmadı ki Hakkıyla cinayet diyelim

Güpegündüz katledildik Oradan oraya çekiştirilip

(24)

Kişiliğimizi kaybettik İsteyene içine kapalı İsteyene arkadaş canlısı Kimi zaman hırslı

Zaman zaman elleri kanlı Olduk insan, hayvan, tanrı

Kaybettik: mavi, kırmızı, beyaz, yeşil Tükettik: hava, ateş, toprak ve su

Biz: Ejderha, Anka, Kaplan, Kaplumbağa Bizden elveda

Darısı yeni efsanelerin başına

(25)

SUDAN BĠR DAMLA Herkes senin yanında Sana karşı

Sana bakıp Seni göremeyen Ekoları burada Yansımaları kayıp Karanlıkta

Hâle hâle dağılırken Sonsuz boşlukta Düşen

Yalnız Damla

Boğulma bir avuç suda Bir su damlası iken

(26)

DAKTĠLO

Bana pek sert vurmuşlar bir yerlerim ağrıyor

Ya günboyu bastıran bir uyku Sevincin sesi çıkmıyor.

Evlerinin önü çeşme, sularım alınıyor

Bu çok tuzlu çöreği hangi kalpsiz yedirdi

Bağrım fena yanıyor.

Kimlerin elinde, herkes benden biliyor

Ne hoyrat kullanmışlar Sevincin sesi çıkmıyor (Behçet Necatigil, 1965) Özlem DEMĠR

IB1 F-A

BEHÇET NECATĠGĠL’ĠN “DAKTĠLO” ġĠĠRĠ ÜZERĠNE BĠR EDEBĠ ELEġTĠRĠ

Behçet Necatigil, “Daktilo” adlı şiirinde çok çalıştırılan, harap edilen yorgun bir emekçinin hissettiği mutsuzluğu ve çektiği acıyı ele almaktadır. Baskı altında, ağır koşullarda çalıştırılan, dinlenmesine fırsat verilmeden sömürülen birey, yaşama zevkini ve çalışma şevkini kaybetmektedir. Necatigil; mutsuzluk, acı, baskı, yorgunluk, yılgınlık, eşitsizlik gibi temalara değinerek bir nesne üzerinden evrensel bir sorunu okuyucuya aktarmaktadır.

Necatigil, “Daktilo” şiirini biçimsel olarak üç bölüme ayırmaktadır ve her bölüm üçer dizeden oluşmaktadır. Şiir, ne Divan şiirine ne de Halk şiirine benzemesine rağmen, kendi içinde dize sayısı ve uyak düzeni bakımından kurallı bir şiirdir. Her bölümün ilk ve son dizelerinde, bütün bölümlerle bütünlük oluşturan rediflere yer verilmekte, aba/aca/ada uyak düzeni kullanılmaktadır. Kullanılan uyak düzeni, şekil bakımından iki gücün arasında sıkışmışlığı, bastırılmışlığı çağrıştırmaktadır.

Bu şekil ile şiirdeki anlatıcının (konuşanın) güç durumda ve baskı altında olduğu, sesini duyurmakta zorlandığı iletilmekte ve böylece şiirin tezine katkı sağlanmaktadır. Uyak düzeni ilk ve son dizelerin sesine uymayan orta dizeler farklı olduğu için anlatıcının yerine geçmekte baskın olanlardan ayrı düştüğü, diğerlerine benzemediği de böylece belirtilmektedir. Biçimsel bölünmeye karşın şiir, anlamsal bir bütünlük içindedir. Şiirin genelinde aynı temalar işlenmektedir.

(27)

Dil ve anlatım açısından incelendiğinde, şiirde pek çok edebi sanat dikkat çekmektedir.

Şiirdeki asıl anlatım tekniği monologdur ve monologa dayalı bir öyküleme yapılmaktadır.

Anlatıcı, daktiloyu kişileştirerek öyküyü onun üzerinden aktarmaktadır. Böylece şiirin tamamında kişileştirme sanatı kullanılarak insanların işlerinde kullandığı daktilo, patronların çok çalıştırdığı emekçinin simgesi olmaktadır. “Bana pek sert vurmuşlar bir yerlerim ağrıyor” dizesinde daktilo konuşturularak emekçinin durumu dile

getirilmektedir. Daktiloya sert vuranlar, emekçiyi çok çalıştıran patronları

çağrıştırmaktadır. Yani daktilo, emekçinin, vuranlar ise patronların (yöneticilerin) simgesidir. Aynı bölümdeki “sevincin sesi çıkmıyor” dizesinde bir duygu olan sevinç de kişileştirilerek anlatıcının mutsuzluğu, bastırılmışlığı dile getirilmektedir. Bu dize, şiirde bir kez daha tekrarlanarak anlam güçlendirilmekte, anlatıcının yaşama sevincini

kaybetmekte olduğu izlenimini uyandırmaktadır. “Evlerinin önü çeşme sularım alınıyor /Bu çok tuzlu çöreği hangi kalpsiz yedirdi” dizelerinde ise simge, ironi ve tecâhül-i arif sanatları aynı anda kullanılmakta; böylece şiirin anlamı derinleştirilmekte, emekçi insanın sıkıntılı yaşamı alaycı bir yaklaşımla ortaya konmaktadır. Bu dizelerde evin önündeki

“suları alınan çeşme” yine anlatıcının simgesidir. Suyu kullanılan çeşme simgesi, anlatıcının emeğinin kullanılıp kaynağının sömürülmesini düşündürür. İkinci dizede ise

