• Sonuç bulunamadı

KIRMIZI PAZARTESİ’DE ĠMGE VE SĠMGELERĠN KAHRAMANLARIN KARAKTER ÖZELLĠKLERĠNĠ YANSITMADAKĠ ROLÜ

Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez‟in Kırmızı Pazartesi adlı eserinin özgün adı “Cronica de una muerta anunciada”, yani “anons edilmiş bir cinayetin kronolojisi”dir. Adından da anlaşıldığı gibi eser, duyurulmuş, gerçekleşeceği önceden bilinen bir cinayeti konu alır ve her ne kadar geriye dönüş teknikleri kullanılmış olsa da, olay kronolojik bir sıraya göre gelişir. Eserdeki söz konusu cinayet bir namus cinayetidir. Anlatılan toplumda devlet otoritesinin zayıf olması, halkın geleneklerine ve törelerine bağlı yaşamasına neden olur; bu da beraberinde namus cinayeti, azınlıklara ayrımcılık yapılması, yoksulların zenginlere önyargılı yaklaşması gibi farklı toplumsal sorunları doğurur. Marquez, bu tezini okuyucuya iletirken okuyucuyu düşündürecek ve ona kahramanların karakter özellikleri hakkında yorum yapacak ortamı sağlayan imge ve simgeleri kullanmaktadır. Özellikle ilk iki bölümde bu sanatlara sık sık başvurarak hem anlatımı zenginleştirmekte, hem de eserdeki kahramanların karakterlerini yaratmaktadır.

Kırmızı Pazartesi, baş kahraman Santiago Nasar‟ın düşüyle başlar. Düşünde gördükleri, anlatıcının eserdeki olayı aktarmak için kullandığı simgelerdir. Ayrıca, anlatıcı, simgelerle durumu anlatırken, imgeleri de kullanarak daha derin, daha etkileyici bir durum ortaya koymaktadır. Girişte yer alan

“düşünde kendini incecikten bir yağmurun yağdığı dev incir ağaçlarının oluşturduğu bir ormanın içinden geçerken görmüş, bir an için mutlu olmuş, uyandığında üstünün başının kuş pisliğinden görünmez olduğu duygusuna kapılmıştı.” (Marquez, 9)

ifadesindeki “incecikten bir yağmur” sözü dokunma duyusuna hitap eden bir imgedir.

İnce ince yağan yağmur insanı huzursuz eder, böylece okuyucu kötü bir olayın gerçekleşeceği mesajını alır. Bu imge sayesinde Santiago Nasar‟ın başına bir şey

geleceği sezdirilir. Ayrıca Santiago Nasar, öldürüldüğü sırada da incecikten bir yağmur yağacaktır. Rüyadaki “dev incir ağaçları” kasabadaki ortamın simgesidir. İncir ağaçları çok büyük kökler salar ve felaketlere sebep olabilir. Yerlerinden hiçbir şekilde oynamaz ve değişmezler, zorluk çıkarırlar. Aynı şekilde kasabadaki ortam da felaketlere sebep olmaktadır. Ortamın değişmezliği, toplumdaki şartların zorluğu nedeniyle anlatıcı bu simgeyi kullanmaktadır. Bu simge sayesinde okuyucunun aklında kasaba ortamı kolaylıkla canlanabilmektedir. İfadedeki bir diğer simge de “kuş pisliği”dir. Kuş pisliği şansı sembolize eder. Ancak Santiago Nasar şans olarak yorumladığı bu düşten hemen sonra öldürüldüğü için “kuş pisliği” simgesi aynı zamanda ironiktir. Bu sayede Santiago Nasar‟ın masum düşünceleri olan bir kahraman olduğu vurgulanmakta ve okuyucunun ona acıması sağlanmaktadır. Giriş bölümündeki bir diğer rüya ise

“bir hafta önce de düşünde kendini badem ağaçlarının arasından uçan ve dalların hiçbirine çarpmadan geçip giden yaldızlı kâğıttan yapılmış bir uçakta gördü.” (Marquez,9)

ifadelerinde anlatılmaktadır. Bu ifadelerdeki “badem ağaçları” eserin geçtiği kasabanın halkını simgelemektedir. Kasabalılar, badem ağaçları gibi bir arada bulunmaktadırlar.

