T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
ALMAN DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI
ALMAN DİLİ VE EDEBİYATI BİLİM DALI
TÜRK VE ALMAN BASININDA
TÜRKİYE-AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ
YÜKSEK LİSANS TEZİ
DANIŞMAN
DOÇ. DR. AYHAN SELÇUK
HAZIRLAYAN
ZEHRA ASLAN
0. GİRİŞ ... 1
I. BÖLÜM
1. AVRUPA BİRLİĞİ TARİHSEL GELİŞİMİ ... 6
1.1. AVRUPA BİRLİĞİNİN GENİŞLEMESİ ... 19
1.2. AVRUPA BİRLİĞİNİN KURUMLARI VE YAPISAL ÖZELLİKLERİ... 24
1.2.1. ASLİ YAPISAL KURUMLAR ... 27
1.2.2. İŞLEVSEL KURUMLAR ... 31
1.3. TÜRKİYE – AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ’NİN GELİŞİM SÜRECİ .... 34
1.3.1. TÜRKİYE – AB ORTAKLIK ORGANLARI ... 48
II. BÖLÜM
2. TÜRK VE ALMAN BASININDA TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİ ... 50
2.1. HABER SUNUMU VE BASININ ETKİ GÜCÜ ... 50
2.2. TÜRK BASININDA TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİ ... 55
2.2.1. HÜRRİYET GAZETESİ ... 55
2.2.2. CUMHURİYET GAZETESİ ... 79
2.2.3. SABAH GAZETESİ...112
2.2.4. YENİ ŞAFAK GAZETESİ...130
2.2.5. TÜRK BASINININ TÜRKİYE – AB İLİŞKİLERİYLE İLGİLİ KISA
BİR DEĞERLENDİRMESİ...152
2.3. ALMAN BASININDA TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİ ...153
2.3.1. SUEDDEUTSCHE ZEITUNG ...153
2.3.2. DIE ZEIT ...162
2.3.3. DER SPIEGEL...169
2.3.4. DIE WELT...187
2.3.5. ALMAN BASINININ TÜRKİYE – AB İLİŞKİLERİYLE İLGİLİ KISA
BİR DEĞERLENDİRMESİ...198
III. BÖLÜM
3. 3 EKİM 2005 ÇERÇEVESİNDE YAYINLANAN ORTAK HABERLER ...199
3.1. TÜRKİYE’NİN RUMLARI TANIMASININ MÜZAKERE SÜRECİNE
BIRAKILMASINI KONU EDİNEN HABERLER ...199
3.2. 3 EKİM ÖNCESİNDE YAŞANAN GERGİNLİK ÇERÇEVESİNDE TÜRK
HÜKÜMETİNİN TUTUMUNU AKRATAN HABERLER ...202
3.3. DIŞİŞLERİ BAKANLARININ 3 EKİM ÇIKMAZINDA UZUN SÜREN
GÖRÜŞMELERİNİ ELE ALAN HABERLER...203
3.4. TÜRKİYE’NİN 3 EKİM 2005 TARİHİNDE MÜZAKERELERE
BAŞLAMASINI ANLATAN HABERLER ...205
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME ...207
KAYNAKÇA ...213
0. GİRİŞ
Avrupa kıtasında bir birlik düşüncesinin kökenleri yüzlerce yıl öncesine gitmektedir.
Mitolojiye dayandırılan tarihsel kökler bir yana, bir tek Avrupa yaratma düşüncesi
zaman zaman yeni bir Roma arayışı olarak ortaya çıkar. Bunu Şarlman’dan Napolyon’a
ve nihayet Hitler’e kadar pek çok iktidar sahibi güç kullanarak, Duke de Sully ve Saint
Simon’dan Kant ve Victor Hugo’ya kadar pek çok edip ve düşünür de barışçıl proje ve
teklifler ortaya koyarak gerçekleştirmeye çalışmışlardır.
