• Sonuç bulunamadı

Kim bilebilirdi ki, aslında görülen, hayatlarında yer alan gerçeğin, gerçekte gerçek değil koskoca bir yalan olduğunu. Hiç mi kimse fark etmemişti bunca zaman. Hiç mi kimse düşünememişti bile bir yalanın, onları anlayamayanlar tarafından koskoca beyaz bir örtüye bürünmüş yalan olabileceğini…Hiç mi kimse görememişti, hissedememişti. Tek bir gerçek olduğunu sanıyorlardı. Sadece buna odaklanmışlardı. Odaklanacak başka bir şey olduğunu bilmemek bu hale getirmişti bekli de onları. Kafa yormak, birkaç saniye düşünüp kendilerini onların yerine koymaya çalışmıyorlardı. Onlar gibi göremiyordu kimse hayatı anlaşılan. Ne hissedebiliyor, ne de hissettiklerini hissettirmeye çabalıyordu.

Onlar mı kimdi? Onlar gerçeğin ta kendisiydi. Hep doğruyu söyler, doğruyu anlatmaya ve gerçek olduğunu bilmemizi sağlamaya çalışırlardı. Fakat yanlış bir şeyler vardı. Kimse onları görmüyor ya da görmezlikten geliyor, nedeni ise bilinmiyordu.

Sadece durumu anlayabilen ikisiydi zaten. Birbirlerini anlayabiliyorlardı yalnızca. Hiç ağlamadığı sanılan bu ikisi hep beraber ağlar, birbirlerini anladıklarını böyle anlatmaya çabalarlardı. Yalnızca gülebilmek mi? Onların ağlamasının nedenlerinden biri de belki insanların nasıl bu kadar saf olabileceğini düşünebilmeleriydi. Beraber gözlemliyor, beraber sinirleniyor, beraber kin besliyor, beraber hareket ediyor, beraber sezinliyorlardı.

Beraber gülmek? Yine gülüyorlardı bu kelimeyi söylerken. Onlar için bu kelimenin yabancı olmasıysa, insanların onlarla “gülmek” kelimesini bu kadar çok beraber kullanması sonucu, ondan daha da uzaklaşmalarındandı. O kadar yabancıydı ki artık gülmek istemiyor hatta kristal tanelerine daha da hasret kalıyorlardı. Herkes için olduğu gibi onlar için de ölesiye önemliydi bu tanecikler. Sadece kendilerine değil, birbirleriyle olan bağa da güç veriyordu bu kristaller.

Öyle bir bağdı ki bu; ölümüne koparılamayacak gibi, sımsıkı. Asla birbirlerini bırakmayacaklarını ve hissetmeyi kesmeyeceklerini biliyorlardı beraber. Onlar beraber bir bütün, ayrı ayrı yalnızca kör bir adam misaliydiler.

Acıyorlardı. İnsanlar değildi bu çoğul konuşmaya neden olan. Birbirlerine acıyorlardı. Anlaşılmamak onların hayat acısı, hissettirememek onların mezarı olmuştu.

Beraber siyaha boyayacaklardı bu koskoca yalan ama gerçek hayatlarını, yanlarında götürecekleri koskoca duygu dünyalarıyla.

Kim miydi bu “onlar”? Herkes gibi kendileri de çok merak etmişti bu yazı yazılırken…Kim diye bakıyorlardı karalama kâğıdına. Sonunda o umutsuz “onlar”

kelimesinin bendeki gerçek eşini işte tam buraya yazdım. “Gözlerim!”. Bu kadar gerçek olmalarına rağmen bu kadar yalan olduklarını kabullenemediler bir türlü…Bunu sadece birkaç damla gözyaşıyla içimdeki duygu kütlesi, kalbim anlayabildi. Ama dışarıdakiler, kendilerinden dışarıda, benden dışarıdakiler hâlâ anlayamıyordu. Sadece onlara bakarak beraber güldüklerini görmek istiyorlardı. Gözlerim mi? Onlar ise artık daha da donuktular. Sadece boş bir sayfanın nasıl dolacağını düşünerek boş boş bakıyorlardı.