Santiago Nasar düşünde uçmakta ve dalların hiçbirine çarpmamaktadır. Bu durum Santiago Nasar‟ın yalnız olduğunu, toplum tarafından dışlandığını ve insanlarla iletişim halinde olmadığını göstermektedir. İnsanlarla iletişimi olmadığı için de öldürüleceğinden haberdar edilmemiştir. Böylece, okuyucu, kasabalı hakkında fikir sahibi olmakta, Santiago Nasar‟a karşı önyargılı olduklarını ve onun acımasızca öldürülmesine göz yumacak olduğunu anlamaktadır. Düşteki uçak Santiago Nasar‟ı simgelemektedir; bu uçak yüksekten uçmaktadır ve sonsuzluğa, yani ölüme doğru gitmektedir. Uçağın kâğıttan yapılmış olması da bir imgedir ve Santiago‟nun hassas karakterini anlatmak için kullanılmaktadır. Kâğıdın yaldızlı olması ise Santiago‟nun varlığının, servetinin simgesidir, aynı zamanda zenginliğinden dolayı kasabada dikkat çektiğini anlatmaktadır.

Bu ifadeler sonucu okuyucu Santiago‟nun zengin olduğu için öldürüldüğü, kasabalının onu çekemediği sonucunu çıkarmaktadır. Eserin giriş bölümündeki yoğun imge ve simge kullanımı hem Santiago Nasar‟ın karakterini hem de kasabadaki ortamı okuyucuya tanıtmaktadır. Ayrıca eserin tezindeki “yoksulların zenginlere önyargılı yaklaşması”

görüşünü desteklemektedir.

Anlatıcı, eserin ikinci bölümünde de imge ve simge kullanımına devam etmektedir.

Böylece eserdeki diğer kahramanların karakter özelliklerini de okuyucuya aktarmaktadır.

Bölümün sonundaki

“adını söylemekte kısa bir süre kararsız kalmıştı. Belleğinin karanlıklarında onu aramış, bu dünyada olduğu gibi, öteki dünyada da insanın birbirine karıştırabileceği adlar arasında, ilk bakışta onu buluvermiş, bir avcı ustalığıyla, alın yazgısı yaratılış gününde belirlenmiş bir kelebek gibi onu duvara çivileyivermişti.”

(Marquez,48)

ifadelerinde Santiago Nasar‟ın öldürülmesine neden olan Angela Vicario‟nun bu kararı nasıl verdiği anlatılmaktadır. “Belleğinin karanlıklarında” sözlerinden anlaşıldığı gibi Angela Vicario‟nun hafızasına güvenilmemesi gerekmektedir. Bu sözler, görme duyusuna hitap eden birer imgedir. Karanlık ortamlarda bir şey görülmez, bu nedenle ortamda ne olduğundan emin olunmaz. Aynı şekilde, karanlık belleğe sahip olan Angela Vicario‟nun sözlerinin doğruluğundan da emin olunamamaktadır. Böylece, okuyucu Angela‟nın sevdiği adamın hayatını kurtarmak için başka birinin hayatının sonunu getirmeye neden olabilecek kadar kötü karakterli bir kahraman olduğunu ve Santiago‟nun masum olduğunu anlamaktadır. Aynı ifadede yer alan “kelebek”, kısa ömürlülüğü bakımından Santiago Nasar‟ın simgesidir. Ayrıca kelebek hassas, duyarlı bir varlık olduğu için Santiago‟nun bu yönleri bir kez daha vurgulanmaktadır. Kelebek, duvara çivilenerek, yani vahşice ve acımasızca öldürülmektedir. Aynı şekilde Santiago da Vicario kardeşler tarafından vahşice ve acımasızca ölüme mahkûm edilmektedir. Bu sözler sayesinde okuyucu Vicario kardeşlerin zalim ruhlu kahramanlar oldukları sonucunu çıkarmakta ve masum olduğu halde kurban giden Santiago‟ya acımaktadır. Bu bölümdeki imge ve simgeler önemli karakterler olan Vicario kardeşler ve Angela Vicario‟nun karakterlerini anlatmakta kullanılırken, Santiago Nasar‟ın karakteri de güçlendirilmektedir. Ayrıca eserde “namus cinayeti” sorununun nedenini oluşturan törelere ve geleneklere bağlı yaşam eleştirilmektedir.