Ancak bir idealin ortaya konulması anlamında bugüne AB olarak gelen hareket, II.
Dünya Savaşı’nın o korkunç yıkımını bizatihi yaşamış neslin ve ortamın eseri olmuştur.
Avrupa ülkelerinin liderleri, barışın sürdürülebilmesinin tek yolunun, ülkelerinin
ekonomik ve siyasi yönlerden birleşmesi olduğu fikrine vardılar. I.Dünya Savaşı
sonrasında Avrupa’da bir “Birliğin” oluşturulmasına yönelik önemli fikirler üretilmiş
olmasına rağmen bunların olgunlaşıp benimsenmesi ancak II. Dünya Savaşı sonrasında
mümkün olmuştur. (Çalış: 2001; 24) 1950 yılında yayımlanan Schumann planı ile
zengin kömür ve çelik yatakları tesislerinin işletilmesi için Avrupa ülkelerinin üye
olacağı uluslar üstü bir örgüt kurulması amaçlanmıştır. Böylelikle AB’nin çekirdeğini
oluşturan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu 1951 yılında Paris’te Almanya, Fransa,
İtalya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg arasında Paris Antlaşmasıyla kurulmuştur.
(Erhan:2007; 809) Bu yeni bütünleşme düşüncesi, egemenlik haklarını parça parça en
üst topluluk organına devretmiş ve -Maastricht Antlaşması’ndan sonra da- hâlâ
devretmekte olan ortak devletlerin biçimsel eşitliği temelinde varlığını sürdürmektedir.
(Gümrükçü:2002; 83)
Cumhuriyeti kuranlar için “muasır medeniyet seviyesine erişme” nasıl bir idealse;
“muasır medeniyet”ten kasıt da Batılılaşmadır. Türkiye’nin 1800’lerden itibaren süren
Batılılaşma macerasının en önemli dönüm noktasını teşkil eden 1839 tarihli Tanzimat
Fermanı, bu sürecin sembolüdür adeta. (Temiztürk:2007; 95) Bu sürecin son halkasını
teşkil eden Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliği ve Türkiye Avrupa ilişkileri
yarım asırdır Türkiye’nin gündemini işgal eden en önemli ve en dinamik konu olmuştur.
Türkiye-AB ilişkileri bugüne kadar rasyonel, gerçekçi ve tutarlı bir zemine
oturtulamamış, bu nedenle gerek Türkiye’nin yaklaşımı gerekse AB’nin oyalayıcı ve
kuşkulu tutumunun bir sonucu olarak Türkiye’nin AB’ye üyelik süreci inişli-çıkışlı ve
gerilimli bir seyir izlemiştir. (Aykaç, Parlak:2002; 7)
Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin hukuki temeli, 12 Eylül 1963’de
imzalanan ve 1964 yılında yürürlüğe giren Ankara Antlaşmasına dayanmaktadır.
Ankara Antlaşması, taraflar arasında kişi, mal, hizmet ve sermayenin serbest dolaşımını
ve Türkiye’nin tam üye olarak katılmasını öngörmektedir. (Ülger:2003; 213)
Tanzimat’tan bu yana süregelen bu batılılaşma çabaları, 3 Ekim 2005 tarihinde Avrupa
Birliği tarafından Türkiye’ye adaylık statüsü verilmesi ile farklı bir dönemece girmiştir.
Türkiye 40 kusur yıldır Avrupa Birliği’ne dâhil olabilmek için çaba göstermektedir.
Türkiye’nin üyeliğine soğuk bakan AB’nin söz sahibi üyelerinden yükselen “imtiyazlı
ortaklık” önerilerine rağmen tam üyelik için ısrarlı davranan ve adaylık statüsüne erişen
Türkiye’nin yapması gereken daha “birçok ödev” göz önüne alındığında ise daha uzun
bir yolun var olduğu kaçınılmazdır.