Birkaç kristal taneciği daha sonrasında hayata kahretmekten artık kahrettiklerini hissettirmeye başladı. İlk defa anlaşılabiliyorlardı. Gerçeği görebiliyorlardı bu kahverengi kalemle çünkü. Evet, belki kırmızıydı bu kalem ama ne fark eder, onları anlayan yoktu nasılsa. Bunu da fark eden olmazdı.

Bu kadar umutsuz, üzgün, çaresiz, donuk ve bitkindiler ağlamaktan, işte. Kendi gördüklerini görenlerin kendilerini anlayabileceğini umarak bakıyorlardı kahverengi yazıya…

Yavaşça, açık açık hayal kurmaya başladılar…Hayal mi dendi? Gözyaşı dökmeleri bir kez daha bunun söylenmemesini istediklerinin göstergesiydi sanırım.

Gerçek olduğunu sandıkları ancak şu anda yalan olmuş gerçekleri düşünüyordu onlar.

Tek dostları olan kalbin, onlara attığı kazığa nasıl böyle kanabildiklerini düşünüyorlardı.

Hikâye şöyleydi…

Bir selvi boylu vardı Türk filmlerindekinden. Tek farkı esmerliği kırıp sarışın, yeni modaya uymuş uçuşan saçlarının olmasıydı sanırım. Onlar öyle söyledi. Buraya kadar her şey güzeldi; ancak onun yeşil gözlerinin kahverengi olanları gördüğünde doğadan bir parça sanıp aldırış etmemesi onlara çok acı veriyordu. Eskiden yaşanan şeylerden dolayıydı belki bu aldırmama. Belki gerçekten kaybediyordu kendini yeşiller arasında. Belki de artık kahve “rengini” silmişti hayatından tamamen. Bunun cevabını da sadece onlar biliyor, fakat anlatacak gücü bulamıyorlardı. Tıpkı kahverengi gözlerin onlardan gelen elektrik değil en ufak kıvılcımı dahi hissedememeleri gibiydi bu. Hiçbir umut ışığı yoktu ufukta. Ne yeşiller arasında ne de kahverengide. Sadece bazı sinyaller

geliyordu bir yerlerden, yolunu kaybetmiş, içindekilerin umutsuzluğa kapılmış olduğu ihtişamlı ancak hayali bir gemiden gelen sinyaller gibi. Denizle bütünlük kurmuş, o olmadan ayakta duramıyor, o olmadan yaşayamıyordu. Yardıma muhtaç; bulunmak, keşfedilmek ve kurtarılmak isteyen gemi misali oradan oraya savruluyorlardı tuzu bol dalgalar arasında.

Soluksuz kalıyorlardı onu görünce. İşte böyle karamsar oluyorlardı hissedecek bir şey bulamadıklarında. Hissetmedi, zor havayla dahi bu kadar içli dışlı olabiliyorlarken onunla hiçbir şekilde bağ kuramamaları onları mahvediyordu. Hayatı anladıklarını savunurken bir anda çıkmaz yola düşmüş gibiydiler. Büyük bir karanlık ve önlerinde, gittiği yolu dahi görmeden yürümeye çabalayan kahverengilikler.

Bundan ibaretti hikâyeleri. Daha pek çoğu vardı kendilerine sakladıkları elbette ancak bunlar en çok dokunanıydı içlerine. Aşkın tüy gibi hafif hissettireceğine kalp tarafından inandırılmış, onu gördüklerinde âşık olduklarını sanmış; ancak kendilerini diğerleri gibi pespembe bir hayalden alınıp berrak buz mavinin olduğu bir dünyaya fırlatılmış ve hapsedilmiş gibi hissediyorlardı. Daha kötüsü olamaz, diyorlardı. Ağlıyor, ağlıyor ve kahrederek ağlamaya devam ediyorlardı. Sonu gelmez bir saydamlığın içinde gibiydiler. Oldukları yerden sessiz çığlıklar atıyor, hiçbir şey yapmadan kendilerini yerden yere vuruyor, fark edilmeyeceklerini bile bile anlatmaya çalışıyorlardı olanları.