Kırmızı Pazartesi adlı eserde anlatıcı; kahramanlar, olaylar ve ortamı anlatmak için imge ve simgeler kullanmakta ve bunlar tezi güçlendirmektedir. Otoritesiz ve fakir bir toplumda yaşayan kasaba halkı kendi otoritesini sağlamak için gelenek ve törelerine sarılmakta, azınlıkları dışlamakta, zenginleri sevmemekte ve törelerine bağlı kalmak için cinayet dahil her şeyi yapmaktadır. Kasabalının bu kötü durumu ekonomik ve siyasal nedenlerden kaynaklanmaktadır. Ekonomi, kötü durumda olduğu için devlet, otorite kuramamakta; bu da toplumda otorite boşluğundan ve töre baskısından doğan sorunlara yol açmaktadır. Geçmişte bu tip toplumlara verilebilecek çok örnek olduğu gibi, günümüzde de geri kalmış, ekonomisi standartların altında kalmış, kötü durumda olan bölgelerde aynı sorunlarla karşılaşılmaktadır. Örneğin, Türkiye‟nin Doğu Anadolu Bölgesi coğrafi koşullarından ötürü diğer coğrafi bölgelere göre geri kalmıştır. Sanayisi ve ekonomisi gelişememiş, ayrıca halkın büyük çoğunluğu, standart eğitim seviyesine ulaşamayarak cahil kalmıştır. Bu nedenle bu bölgede hâlâ töre cinayetleri işlenmekte, devlet bunu engelleyememektedir. Eğitim kalitesi arttırılmadığı ve ekonomi iyileştirilmediği sürece bu sorunlar gelecekte de devam edecek ve onlarca Santiago Nasar daha öldürülecektir.

Özge KILCI, 6-E

Gözde ÇERÇĠOĞLU 2001 mezunu

BĠRĠKĠR, BĠRĠKĠR,...

Birikir, birikir, birikir. Bir iki kir, kir birik ir…birikir. Bu işler böyle ilerliyor demek. Yazmak zamanı geldikçe birikiyor mevsimler, sıralanıyor bir yatağın başucunda.

Puantiyeli örtü serdim şimdi. Bir duvarım kırmızı, bir duvarım beyaz. Masumiyetle tutkunun arasında gidip geliyorum sözüm ona. Elim şakağımda, uzaklara bakmadan evvel çok söz dizilmiş hücrelerime, akyuvarlar müdahale edemez hale gelmiş ki ben yazıyorum yine.

Kader denen şeye inansanız da inanmasanız da bir noktada her şeyi kendinizin belirlemediği gelip çıkar karşınıza. O vakit, akıllı biri sanıp da kendinizi rasyonel kafanızın modern taraflarında bir yerlerde bir baskı, şiddetle saçınızı okşarken siz, tutkulu dişlerinizi mantıkla sıkıyor olup zevkle açarsınız. Sonra, mantıklı dişler sancır. Çekilen 20 yaş dişlerinin verdiği boşlukta 22 yıl birikir; ekşi bir tat gibi başlar, yaka yaka yemek borunuzdan geçer midenize doğru salına salına iner. Sanki orada bir yerlere takılır. İşte orada, tam da orada, rasyonelliğin çok ötesinde ve çok berisinde bir şey sancır. Buna inanç diyenler de vardır, sezgi de, aşk da…Ki bu üç altın kardeş -üçü de tek yumurtadan nasıl olup da kabuğu kırmadan çıktıysa!-insanoğlunu cezbeder. Vücudunun orta yerindeki sancıya bir anlam veremeyen insanoğlu, yumurtanın kabuğuna vura vura, ya felsefe yapar ya sanat, ya da dua eder. İşte, bu altın kardeşlerin fark edildiği noktalar, dönüm noktaları olarak da adlandırılabilir hayatta. Oysa ne dönen vardır, ne de dönülen bir yol, olsa olsa insan kendi içine döner. Tüm işkilli suskunluklarına bir mana bulmaya çalışır.