Bu çalışma, uluslar üstü bir örgüt olan Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki ilişkilerin
dönüm noktası olan 3 Ekim 2005 tarihinin yazılı basında manşetlere yansıyan haberleri
mercek altına alarak söylem analizi ile incelemeyi amaçlamaktadır. Medya
kuruluşlarının kendilerine özgü yayın politikaları, düşünce yapıları, hitap ettiği belli
okuyucu kitleleri ve üslûpları göz önüne alındığında elbette Türkiye’nin Avrupa
Birliği’ne aday olması konusu da çok çeşitli şekillerde medyada (hem Türk hem de
dünya medyasında) yerini almıştır. Haberler, genellikle Türk ve Avrupalı liderlerin,
bürokratların olumlu, olumsuz görüşlerinden ve söylemlerinden oluşmakta, başlıklara
da belirgin olarak yansımaktadır.
Daha önce belirtildiği gibi çalışmada yöntem olarak söylem analizini tekniği
kullanılacaktır. Söylem çözümlemesinde temel amaç, anlamlandırma ya da
yorumlamadır. Haber metinleri içerik açısından birer söylemdir ve yer aldıkları
gazetenin egemen düşünceleri ve anlatışları doğrultusunda oluşur. Haberin dilinin
incelemeye alınması, kelime, cümle ve haberin bütünü üzerinde durulması
gerekmektedir. Metinler incelenirken konunun arka planı, olayın kurgulanış biçimi ya
da olayda yer alan kişiler açısından da önem derecesi değişmektedir.
Söylem çözümlemesi bilinen ama tam da açıklanmayan bir gerçeği öne çıkarmaktadır.
Medya iletileri özgün bir metin ve konuşma türüdür. Söylem çözümlemesinin yeni
disiplinler arası kuram ve yöntemleri, medya iletilerinin yapılarının daha sistematik ve
açık bir tanımı için uygun hale getirilebilir.
Basındaki haberlerin incelenmesi söylem çözümlemeci araştırmaların temel
görevlerinden biridir. Çözümlemenin özelliklerinden biri de metin ve konuşmayı
söylemin çeşitli düzey ya da boyutlarını açıklamak üzere geliştirilen kuramlar
aracılığıyla tanımlanmaktadır. Böylelikle her ne kadar klasik dilbilim ve göstergebilim
göstergelerin biçimi ve anlamı arasında genel bir ayrım yapsa da günümüz, metin ve
konuşmanın olağanüstü derecede karmaşık olduğunu kabul eder; bu nedenle de söylem
çözümlemesi fonetik, grafik, fonolojik, morfolojik, sentaktik, mikro ve makro semantik,
üslûp bilimi, üstyapısal, retorik, pragmatik, konuşmaya ait, etkileşimci ve diğer tüm
yapı ve stratejilerin ayrı ayrı, ama aynı zamanda da birbirleriyle ilişkilendirilmiş
incelemeleri gerektirir. (Dijk:2007;164–167)
Haber metinlerinin yalnızca yüzey yapılar düzeyindeki ilişkilerle kalmayıp, metin
başlıkları ve metin ilişkileri, anlatıdaki zamansal sıralamadan farklılıkları, özellikle
oluşturulmuş belirsizlikler ve dünya bilgisi çerçevesinde incelenmesi, bu metin türünün
kendine özgü dinamikleri nedeniyledir. Gazete okuyucusunun anlama ve yorumlama
süreçlerine olduğu kadar üretim/oluşum süreçlerine de farklı bir bakış açısı getiren van
Dijk’ın söylem ve eleştirel söylem çalışmaları, yazılı haber odaklı bir yöntemdir. Van
Dijk, köklerini Felsefe, Toplum Bilim ve Edebi kuramlarda bulan söylem
çözümlemesini, dili sosyal ve bilişsel bağlam içinde inceleyen her tür araştırma için
kullanılabilecek genel bir etiket olarak düşünmektedir. Sözü edilen bilişsel boyut ancak
Chomsky’nin 1950 ve 1960’larda dil edinimindeki çalışmalarından sonra kazanılmıştır.