Bir fanusun içinde hapsedilmiş ve ölmeye terk edilmişlerdi sanki. Nafileydi bu haykırış, bu kahretme, bu pişmanlık…Nafileydi…

Ne mavi anlayabildi onları, ne siyah, ne elâ, ne de hayatın göz rengi, hiç kimse.

Bu kadar mı kötü olacaktık, dediler ve bu alınan dersten sonra hep gülmeye karar verdiler. Artık hep güleceklerdi. Yağmurdan sonra güneşten hırs alarak açığa çıkan gökkuşağı gibi. Artık onlarda ne maviyi, ne siyahı ne de diğer kahveleri göreceklerdi.

Sadece hayattaki pembeleri görmeye çalışacaklardı; kırmızıları, beyazları ve diğer tüm canlı renkleri. En cırtlak olanlar onların hayat kaynağı olacaktı artık. Herkes onları eskiden anlayamadıkları yalan perde aralığından tekrar görecekti. Perde aralığı mı? Evet, eğer o perde sonuna kadar açılır, gözler kendi saflıklarını, içtenliklerini ve sevgilerini tekrar dışa vuramaya kalkarlarsa içlerindeki o cani kırmızılığa tekrar yem olabilirlerdi.

Ancak, bir sorun daha vardı. Düşündürüyordu bu, etraftakileri ilk defa.

Etraftakiler? Yalnızlardı şu an. Sadece ikisi vardı aralarındaki müthiş bağla beraber. Bir

şeyi kaçırmış olmalılardı. Ya da unutmuşlardı. Neyi mi? Tabii ki biraz önce yukarıda anlatılan, boş kâğıdı doldurmaya yetecek; ancak yalanı gerçek yapmaya yetmeyecek asılsız sözleri. Gülmek sadece bir aldatmaca, sadece birkaç sözle yapılmış bir eylem değildir çünkü. Gülmek, duygu yüklü kırmızılıkla bu kahverengi gözlerin birbirini kabullenmeleridir hayatın iyi olduğuna dair.

Bu yazıyı görebilmiş olmaları mı? İşte, o ise bu gerçek sanılan yazının son ama en acıklı yalanıydı…

Mert ÖZGEN 12 M-A

Ece ERDEMGĠL 9-B

DĠVAN EDEBĠYATINDA “AġK” ANLAYIġI

Dünya dönmeye başladığından bu yana aşk, varolagelen en yoğun duygudur. En eski dönemlerden itibaren sözlü ve yazılı edebiyatın en çok işlediği konu aşktır.

Aşk her tür edebi eserde işlenmiştir. Özellikle şiirlerde en etkili ve en duygusal biçimiyle karşımıza çıkar. Aşk, Divan edebiyatının vazgeçilmez konusudur. Divan edebiyatında aşk, ıstırap ve acı doludur.

Divan edebiyatında aşk, ilacı bulunmayan bir derttir; fakat Divan şairleri bu derde sahip oldukları için mutludurlar. 16.yy şairi Fuzuli‟nin “Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib/ Kılma derman kim helakim zehri dermanındadır.” beyiti bu durum için

verilebilecek en güzel örneklerdendir. Görüldüğü gibi, şair, içerisinde bulunduğu aşk derdinden şikâyetçi değildir; tam tersine aşk derdiyle yaşadığı için mutludur.