“bu tuzlu çöreği hangi kalpsiz yedirdi” ifadesinde anlatıcı durumu bilip de bilmezden gelmekte, yani yine tecâhül-i arif sanatından yararlanmaktadır. Tuzlu çörek yendiğinde ister istemez susandığı gibi, bu bilmezden gelme ifadesiyle patronların/kullanıcıların istemeden, mecbur kaldıkları için daktiloyu-emekçiyi çalıştırdığını söyleyerek ironi yapmaktadır. Aslında kendisinin boşuna söylendiğini, patronların masum olduğunu anlatarak durumun tam tersini ima etmektedir. Böylece şiirin tezini doğrudan değil, ironik bir şekilde okuyucuya aktarmaktadır. Son bölümdeki “ne hoyrat kullanmışlar”

dizesinde de yine ironik bir yaklaşımla kendisinin ne kadar özensiz, zor koşullarda çalıştırıldığını, sömürüldüğünü, öğrenilen geçmiş zaman eki “miş” sayesinde bilmezden gelmektedir. Anlatıcı, kullandığı dil ve edebi sanatlar sayesinde güçlü olanların

güçsüzlere uyguladıkları yöntemleri eleştirmekte ve adeta güçsüzleştiği için sesi çıkmayan emekçi sınıfının “çıkmayan” sesi olmaktadır.

(28)

“Daktilo” şiiri birinci tekil şahıs anlatıcı tarafından okuyucuya aktarılmaktadır. Böylece şiirden objektif bir anlatım beklenmemekte, durumlara ve olaylara anlatıcının

dünyasından bakılmaktadır. Anlatıcı, durumundan rahatsız, fiziksel olarak yorgun, usanmış ve oldukça mutsuzdur. Baskı altında olduğu için özgürce hareket edememekte, güçsüz olduğu için güçlüler tarafından sömürülmektedir. Bundan dolayı anlatıcının olaylara ve kişilere eleştirel ve sitemkâr bir bakış açısı vardır. Bu durumunu ironi ile okuyucuya hissettirmektedir. Anlatıcının taraflı anlatımından dolayı, onun ruh hali olan mutsuzluk hissi şiirin atmosferine hakimdir. Şiir boyunca mutsuz, isteksiz, şevksiz bir hava varlığını sürdürmekte, böylece okuyucu şiirin içine sokulmakta ve tez daha iyi aktarılmaktadır. Anlatıcı, şiirde özellikle belirli bir mekân ve zaman kullanmayarak anlatılanların her an her yerde pek çok emekçi tarafından yaşandığını, yani durumun evrensel olduğunu vurgulamaktadır. Bu nedenle anlatıcı büyük bir kitlenin sesi olmakta, evrendeki emekçilerin sorununu ve mutsuzluğunu dile getirmektedir.

Şiirin başlığı ve içeriği arasında tezat (zıtlık) üzerine kurulmuş bir ilişki vardır. Başlıktaki

“daktilo” oldukça ses çıkaran, gürültülü bir alettir. İçerikte ise çıkmayan ses, sessizlik bastırılmışlık işlenir. Böylece, zıt başlık-içerik ilişkisi şiire çarpıcılık katmakta, aslında çıkması gereken sesin ne kadar çok olduğunu ancak güçsüzleştirildiği için sesin

çıkarılamadığı anlatılmaktadır.

Behçet Necatigil; mutsuzluk, yorgunluk, güçsüzlük, eşitsizlik, acı, baskı gibi temalar üzerine kurduğu “Daktilo” adlı şiirinde harap edilen, patronları tarafından sömürülen bir emekçinin yaşama sevincini kaybetmesini ele almaktadır. Bastırılan, çok çalıştırılan, yorulan, hoyrat kullanılan bireylerin bir yerden sonra çalışma şevklerini ve yaşama arzularını kaybettikleri gösterilmektedir. Bir daktilo üzerinden sitemkâr bir emekçinin ve emekçi üzerinden de evrensel bir sorun olan tüm emekçilerin ezilmesi aktarılmakta ve çıkmayan, bastırılan seslerin dışa vurulması sağlanmaktadır. Necatigil, madde ve duyguları kişileştirerek ilettiği tezinde toplumdaki eşitsizliği, güçlü-güçsüz ayrımını da bilmezden gelerek eleştirmektedir.

(29)

Baran ÇALIġGAN 10-A

“FATĠH-HARBĠYE” TRAMVAYI

Peyami Safa‟nın romanı olan Fatih-Harbiye, Doğu kültürünün Batı kültürüyle karşılaşmasını ve bu karşılaşma sonucunda iki kültür arasında kalan insanların durumlarını konu alan bir romandır. Romanın ana karakteri olan Neriman, Doğu kültürü içinde yaşamıştır; ancak romandaki olayların gerçekleştiği zaman diliminde Batı kültürünün etkisi altında kalır. Kitap, Neriman‟ın iç çatışması sonucunda bu iki kültürü (Batı‟nın maddiyata önem vermesiyle Doğu‟da duyguların öne çıkmasını) karşılaştırması ve kendine uygun olanını seçmesiyle son bulur. Roman, bugün de gündemde olan Doğu- Batı çatışması ve yanlış batılılaşmayı konu alması nedeniyle okunması gereken bir eserdir. Roman, anlatımıyla da dikkat çeker. Neriman‟ın iki kültür arasında kaldığında yaşadığı iç çatışma büyük bir ustalıkla sergilenmiştir.