Çözümlemelerin oldukça karmaşık olması farklı yaklaşımların geliştirilmesini zorunlu
kılmıştır. Metinlerin içerik, anlatı, tartışma, göstergebilim ve biçembilim açısından
incelenmesi, her bir yaklaşımın farklı bakış açısı gerektirmesi nedeniyle farklı bulgular
elde edilmesine neden olmaktadır. Çeşitli düzeylerde incelenen haber metni, sonuçta
kognitif ya da zihni bir şemalanmaya benzer bir özellikle değerlendirilmektedir. Van
Dijk’ın üst yapılar dediği haber şemaları, haber başlıklarının fonksiyonu olup, bunların
fonksiyonlarının ne olduğunu belirleyen şemalarca yapılanmaktadır. Üst şema denilen
bu tarzdan bir yapılanma, hikâye etmeye; olayı anlatma ve haber raporlarında oluşan
hiyerarşik bir şema izlemeye dayanmaktadır. Şema, ana başlık, üst başlık, ana olaylar,
bağlam, tarih, sözlü tepki ve yorumlardan oluşmaktadır. (Ülkü; 2004; 372)
Söylem çalışmalarında, metin dışında bilişsel bir boyut çerçevesinde değerlendirilen
söylem, politik düzey dışındaki kullanımıyla ideoloji ya da dünya görüşü ile
sarmalanmış durumdadır. Medya söylemini metne dayalı yorumsal ve bağlama dayalı
sosyal gelenek biçimindeki geleneksel yaklaşımların harmanlandığı analitik bir
çerçevede ele alan van Dijk, ideolojinin söylemde ifade edildiğini ve yeniden
üretildiğini ileri sürer. (Ülkü; 2004; 376)
Haber söylemi, öyküden farklı olarak zamansal bir sıralamaya değil, bağıntıya dayalı,
kategorisel, en önemlinin en üst bilgi olarak yer aldığı bir söylem türüdür. Öyküde
neden sonuç ilişkisi baskınken, haber söyleminde özel bilgi verme, genelleme, zıtlıklar,
açıklama, zamansal, nedensel ve koşulsal olan işlevsel bağlar yoğun olarak kullanım
bulmaktadır. İletişimin alt yapısı olan oluşturulmuş bilgi ve inançlar bütünü, önermeler
arasındaki ilişkilerin konu bütünlüğünü sağlamadaki rolüne önemli ölçüde katkıda
bulunurlar. Kalıplaşmış bilgiler ve senaryolar biçiminde zihinde temsil edilen bu
bilgiler, uzun süreli bellekte yer almakta ve gerektiğinde canlanıp kullanıcının bağıntı
süzgecinden geçerek aktif hale gelmektedir. (Ülkü; 2004; 377–378)
Dil, toplumsal ve sistematik bir olgu olarak, geniş toplumsal simgesel düzenin bir
parçasıdır. Ancak, dil ve ideolojik sistem birbiri ile etkileşen, birbirini oluşturan bir
döngü içinde bulunmaktadırlar. Bu nedenle, dil incelemelerinde toplumsal, toplum
incelemelerinde de dilsel öğelerin vazgeçilmez önemi vardır. İdeolojiler bütününden
oluşan simgesel düzen kendini dil yolu ile ifade etmekte, böylece dilin kullanımı ile
oluşan söylemin çözümlenmesi sonucu bu toplumsal simgesel düzenin ayrıntılarına
varılabilmektedir. Eleştirel Söylem Çözümlemesi olarak adlandırılan bu yöntemle bireyi
imgesel evreninden koparıp, simgesel düzeni benimsemeye koşullayan güç ilişkileri,
değerler, ideolojiler, kimlik tanımlamaları gibi çeşitli toplumsal olguların dilsel
kurgulamalar yoluyla yansıması belirlenebilmektedir. Bu söylem alanlarını "Van Dijk