Öyle bir noktaya değer ki zihin. Oraya ne dil, ne yüz, ne de göz varır. Kimileri

“anlatamıyorum” der, kimileri susar, psikoloji bilimi bunu “içe kapanıklık” olarak niteleyebilir, kimileriyse “nazar değdi garibana” der. Benim durumumu böyle bir hadise içinde, akıl hocaları gibi, insanları ve zihinleri geldiği noktada sınıflandırmanın dışında sonu gelmez çaresizlikleri anlamlandırma safhalarında tıkanıp kalmakla ilişkilendirilebilir. Bahsettiğimiz sancılı vaziyetlerden biri muhakkak ki kafası meşgul

insanın takıntılarıdır; ama hangi insanın kafası meşgul değil ki? Orası da ayrı bir muamma. Her neyse, gelelim biz meseleye. Sözüm ona, mezuniyet sevinci, Birleşik Devletli yaşıtlarımızın kocaman gülümsemelerindeki parıltılı beyaz dişlerinden çok daha farklı bir biçimde yaşanır ülkemizde. “Prom night”ların iştahı ve dedikodusu bol gecelerini yaşayanlar olsa da bunlar da geride kalır. Öyle gecelerde de herkes zevkten mi içer orası da ayrı bir tartışma konusudur, onu bir başka yazıda ele alalım. Unutmamamız gereken bir diğer nokta da üniversite denen ve “diplomalı işsiz” kavramını yaratan kurumlardan mezun olanların yaşayacağı birtakım fasıllardan bahsettiğimizdir.

Gelelim hayatın dönüm noktaları meselesine. Öyle bir an gelir ki, kollarımız ve bacaklarımız başkasının elindeymiş gibi gelir. Ömer Hayyam‟ın şu dizeleriyle de hissedilen, dile getirilebilir “biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz/ kuklacı felek usta, kuklalar da biz/ oyuna çıkıyoruz birer, ikişer/ bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz.” Yarı Batılı kafamızın da bocaladığı nokta işte tam da burasıdır. Akıl önderliğinde verdiğimiz yahut vereceğimiz kararların kaderi tetikliyor olma olasılığı. Mezun olma, kendimizde

“yeni bir donanım bulundu” sinyalleri alıyor olmamıza karşın, hep o karar, hep o hayat memat meseleleri işin içine karışır. Hele ki başta bahsettiğimiz altın kardeşlerden biri de işin içindeyse. O hangi mevzudur bilen bilir. Bu noktada devreye şu sözcükler girer:

hayırlısı, kısmet, inşallah, “her şerde bir hayır vardır”, “yahu vardır bir hikmeti!”, “dur bakalım!”… Eylemsizlik… “Mi acaba?”.

Böyle bir durumda insan belli şeylerden hayır bekler. İnançlı kimseler “Yahu Allah‟ım, göster neyse de feleğimiz görelim” cinsinden yakınmalarla dua ederken ne olduğu belli olmayan ortada sayıklayanlardan diğer türlü çözümler beklersiniz. “Eveeet, şimdi önümüzdeki alternatifleri görelim, iki durum değerlendirmesi yapalım, üç karar verelim” Bunlar, zaman zaman iyi bakan teyzelerden kahve falı istemi, tarot falı açtırma, hatırı sayılır büyüklerden rüya bekleme gibi açılımlara da bizi yönlendirebilir; fakat hepsinin arkasında da aynı zihin, sabahı gelmez gecelerde çalışır da durur. Sonra ne mi olur? Dakikası geldiğinde zihin sanki hep bu karara varmak için çabalamışçasına, o uykusuz gecelere kendisini sevk etmiş yollardan biri değilmiş gibi, bir yolu kendi yolu beller. Sonra mı ne olur? Yine muamma... Ha bir de soru kalır bu faaliyetten geriye “geri dönüşüm kutularımızın”, “geri yükle” komutuyla can bulan hücrelerinde. “Yaa…?”. Öyle işte…

Ege Simge TOMAÇ Bu gün diye söylediğime dün demeye başladım..

Dün benim için geçti artık