Avrupa‟nın genişlemesi ve güçlenmesiyle bu büyük güç ve kültür karşısına ilk olarak iki Doğu toplumu çıkmıştır. Bunlardan birisi Rusya-Sovyetler, diğeri ise Osmanlı- Türkiye‟dir. Batı‟nın getirdiği yeniliklere bu iki toplum da ayak uyduramamış, değişme süreçleri sancılı olmuştur. Bu sorunlar toplumun yapısını yansıtan edebiyatta da geniş bir yer almıştır. Bu konuda Osmanlı‟nın son dönemlerinden Cumhuriyet dönemine kadar çeşitli romanlar yazılmıştır. Araba Sevdası (Recaizade Mahmud Ekrem), Kiralık Konak (Yakup Kadri Karaosmanoğlu) ve Fatih-Harbiye bu romanlardandır.

Fatih-Harbiye romanının adı, içeriği hakkında bilgi verir niteliktedir. Romanda Neriman daha çok Doğu etkisinde olan Fatih‟ten tramvayla Batı‟nın izlerini taşıyan Harbiye‟ye gidebilmektedir. İstanbul‟un bu iki bölgesi arasındaki fark romanda da vurgulanmıştır. (sf 29: “Kâbil‟le New York arasındaki farkların çoğuna İstanbul‟un iki semti arasında tesadüf edilir.”) Ayrıca bu tramvay bir simge niteliği de taşır, romandaki olaylar Neriman‟ın Harbiye‟ye gitmesiyle başlar ve karakter, roman boyunca yaşadığı

(30)

yerden Harbiye tramvayına binerek Fatih‟ten uzaklaşmak ister, Batı‟nın üstün olduğunu düşünür. Romanın son bölümünde pişmanlıkla Fatih‟e mi dönecektir?

Romanı okunması gereken bir eser yapan başka bir özelliği ise ana karakter Neriman ve bunun dışındaki bazı karakterlerin yaşadıkları iç çatışmanın okuru da içine çeken, kendini sorgulatan bir ustalıkla sergilenmesidir. Birçok romanın aksine, Fatih- Harbiye, sadece olayları değil, bu olayları yaşayan karakterlerin düşüncelerini, halden hale girmelerini ve olaylara tepkilerini detaylı bir şekilde ele alarak, bu kişilerin iç çatışmalarını okuyucuya göstermiştir. (sf 60: “Şinasi, onun geldiğini yan gözle gördüğü halde vaziyetini değiştirmiyor, hararetli bir şeyler söyleyen muallimi dinliyordu.”, sf 67:

“Şinasi, aklına gelen sayısız suallerin hücumu altında boğulmaktan kurtulmaya çalışır gibi durdu, düşündü, seçti ve sordu: …”, sf 68: “Sapsarı kesildi. Ona tesir eden şeylerden biri de bu ithamların müthiş üslubu idi. Hatta Şinasi‟nin söylediği şeylerin hepsini hemen unutmuştu. Yalnız bu ses, eda, bu kelimesiz ve gayet büyük manalardan mürekkep ses, beyninin soğumuş hücreleri içinde akisler yapıyordu.”)

Romanda Doğu kültürü ile Batı kültürünün farkını ortaya koyabilmek için birçok simgeye yer verilmiştir: “Şinasi-Macit, kedi-köpek, Doğu müziği-Alafranga müzik” akla ilk gelenleridir. Bu simgelerden özellikle Şinasi ve Macit, Neriman‟ın iç çatışmasının da birer parçasıdır. Bunlardan uzun süredir tanıdığı ve daha geleneksel bir yapıda olan Şinasi, Doğu kültürünü simgeler. Yeni tanıştığı ve kendisine özendiği alafranga bir yaşayışı olan Macit ise Batı kültürünü simgelemektedir. Neriman, romanın sonunda birlikte yaşayacağı erkeği seçmek zorunda kalır. Bu tercihi yaparken aynı zamanda bir uygarlık seçimi de yapacaktır ve bu seçim yoluyla yazar da Doğu ve Batı arasındaki kendi tercihini ve romanın tezini sezdirir.

Cumhuriyet döneminde Doğu-Batı kültürlerinin çatışmasını konu alan roman, günümüzde ekonomik amaçlarla yazılan ve okuyucuyu bir kanıya yönlendiren konuların bile olmadığı romanlardan, kendisi dışındaki birçok içerikli romanla birlikle daha çok önemsenmeyi hak ediyor. Ayrıca, belirtildiği gibi romandaki karakterlerin iç çatışmalarının ortaya konulma biçimi romana anlatım açısından büyük bir tat katmaktadır. Bu özellikleriyle Fatih-Harbiye, Francis Bacon‟ın sözündeki gibi, her kelimesinin çiğnenmesi ve sindirilmesi gereken kitaplardandır.

(31)

Sinan TATLIDEDE 12 M-A

artık geceleri yazmak

geceleri ne tarih yoktur, ne zaman vardır

onların geceleri işi de yoktur insanoğlunun yıkamadığı ne var ki ben

tek başıma ayakta (ama)

insanoğlu ne zaman dik durdu ki?

ve bu gece soğumak.

--- gece

tuhaftır geceleri birken biz, bizken yalnız.

tuhaftır geceleri sokaklarda yalnız, yalnızken rahat.

tuhaftır geceleri deniz kenarında, kıpırtısız.

tuhaftır geceleri seninleyken,

sensiz. ---

(32)

--- isimsiz

çok güzelsiniz ama acı çekmişsiniz çok ağlamış gözleriniz, niye

uzaksınız insanlardan farklısınız düşüncelerinizle saklandınız sessizce

beklediniz ama

yoktunuz siz de, zamanınız geldiğinde korktunuz yüzleşmekten

kendinizle savaşmaktan çekindiniz duygularımdan kaçtınız

insandınız.