Metodu" olarak adlandırılan bir metotla analiz etmektedir. Van Dijk’a göre, kitle
iletişim araçlarının ve mesajlarının rolünü anlamak için söylem stratejilerine ve
yapılarına bakmak gereklidir. Ona göre; iktidar, söylem içinde ve söylem tarafından
hem harekete geçirilip hem de yeniden üretildiğinden, iletişim - metin ve konuşma -
olmaksızın iktidarın toplum içinde uygulanması mümkün değildir. Söylem analizi, dil
gibi anlamsal eylemleri incelemek için bilimsel bir yöntemdir ve toplumsal sorunları ve
siyasal meseleleri araştırmada önemli bir yere sahiptir. (Mora; 2006; 328)
Söylem çözümlemesi bir “okuma”dır. Söylem çözümlemesi gerçeğe dayalı değil,
anlama dayalı bir sonucu amaçlamaktadır. Söylemin çözümleniş biçimi çok öznel
olabilir, çözümleyicinin yorumu olası yorumlardan yalnızca biridir. Benzer şekilde van
Dijk, eleştirel söylem çözümlemesinin aslında ‘bir pozisyon alma’ olmasından
kaynaklandığını vurgular. Söylem çözümlemesinin bu şekilde bir öznelliği içermesini
Gill bir sorun olarak değerlendirir ve çözümleme yapanın kendi metninin de söylem
çözümlemesine açık olduğuna, bunun da döngüsel bir süreç yarattığına dikkat çeker. Bu
nedenlerle söylem çözümlemesinin çözümleyenin kendi inançlarına uygun metinleri
seçerek yaptığı bir yorumlamadan ibaret olduğunu ileri süren Widdowson, söylem
çözümlemesine yöntem değil sadece bir yaklaşım denilmesi gerektiğini savunur. Öte
yandan söylem çözümlemesi materyalizmden de bir kopuşu öngörür. Söylem kavramı,
ister toplumbilimsel bağlamda, ister eleştirel söylem çözümlemesi bağlamında, özerk
bir zihinsel süreç olarak dilin bir işlevini ifade eder. Söylem çözümlemesinin eleştirel
olması, araştırmacıyı politik bir sorumluluğa da davet etmektedir. Ancak sorun politik
sorumluluğun hangi politik konumdaki sorumluluğu taşıyacağıdır. Söylem
çözümlemesi, ‘eleştirel’ söylem çözümlemesi olarak; bütüncüldür, mevcut durumu
sürdürmeye yarayan ideolojilerin gizlediğini açığa çıkarır, toplumun yalnızca nasıl
olduğunu değil nasıl olabileceği ve nasıl olması gerektiğini anlamamızı, dünyayı daha
iyiye doğru değiştirebilmeyi ve bu değişim baskıyı ortadan kaldırarak tüm insanların
özgürleşmesini sağlar. Eleştirel söylem çözümlemesinin eleştirelliğin ne tür bir politik
konuma denk düştüğü açık değildir. (Atabek:2007;152–155)
Başlangıçta belirtildiği üzere çalışmada ilk olarak farklı görüşleri savunan şu gazeteler
belirlenmiştir: Türk Basını ana akım gazetesi Hürriyet ve Sabah; sol fikir gazetesi
Cumhuriyet; sağ fikir gazetesi Yeni Şafak. Alman Basını sol fikir gazetesi Süddeutsche
Zeitung ve dergisi Der Spiegel; muhafazakâr sağ fikir gazetesi Die Welt; liberal eğilimli
Die Zeit. Bu gazetelerde Türkiye’nin AB ile müzakerelere başlamasını konu alan haber
metinleri taranacaktır. Yapılan tarama sonucu hem Avrupa Birliği hem de Türkiye
açışından oldukça önemli olan 3 Ekim 2005 tarihinin gündem olarak hangi gazetede
nasıl yansıtıldığı analiz edilmeye çalışılacaktır.