Divan edebiyatında aşk, uğruna her şeyin feda edilebileceği bir değer olarak

görülmektedir. “Cânı cânân dilemiş vermemek olmaz ey dil!” dizesinde Fuzuli, “Ey gönül! Sevgili canını istemiş, vermemek olmaz.” diyerek aşkın her şeyden güçlü bir duygu olduğunu dile getirmiştir. Burada şair, sevgili (aşk) için ölümü dahi göze alır ki aşka ve aşkın yüceliğine o kadar çok inanmaktadır. Ayrıca, yine Fuzuli‟nin “Leyla ile Mecnun” adlı mesnevisinde yer alan “Cânı cânâna vermektir kemâli âşıkın/ Vermeyen cân itiraf etmek gerek noksanına.” beyiti de buna örnektir. Şair, bu beyitte, sevgili uğruna can verilerek aşkın tamamlandığını, bunu yapmayanların eksiklerini kabullenmeleri gerektiğini vurgular. Bu örneklerde de görüldüğü gibi Divan edebiyatında ve Fuzuli‟nin gazellerinde, aşk uğruna her şey göze alınır, bu uğurda yapılamayacak şey yoktur.

Divan edebiyatı eserlerinde aşklar platonik, sevgili vefasız ve zalimdir. Âşık olan kişi ise her zaman bahtsızdır. “Beni candan usandırdı, cefâdan yâr usanmaz mı/ Felekler yandı ahımdan, murâdım şem‟i yanmaz mı?” beyitinde Fuzuli, sevdiğinin onu canından

usandırdığını, derdiyle göklerin yandığını; fakat dilek mumunun yanmadığını

vurgulamaktadır. Bu alıntıda da görüldüğü gibi şair, sevgilinin eziyetlerinden ve kötü davranışlarından şikâyetçidir. Sevgili, bu durumda vefasız ve zalim; seven ise bahtsızdır.

Bir başka Divan şairi olan Hayali, bir gazelinden alınan, “Cefâya öykünüben cevre can verir şimdi/ Vefâ vü mihr ile mu‟tad gördüğün gönlüm.” beyitinde “Vefa ve sevgiye alışmış gönlüm, şimdi sıkıntı çekmeye öykünerek (taklit ederek) eziyet ve sıkıntı sözcüklerini anlamlı kılar, onlara can verir.” diyerek sevgilisinin zalimliğini dile getirmektedir. Bu alıntıdan da anlaşılacağı üzere, sevgili kendisini sevene sürekli acı çektirir, zalimliğini her fırsatta göstermeye çalışır.

Divan edebiyatının bir başka önemli nazım biçimlerinden olan kasidelerde de aşk, farklı şekillerde algılanıp şiirlere konu olur. Kasidelerde daha çok, şairin, bir devlet büyüğüne ya da kendisine duyduğu hayranlık, aşk boyutunda işlenir. Şairin kendisine duyduğu aşktan bahsederken akla gelen ilk isim 17.yy Divan şairi Nef‟i‟dir. “Sözde nazir olmaz bana ger olsa âlem bir yana/ Pür-tumturak u hoş-eda ne Hâfız‟ım ne muhteşem.”

beyitinde şair, “Bütün dünya bir yana olsa, sözü benim sözümü tutacak bir şair çıkamaz/

Ben ne Hâfız‟ım (döneminin en ünlü İranlı şairi) ne muhteşem şiirlerim hoş edalı ve gösterişlidir.” diyerek kendisini övmüştür ve yolla kendisine duyduğu abartılı aşkı anlatmıştır.

Sonuç olarak, Divan edebiyatında aşk, sevilenin (âşık olunanın) zalimliği ve acı çektirme isteği; seveninse (âşığın) bahtsızlığı ve acı çekmesi üzerine kurulmuştur. Bütün bunlar, sevenin sevdiğine kavuşmasına engeldir ve bu kavuşamama durumu, aşkı daha da yüceltmiştir.

Kaynakça:

Mahir Ünlü, Ömer Özcan. Edebiyat 1. İstanbul: İnkılap Kitap Evi, 2001.

Sınıf içi çalışma kâğıtları.

www.osmanlimedeniyeti.com/Edebiyat/

Pırıl SEMĠZ