--- kadın

denizden esen rüzgâr soğuk yağmur damlası kayıtsızlık.

---

peki

beni anladın.

sen anladın.

bizi anlamadınız.

(33)

--- sor

hep çekingen sorardı dudaklar.

soruların o ürkek sesi, cevaplardaki sertlik.

neden korkardınız ki siz cevabını bildiğiniz sorulardan?

hep güçlüydü yumruklar.

ellerin o sessiz dili, parmaklardaki mutluluk.

neden vururdunuz ki siz yıkamadığınız duvarlara?

hep şans isterdi umutlar.

korkunun o derin karanlığı, aşktaki saydamlık.

neden umutsuzdunuz ki siz

şanslarınız tanınmamış olduğunda?

hep hayaldi acılar.

sevginizin o çekici iki yüzü, nefretin kör eden gücü.

neden acı çekerdiniz ki siz

hayallere hükmetmek istediğinizde?

hep sahte ağlardı gözler.

gözyaşlarınızın o acımasız akışı, damlalardaki intikam.

neden ağlardınız ki siz

gördüğünüz sahte durumlarda?

hep öfkeyle akardı kan.

etinizin o ölü rengi,

(34)

damarlardaki hayat.

neden yaşardınız ki bazen siz

öfkenizin sizi öldüremeyeceğini bile bile?

hep temizdi yataklar.

uykunun saf güzelliği, rüyalardaki güven.

neden uyurdunuz ki siz

huzuru kaybedeceğinizi bilmenize rağmen?

hep etkilerdi dişi elleri.

dokunmalarınızın o yüzsüz arzusu, ürpertinin uzun nefesi.

neden dokunursunuz ki siz istemediğimizi bilirken?

ve hep devam ederdi hayat.

iyi ve kötünün ötesinde,

sağda solda bıraktığımız iki üç satırda.

neden yazardık ki biz hayatı yazmayı bilmezken?

--- yıkılıĢ

ve duvarlar vardı bizi sıkıştıran,

koruduğuna inandığımız ama koruyamadığımız.

(35)

--- benim

sana dokunup ağlayan ellerim sana bakıp nasır tutan gözlerim ve tüm bu aklına kazıdığım sözlerim senin

bana dokunup akan parmakların bana bakıp titreyen gözyaşların

ve insanoğluna diz çöktüren susmaların benim.

--- kalp

o öylesine buzlu, öylesine soğuktu ki yanardı ona dokunan insan parmakları bu sebeple kimileri, senin gibileri

düşünüyordu onun akkor halde olduğunu.

(36)

Naz BEYKAN

IB2 F-A

KIRMIZI PAZARTESİ’DE CĠNAYETĠ ETKĠLEYEN RASTLANTILAR VE ÖNYARGILAR

Gabriel Garcia Marquez, Kırmızı Pazartesi adlı romanında, bir kasabada aile namusunu temizlemek adına işlenen bir cinayeti anlatarak toplumu şekillendiren önyargıları ve törelerin bireye baskı yaptığını savunmaktadır. Yazar, cinayetin çeşitli rastlantılar sonucu engellenememesini toplumun taşıdığı önyargılara bağlamaktadır.

Marquez, Santiago Nasar‟ın öldürülmesinin önüne geçemeyen rastlantıları genel olarak değerlendirmekte ve bunu önyargılara bağlamaktadır. Romandaki anlatıcının,

“Şafak vaktinin horozları, bu anlamsızı anlamlı kılan çeşitli rastlantılar zincirini birleştirmeye çalışırken yakalıyordu bizi; şu da bir gerçekti ki, amacımız yalnızca o gizi keşfetmek değildi, ama aramızda hiç kimse, kaderin onun için seçtiği yeri ve görevi tam olarak bilemeden yaşamaya devam edemezdi,”

(Marquez, 97)

sözleriyle Santiago Nasar‟ın ölümünün önüne geçilememesini bir rastlantılar zincirine bağlaması, yargıcın cinayetin rastlantılar sonucu önlenememesini haksızlık olarak değerlendirdiği düşüncesinin aktarıldığı,

“Özellikle önceden kesinlikle bildirilen bir ölümün hiç aksamadan gerçekleşebilmesi için hayatın edebiyatta bile görülmeyen bunca rastlantıya başvurmuş olması ona her zaman bir haksızlık olarak görünmüştü,”

(Marquez, 100)

(37)

ifadesiyle örtüşmektedir. Ayrıca, rastlantıların kasabalı için adeta sorumluluktan kaçmak için kullanılan bir bahane olduğu,

“Cinayeti önleyebilecek durumda olan ve ortadan kaybolan birçok kişi de önyargıyı anımsayarak avunmuşlardı. Buna göre namus sorunları anlaşılmaz şeylerdi, onların dünyasına ancak faciada rol almış kişiler girebilirdi,” (Marquez, 97)

cümlesiyle belirtilmektedir. Böylece, kasabalının rastlantı ve önyargıları vicdanlarını rahatlatan bir avunma yolu olarak kullandığı sezdirilmektedir. Kasabalının cinayeti

“facia” olarak değerlendirmesi, tehlike karşısında can korkusuna düştüklerini ve bu nedenle olaya karışmadıklarını açıklamaktadır.

Marquez, cinayetin işlenmesine ve engellenememesine yol açan pek çok noktayı ölümünden önceki rastlantılara bağlamaktadır. Santiago Nasar‟ın en son birlikte görüldüğü Cristo Bedoya‟yla ilgili olarak,

“Cerrah olarak büyük bir ün kazanacak olan Cristo Bedoya, bir şeyin nedenini hiçbir zaman çözememişti.