Çalışmanın birinci bölümünde Avrupa Birliğinin ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin
tarihsel süreçleri ele alınacak, ikinci bölümde haberlerin gündem belirleme yöntemi
hakkında bilgi verildikten sonra üçüncü bölümde taranan haber metinlerinin söylem
çözümlerine yer verilecek, dördüncü bölümde ise farklı gazetelerde 3 Ekim
çerçevesinde ortak konuyu ele alan haberlerin incelenmesi yapılacaktır.
I. BÖLÜM
1. AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TARİHSEL GELİŞİMİ
Avrupa’da bütünleşme ve işbirliği fikri eski Roma İmparatorluğu dönemine kadar
uzanmaktadır. Roma İmparatorluğunun hüküm sürdüğü Avrupa’nın güneyi ve batısı,
Kuzey Afrika ile Ortadoğu’yu bir araya getiren topraklar kültürel bütünlüğe de büyük
katkıları olmuştur. Roma İmparatorluğunun çökmesinden sonra birçok ülkenin ortaya
çıkmasıyla yeni sorunlar doğurmuştur. Bu sorunlar birçok düşünür ve devlet adamını
çözüm yolları bulmaya itmiştir. (Dante, Pierre Dubois 1306, George Podiebrad 1462,
Duc de Sully 1638, William Penn 1693, John Beller 1710, Kardinal Alberoni 1736,
Jean-Jacques Rousseau 1756, Jeremy Bentham 1793, Immanuel Kant 1795, Napolyon
1814, Victor Hugo 1849, Konstantin Frantz 1879, Pierre Joseph Proudhon 1863,
Anatole Leroy-Beaulieu 1900) Avrupa’da bir bütünlüğün sağlanması yönünde çeşitli
yöntemler, fikirler ortaya atılmasına rağmen II. Dünya savaşı sonrasına kadar somut bir
başarı elde edilememiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında birçok insan hayatını
kaybetmiş, şehirler sanayi tesisleri, ulaşım araçları tahrip edilmişti. Savaş sonrasında yer
alan çalışmalar barışı koruyacak bir evrensel teşkilatın yani Milletler Cemiyeti’nin
kurulmasına yönelik olmuştur. Avusturyalı Kont Kalergi’nin “Pan Europa” adlı
kitabında ifade ettiği Avrupa’da bir birliğin kurulması fikri bugünkü Avrupa Birliği’nin
temelinde önemli rol oynamaktadır. Fransa Dışişleri Bakanı Aristide Briand’ın
Kalergi’yi desteklemesi ve özellikle Avrupa halkları arasında bir tür federal bağ
kurulması yönünde Milletler Cemiyetinde 26 Avrupa Devletine muhtıra yayınlaması
(1930) ile “Avrupa Federal Birliği”nin kurulmasını öngörmekteydi. Millet Cemiyetinde
başarı sağlanamaması ve Briand’ın ölmesi sonucu bu fikir II. Dünya Savaşı sonrasına
ertelenmiş oldu. II. Dünya Savaşı, Avrupa’da yeniden milyonlarca insanın ölümüne
şehirlerde, yerleşim merkezlerinde, sanayi bölgelerinde büyük tahribata yol açmıştır.
Savaş, Avrupa’yı, Avrupa ülkelerinin ekonomilerini yeniden yıkmış, yerle bir etmişti.
Ancak “Birleşik Avrupa” fikrine inananlar savaş sonrası bütünleşme çabalarını
sürdürmüşlerdir. Milletler Cemiyeti’nin karşılaştığı başarısızlıklar ve sorunlar dikkate
alınarak, 1945’te Birleşmiş Milletler adında yeni bir Dünya Teşkilatı kurulmuştur.