Piskoposun gelmesine daha iki saat vardı. Bu süreyi, tehlikeyi haber vermek için kendisini sabaha kadar bekleyen ailesinin yanına gidip dinleneceğine, içgüdüsüne boyun eğerek büyükbabasının evinde geçirmişti. Bunu niçin yaptığını hiçbir zaman anlayamamıştı,” (Marquez, 97)

ifadesinde Cristo Bedoya‟nın bir rastlantı sonucu Santiago‟nun öldürüleceğini öğrenememesi ve bu nedenle Santiago‟yu uyaramaması anlatılmaktadır. Bu içgüdüye bağlanarak, Cristo Bedoya‟nın kendi canını korumak için böyle davranmış olabileceği sezdirilmektedir. Bu durumu oyalandığını gösteren,

“Santiago Nasar‟ın bu kadar kısa bir süre içinde evine gitmiş olması ona olanaksız görünmüş, ne pahasına olursa olsun, onu bulmak amacıyla eve girmişti,”

(Marquez, 104)

(38)

ifadesindeki Cristo Bedoya‟nın düşünce ve davranışı arasındaki çelişkiyle,

“Telaşlanmadı. Çünkü bizim eve giden daha başka yollar da vardı,” (Marquez, 110)

sözlerindeki Cristo Bedoya‟nın bulunduğu durumdaki ironik davranışları onun Santiago‟yu bulmaktan ve olaya bir şekilde bulaşmaktan korktuğunu okuyucuya hissettirmektedir. Cristo Bedoya dışında, Santiago‟nun annesi Placida Linero‟nun Divina Flor‟dan Santiago‟nun odasında olduğunu duyması üzerine,

“Kapı aralığından da meydandan geçmekte olan ve bıçaklarını sallayarak eve doğru koşan Vicario kardeşleri görmüştü. Bulunduğu yerden ikisini de kusursuz bir biçimde seçebilmiş, yalnız meydanın öbür yanında eve doğru koşan oğlunu görememişti. Bana

„Oğlumu öldürmek için eve gireceklerini sandım,‟

dedi. Bunun üstüne hemen koşmuş, kapıyı sürgülemişti. Demir payandayı yerine koyacağı sırada Santiago Nasar‟ın çığlıklarını ve kapı kanadını döven yumruk seslerini duymuştu. Ama oğlunun odasında bulunduğunu ve balkondan Vicario kardeşlere sövdüğünü sanarak yardımına koşmuştu,” (Marquez, 116-117)

sözlerinde açıklandığı gibi kapıyı sürgüleyerek fark etmeden oğlunun ölümünü engelleyeceği yerde cinayeti kolaylaştırması eserdeki trajik rastlantılardan biridir. Yazar, burada Placida Linero‟nun, Divina Flor‟un Santiago‟nun evde olduğu ifadesine inanması ve oğlunun sesinin kapının öteki tarafından geldiğini algılamamış olmasını anlatarak, sorgulama yapmadan önyargısına güvendiğini göstermektedir. Böylece, cinayetin işlenmesinde önyargının etkisini bir daha vurgulamaktadır.

Marquez, belirttiği diğer kişilere bağlı rastlantıların yanı sıra, kasabalının cinayete karşı tutumunu yansıtan rastlantılarla onların önyargılı tavrını sezdirmektedir.

Santiago Nasar‟ın, nişanlısı Flora Miguel‟in evine gitmesini Cristo Bedoya‟nın ağzından,

(39)

“Oraya gidebileceği hiç aklıma gelmemişti. Çünkü bu insanlar öğleden önce yataklarından kalkmazlardı,”

(Marquez, 111)

şeklinde aktarılan bu durumun bir rastlantı olması ve Santiago‟nun eve girerken görülmeyip çıkarken görülmesindeki tezat vurgulanmaktadır.

“Flora Miguel‟in evine geldiğini bunca kişi arasında kimsenin görmemiş olması inanılacak şey değildi,”

(Marquez, 113) ve

“Herkes onun evden çıktığını görmüştü,” (Marquez, 115)

ifadelerindeki ironi bu rastlantıların kasten, önyargılar sonucu doğduğu izlenimini yansıtmaktadır. Bu şekilde, kasabalının duruma önyargılı yaklaşması sonucu Santiago Nasar‟ın ölümünün önüne geçilemediğini gözler önüne sermektedir.

Marquez, Kırmızı Pazartesi adlı romanında Santiago Nasar‟ın öldürülmesinde kasabalının korkudan kaynaklanan önyargısının etkisiyle rastlantı diye değerlendirilen bazı durumları açıklamaktadır. Böylece, Santiago Nasar‟ın namus cinayetinin yanı sıra, önyargıların doğurduğu rastlantılarca kasabalılar tarafından göz göre göre öldürüldüğünü de okuyucuya sezdirmektedir. Marquez‟in Santiago‟nun son sözleri olarak,

“Beni öldürdüler!” (Marquez, 120)

ünlemini seçip “onlar” diyerek üstü kapalı olarak kasabalıları ifade etmesi de bu çıkarımı açıklamakta ve desteklemektedir.

(40)

Simge BÜYÜKKÖK Lise 2 F-A

YALANIN TA GERÇEĞĠ

Kim bilebilirdi ki, aslında görülen, hayatlarında yer alan gerçeğin, gerçekte gerçek değil koskoca bir yalan olduğunu. Hiç mi kimse fark etmemişti bunca zaman. Hiç mi kimse düşünememişti bile bir yalanın, onları anlayamayanlar tarafından koskoca beyaz bir örtüye bürünmüş yalan olabileceğini…Hiç mi kimse görememişti, hissedememişti. Tek bir gerçek olduğunu sanıyorlardı. Sadece buna odaklanmışlardı. Odaklanacak başka bir şey olduğunu bilmemek bu hale getirmişti bekli de onları. Kafa yormak, birkaç saniye düşünüp kendilerini onların yerine koymaya çalışmıyorlardı. Onlar gibi göremiyordu kimse hayatı anlaşılan. Ne hissedebiliyor, ne de hissettiklerini hissettirmeye çabalıyordu.

Onlar mı kimdi? Onlar gerçeğin ta kendisiydi. Hep doğruyu söyler, doğruyu anlatmaya ve gerçek olduğunu bilmemizi sağlamaya çalışırlardı. Fakat yanlış bir şeyler vardı. Kimse onları görmüyor ya da görmezlikten geliyor, nedeni ise bilinmiyordu.

Sadece durumu anlayabilen ikisiydi zaten. Birbirlerini anlayabiliyorlardı yalnızca. Hiç ağlamadığı sanılan bu ikisi hep beraber ağlar, birbirlerini anladıklarını böyle anlatmaya çabalarlardı. Yalnızca gülebilmek mi? Onların ağlamasının nedenlerinden biri de belki insanların nasıl bu kadar saf olabileceğini düşünebilmeleriydi. Beraber gözlemliyor, beraber sinirleniyor, beraber kin besliyor, beraber hareket ediyor, beraber sezinliyorlardı.

Beraber gülmek? Yine gülüyorlardı bu kelimeyi söylerken. Onlar için bu kelimenin yabancı olmasıysa, insanların onlarla “gülmek” kelimesini bu kadar çok beraber kullanması sonucu, ondan daha da uzaklaşmalarındandı. O kadar yabancıydı ki artık gülmek istemiyor hatta kristal tanelerine daha da hasret kalıyorlardı. Herkes için olduğu gibi onlar için de ölesiye önemliydi bu tanecikler. Sadece kendilerine değil, birbirleriyle olan bağa da güç veriyordu bu kristaller.

Öyle bir bağdı ki bu; ölümüne koparılamayacak gibi, sımsıkı. Asla birbirlerini bırakmayacaklarını ve hissetmeyi kesmeyeceklerini biliyorlardı beraber. Onlar beraber bir bütün, ayrı ayrı yalnızca kör bir adam misaliydiler.

Acıyorlardı. İnsanlar değildi bu çoğul konuşmaya neden olan. Birbirlerine acıyorlardı. Anlaşılmamak onların hayat acısı, hissettirememek onların mezarı olmuştu.

(41)

Beraber siyaha boyayacaklardı bu koskoca yalan ama gerçek hayatlarını, yanlarında götürecekleri koskoca duygu dünyalarıyla.

Kim miydi bu “onlar”? Herkes gibi kendileri de çok merak etmişti bu yazı yazılırken…Kim diye bakıyorlardı karalama kâğıdına. Sonunda o umutsuz “onlar”

kelimesinin bendeki gerçek eşini işte tam buraya yazdım. “Gözlerim!”. Bu kadar gerçek olmalarına rağmen bu kadar yalan olduklarını kabullenemediler bir türlü…Bunu sadece birkaç damla gözyaşıyla içimdeki duygu kütlesi, kalbim anlayabildi. Ama dışarıdakiler, kendilerinden dışarıda, benden dışarıdakiler hâlâ anlayamıyordu. Sadece onlara bakarak beraber güldüklerini görmek istiyorlardı. Gözlerim mi? Onlar ise artık daha da donuktular. Sadece boş bir sayfanın nasıl dolacağını düşünerek boş boş bakıyorlardı.

Birkaç kristal taneciği daha sonrasında hayata kahretmekten artık kahrettiklerini hissettirmeye başladı. İlk defa anlaşılabiliyorlardı. Gerçeği görebiliyorlardı bu kahverengi kalemle çünkü. Evet, belki kırmızıydı bu kalem ama ne fark eder, onları anlayan yoktu nasılsa. Bunu da fark eden olmazdı.

Bu kadar umutsuz, üzgün, çaresiz, donuk ve bitkindiler ağlamaktan, işte. Kendi gördüklerini görenlerin kendilerini anlayabileceğini umarak bakıyorlardı kahverengi yazıya…

Yavaşça, açık açık hayal kurmaya başladılar…Hayal mi dendi? Gözyaşı dökmeleri bir kez daha bunun söylenmemesini istediklerinin göstergesiydi sanırım.

Gerçek olduğunu sandıkları ancak şu anda yalan olmuş gerçekleri düşünüyordu onlar.

Tek dostları olan kalbin, onlara attığı kazığa nasıl böyle kanabildiklerini düşünüyorlardı.

Hikâye şöyleydi…

Bir selvi boylu vardı Türk filmlerindekinden. Tek farkı esmerliği kırıp sarışın, yeni modaya uymuş uçuşan saçlarının olmasıydı sanırım. Onlar öyle söyledi. Buraya kadar her şey güzeldi; ancak onun yeşil gözlerinin kahverengi olanları gördüğünde doğadan bir parça sanıp aldırış etmemesi onlara çok acı veriyordu. Eskiden yaşanan şeylerden dolayıydı belki bu aldırmama. Belki gerçekten kaybediyordu kendini yeşiller arasında. Belki de artık kahve “rengini” silmişti hayatından tamamen. Bunun cevabını da sadece onlar biliyor, fakat anlatacak gücü bulamıyorlardı. Tıpkı kahverengi gözlerin onlardan gelen elektrik değil en ufak kıvılcımı dahi hissedememeleri gibiydi bu. Hiçbir umut ışığı yoktu ufukta. Ne yeşiller arasında ne de kahverengide. Sadece bazı sinyaller

(42)

geliyordu bir yerlerden, yolunu kaybetmiş, içindekilerin umutsuzluğa kapılmış olduğu ihtişamlı ancak hayali bir gemiden gelen sinyaller gibi. Denizle bütünlük kurmuş, o olmadan ayakta duramıyor, o olmadan yaşayamıyordu. Yardıma muhtaç; bulunmak, keşfedilmek ve kurtarılmak isteyen gemi misali oradan oraya savruluyorlardı tuzu bol dalgalar arasında.