Avrupa’nın yardım ihtiyacını BM çerçevesinde ve Marshall Planı olarak adlandırılan
yardım programları ile ABD karşılamıştır. ABD sağlanacak yardımların
koordinasyonlarını düzenlenmek amacıyla bir Avrupa Ekonomik Birliği Komitesi
kurulmasını sağlamıştır. Böylelikle daha sonra Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü
ortaya çıktı. Avrupa ülkeleri, 1949 yılına kadar birlik oluşturma çabalarını
yoğunlaştırmışlardır. Avrupa’da bir birliğin oluşturulması sürecinin ilk sonucu, siyasi
temelli ve insan haklarını koruma, çoğulcu demokrasiyi sağlama amaçları üzerine
kurulmuş bir uluslararası örgüt olan Avrupa Konseyi’nin 1949 yılında Strazburg’da
kurulması olmuştur. Avrupa Konseyi Antlaşması, Belçika, Danimarka, Fransa, İrlanda,
İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, İsviçre ve İngiltere tarafından imzalanmış, daha
sonra Yunanistan ve Türkiye’ye de davetiye çıkarılmış ve bu iki ülke de Konsey’e üye
olmuştur. İzlanda ve Federal Almanya gibi diğer ülkeler de Konsey’e üye olarak kabul
edildi. Bir süre sonra Avrupa Konseyi toplantılarında hararetli tartışmalar yaşanmaya
başlandı. İngilizler ve İskandinavlar alışılmış şekliyle “hükümetlerarası işbirliği”ne
taraftar görünürken, Fransa ve diğerleri “ortak kurumlar” teşkilini savunmaktaydılar.
Avrupa bütünleşme çabaları, Avrupa Konseyi ile fazla bir gelişme sağlanamadı.
(Kabaalioğlu:1997; 21–59) Aslında konsey klasik uluslararası örgütlenme biçimini
aşamadı. Avrupa davası, uluslararası bir örgütlenmenin ötesinde bir bütünleşmeyi
öngörüyordu. Uluslarüstü bir “Yüksek Otorite” gözetiminde ortak ekonomik, politik
hatta askeri etkinlikler gerekliydi. Avrupa’da barış ve birliğin sağlanması için öncelikle
Fransa ve Almanya arasındaki karşılıklı rekabet ve güvensizlik kesin olarak ortadan
kaldırılmalıydı. Bu her iki ülkenin kendi ulusal çıkarları lehine egemenlik haklarını
ortak bir yüksek otoriteye devredebilen bir çözüm yolu bulunmasını gerektiriyordu.
1951 yılında Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun kuruluşunu hazırlayan ve fikir
babalığını Jean Monnet’in yaptığı “Schumann Planı” olarak bilinen bir bildiri ile
entegrasyon yolunda önemli bir adım atıldı. (Canpolat:2002; 109) 9 Mayıs 1950 yılında
dönemin Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schumann, Ruhr Bölgesinde bulunan zengin
kömür ve çelik madenlerini Almanya ile birlikte işleteceklerini, bunun için uluslarüstü
nitelikte bir örgüt kurulacağını ve isteyen tüm demokratik Avrupa devletlerinin bu
örgüte üye olabileceklerini Avrupa Kamuoyuna bildirdi. Schumann Deklarasyonu’na
daha sonra İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg da olumlu yanıt vererek 18 Nisan
1951 tarihinde Paris’te imzalanan Paris Antlaşması ile Avrupa Kömür ve Çelik
Topluluğunu kurdular. 23 Temmuz 1952 yılında yürürlüğe giren anlaşma ile tarihte ilk
kez kendi iradeleri ile ulusal egemenliklerinin bir kısmını uluslarüstü bir kuruma
devrettiler. Söz konusu kurumun ilk başkanı ise Jean Monnet oldu. Başarıyla