Soluksuz kalıyorlardı onu görünce. İşte böyle karamsar oluyorlardı hissedecek bir şey bulamadıklarında. Hissetmedi, zor havayla dahi bu kadar içli dışlı olabiliyorlarken onunla hiçbir şekilde bağ kuramamaları onları mahvediyordu. Hayatı anladıklarını savunurken bir anda çıkmaz yola düşmüş gibiydiler. Büyük bir karanlık ve önlerinde, gittiği yolu dahi görmeden yürümeye çabalayan kahverengilikler.

Bundan ibaretti hikâyeleri. Daha pek çoğu vardı kendilerine sakladıkları elbette ancak bunlar en çok dokunanıydı içlerine. Aşkın tüy gibi hafif hissettireceğine kalp tarafından inandırılmış, onu gördüklerinde âşık olduklarını sanmış; ancak kendilerini diğerleri gibi pespembe bir hayalden alınıp berrak buz mavinin olduğu bir dünyaya fırlatılmış ve hapsedilmiş gibi hissediyorlardı. Daha kötüsü olamaz, diyorlardı. Ağlıyor, ağlıyor ve kahrederek ağlamaya devam ediyorlardı. Sonu gelmez bir saydamlığın içinde gibiydiler. Oldukları yerden sessiz çığlıklar atıyor, hiçbir şey yapmadan kendilerini yerden yere vuruyor, fark edilmeyeceklerini bile bile anlatmaya çalışıyorlardı olanları.

Bir fanusun içinde hapsedilmiş ve ölmeye terk edilmişlerdi sanki. Nafileydi bu haykırış, bu kahretme, bu pişmanlık…Nafileydi…

Ne mavi anlayabildi onları, ne siyah, ne elâ, ne de hayatın göz rengi, hiç kimse.

Bu kadar mı kötü olacaktık, dediler ve bu alınan dersten sonra hep gülmeye karar verdiler. Artık hep güleceklerdi. Yağmurdan sonra güneşten hırs alarak açığa çıkan gökkuşağı gibi. Artık onlarda ne maviyi, ne siyahı ne de diğer kahveleri göreceklerdi.

Sadece hayattaki pembeleri görmeye çalışacaklardı; kırmızıları, beyazları ve diğer tüm canlı renkleri. En cırtlak olanlar onların hayat kaynağı olacaktı artık. Herkes onları eskiden anlayamadıkları yalan perde aralığından tekrar görecekti. Perde aralığı mı? Evet, eğer o perde sonuna kadar açılır, gözler kendi saflıklarını, içtenliklerini ve sevgilerini tekrar dışa vuramaya kalkarlarsa içlerindeki o cani kırmızılığa tekrar yem olabilirlerdi.

Ancak, bir sorun daha vardı. Düşündürüyordu bu, etraftakileri ilk defa.

Etraftakiler? Yalnızlardı şu an. Sadece ikisi vardı aralarındaki müthiş bağla beraber. Bir

(43)

şeyi kaçırmış olmalılardı. Ya da unutmuşlardı. Neyi mi? Tabii ki biraz önce yukarıda anlatılan, boş kâğıdı doldurmaya yetecek; ancak yalanı gerçek yapmaya yetmeyecek asılsız sözleri. Gülmek sadece bir aldatmaca, sadece birkaç sözle yapılmış bir eylem değildir çünkü. Gülmek, duygu yüklü kırmızılıkla bu kahverengi gözlerin birbirini kabullenmeleridir hayatın iyi olduğuna dair.

Bu yazıyı görebilmiş olmaları mı? İşte, o ise bu gerçek sanılan yazının son ama en acıklı yalanıydı…

(44)

Mert ÖZGEN 12 M-A

(45)

Ece ERDEMGĠL 9-B

DĠVAN EDEBĠYATINDA “AġK” ANLAYIġI

Dünya dönmeye başladığından bu yana aşk, varolagelen en yoğun duygudur. En eski dönemlerden itibaren sözlü ve yazılı edebiyatın en çok işlediği konu aşktır.

Aşk her tür edebi eserde işlenmiştir. Özellikle şiirlerde en etkili ve en duygusal biçimiyle karşımıza çıkar. Aşk, Divan edebiyatının vazgeçilmez konusudur. Divan edebiyatında aşk, ıstırap ve acı doludur.

Divan edebiyatında aşk, ilacı bulunmayan bir derttir; fakat Divan şairleri bu derde sahip oldukları için mutludurlar. 16.yy şairi Fuzuli‟nin “Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib/ Kılma derman kim helakim zehri dermanındadır.” beyiti bu durum için

verilebilecek en güzel örneklerdendir. Görüldüğü gibi, şair, içerisinde bulunduğu aşk derdinden şikâyetçi değildir; tam tersine aşk derdiyle yaşadığı için mutludur.

Divan edebiyatında aşk, uğruna her şeyin feda edilebileceği bir değer olarak

görülmektedir. “Cânı cânân dilemiş vermemek olmaz ey dil!” dizesinde Fuzuli, “Ey gönül! Sevgili canını istemiş, vermemek olmaz.” diyerek aşkın her şeyden güçlü bir duygu olduğunu dile getirmiştir. Burada şair, sevgili (aşk) için ölümü dahi göze alır ki aşka ve aşkın yüceliğine o kadar çok inanmaktadır. Ayrıca, yine Fuzuli‟nin “Leyla ile Mecnun” adlı mesnevisinde yer alan “Cânı cânâna vermektir kemâli âşıkın/ Vermeyen cân itiraf etmek gerek noksanına.” beyiti de buna örnektir. Şair, bu beyitte, sevgili uğruna can verilerek aşkın tamamlandığını, bunu yapmayanların eksiklerini kabullenmeleri gerektiğini vurgular. Bu örneklerde de görüldüğü gibi Divan edebiyatında ve Fuzuli‟nin gazellerinde, aşk uğruna her şey göze alınır, bu uğurda yapılamayacak şey yoktur.

Divan edebiyatı eserlerinde aşklar platonik, sevgili vefasız ve zalimdir. Âşık olan kişi ise her zaman bahtsızdır. “Beni candan usandırdı, cefâdan yâr usanmaz mı/ Felekler yandı ahımdan, murâdım şem‟i yanmaz mı?” beyitinde Fuzuli, sevdiğinin onu canından

(46)

usandırdığını, derdiyle göklerin yandığını; fakat dilek mumunun yanmadığını

vurgulamaktadır. Bu alıntıda da görüldüğü gibi şair, sevgilinin eziyetlerinden ve kötü davranışlarından şikâyetçidir. Sevgili, bu durumda vefasız ve zalim; seven ise bahtsızdır.

Bir başka Divan şairi olan Hayali, bir gazelinden alınan, “Cefâya öykünüben cevre can verir şimdi/ Vefâ vü mihr ile mu‟tad gördüğün gönlüm.” beyitinde “Vefa ve sevgiye alışmış gönlüm, şimdi sıkıntı çekmeye öykünerek (taklit ederek) eziyet ve sıkıntı sözcüklerini anlamlı kılar, onlara can verir.” diyerek sevgilisinin zalimliğini dile getirmektedir. Bu alıntıdan da anlaşılacağı üzere, sevgili kendisini sevene sürekli acı çektirir, zalimliğini her fırsatta göstermeye çalışır.

Divan edebiyatının bir başka önemli nazım biçimlerinden olan kasidelerde de aşk, farklı şekillerde algılanıp şiirlere konu olur. Kasidelerde daha çok, şairin, bir devlet büyüğüne ya da kendisine duyduğu hayranlık, aşk boyutunda işlenir. Şairin kendisine duyduğu aşktan bahsederken akla gelen ilk isim 17.yy Divan şairi Nef‟i‟dir. “Sözde nazir olmaz bana ger olsa âlem bir yana/ Pür-tumturak u hoş-eda ne Hâfız‟ım ne muhteşem.”

beyitinde şair, “Bütün dünya bir yana olsa, sözü benim sözümü tutacak bir şair çıkamaz/

Ben ne Hâfız‟ım (döneminin en ünlü İranlı şairi) ne muhteşem şiirlerim hoş edalı ve gösterişlidir.” diyerek kendisini övmüştür ve yolla kendisine duyduğu abartılı aşkı anlatmıştır.

Sonuç olarak, Divan edebiyatında aşk, sevilenin (âşık olunanın) zalimliği ve acı çektirme isteği; seveninse (âşığın) bahtsızlığı ve acı çekmesi üzerine kurulmuştur. Bütün bunlar, sevenin sevdiğine kavuşmasına engeldir ve bu kavuşamama durumu, aşkı daha da yüceltmiştir.

Kaynakça:

Mahir Ünlü, Ömer Özcan. Edebiyat 1. İstanbul: İnkılap Kitap Evi, 2001.

Sınıf içi çalışma kâğıtları.

www.osmanlimedeniyeti.com/Edebiyat/

Referanslar

Benzer Belgeler

First, several significant variables that affect the response strategy of the organization are listed as follows: In general hospital 51-100 ward and 101-200ward,OPD service

[r]

Celal Nuri, her şeyden önce, Türkçenin istikbaldeki oluşumu için bir orta yol takip edilmesi gerektiğini ve dilin gelişiminin kendi iç bünyesinden kaynaklanmasının

“Çocuk gerçekliği” aynı yaş grubu çocuklar için tek bir model çevresin- de sınırlandırılamayacağı gibi, toplumdan topluma da değişebilir (Şirin, 2012: 63),

Bu sırada, sar- sıntının etkisiyle edebiyat ile felsefe arasında ortaya çıkan yeni “ara alan”da neler olduğu ve tabii buna bağlı olarak bizim güncelimizin, imkânları

18TA 'DEKİ OS - MANU-RUS SAVAŞINDA RU SLARIN DESTEKLEDİĞİ E R - MENİLER DOĞU ANADOLU'DA BİR DEVLET KURMA İSTE­ ĞİNE KAPILMIŞLAR, TERSİNE GELİŞMELER KARŞISINDA. DA

Muradoğlu ve Balta (2007), 2001-2003 yılları arasında Hakkari yöresinde tamamı tohumdan yetiĢtirilen ceviz populasyonunda ümitvar genotiplerin belirlenmesi amacıyla

l Yüksek basınç kuşağının kuzeye kayması sonucu ülkemizde egemen olabilecek tropikal iklime benzer bir kuru hava daha s ık, uzun süreli kuraklıklara neden olacaktır.. l