gerçekleştirilen bu ilk girişimin ardından aynı altı üye ülke Avrupa Savunma
Topluluğu’nu (1952) ve Avrupa Siyasi Birliği’ni (1953) kurmak istemişler ancak Fransa
bu iki girişimi de “ulusal bağımsızlığı tehlikeye atacağı” gerekçesiyle veto ederek
kurulmalarını engellemiştir. Askeri ve siyasi alanlardaki bütünleşmelerin alt yapıyı
oluşturan ekonominin entegre edilmeden gerçekleşmeyeceği düşüncesinin farkına varan
siyasi liderler ekonomik alanda entegrasyona yönelmişlerdir. Bunun sonucunda da
AKÇT üyesi altı devlet 25 Mart 1957’de Roma Antlaşmasını imzalayarak Avrupa
Ekonomik Topluluğu’nu ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nu kurdular. 1 Ocak 1958
tarihinde yürürlüğe girdi. 1965’de kurucu üyelerin imzalamış oldukları “Birleşme
Antlaşması” (füzyon antlaşması) sonucunda, AKÇT, AET ve EURATOM için tek bir
Konsey, Komisyon ve Parlamento oluşturulmuş, bütçeleri birleştirilmiş ve “Avrupa
Toplulukları” terimi kullanılmaya başlamıştır. (Günuğur: 1995) Sektörel bütünleşmenin
ileri bir boyutu olarak Euratom’a uluslarüstü nitelik kazandıran başlıca görev alanları;
nükleer yakıtların topluluk mülkiyetine geçirilmesi, nükleer alanda ortak güvenlik
denetimi uygulanması ve ortak bir araştırma politikası izlenmesiydi. Buna karşılık AET
çok daha bir kapsamlı içeriğe sahiptir. Anlaşmanın hemen 1. maddesinde bir topluluğun
kurulması öngörülürken ikinci madde de ise topluluğun görevi şu şekilde
belirtilmektedir: “Ortak bir pazarın kurulması ve üye devletlerin ekonomik
politikalarının giderek yaklaştırılması yoluyla topluluğun bütününde ekonomik
faaliyetlerin uyumlu bir şekilde geliştirilmesini, sürekli ve dengeli bir büyümeyi, daha
fazla istikrarı, yaşam standardının hızla yükselmesini ve topluluğun bir araya getirdiği
devletlerarasında daha sıkı ilişkilerin kurulmasını sağlamaktır.” Bu konu ve hedeflerin
yaşama geçirilmesi, AET’yi Kuran Anlaşma’nın 3. maddesinde belirtilen araçlar ve
faaliyetlerle sağlanacaktı. Bunların başlıcaları: bir Gümrük Birliği kurulması, üçüncü
ülkelere karşı ortak bir gümrük tarifesi oluşturulması ve ulusal ekonomi politikalarının
koordine edilmesidir. Bu faaliyetler, üye devletlerarasında kişilerin, hizmet ve
sermayenin serbest dolaşımı önündeki engellerin kaldırılmasıyla genişletilmekte ve üye
devletlerin ulusal mevzuatlarının birbirine uyumunun sağlanmasıyla tamamlanmaktadır.
Topluluğa verilen görevler Anlaşmanın hedefleri çerçevesinde uluslarüstü organlar
aracılığıyla yerine getirilmesi öngörülmektedir. Böylece, ortak bir ekonomik ve
dolayısıyla genel bir siyasi bütünleşmeye giden yolda ilk adım atılmış oldu.
(Gümrükçü:2002; 89)
Aynı dönemde, 1959 yılında, İngiltere, AET’ye karşılık olmak üzere Avrupa Serbest
Ticaret Bölgesi’ni (EFTA) kurulmasına öncülük etti. EFTA, 4 Ocak 1960 tarihinde
imzalanan Stokholm Konvansiyonu ile kuruldu. İngiltere, İsveç, Norveç, Danimarka,
Avusturya, Portekiz ve İsviçre’nin katıldığı EFTA, siyasi bütünleşmeden çok serbest
ticaret alanı oluşturulması amacını taşımaktaydı. İngiltere’nin AET’nin gelişmesini
engellemek için kurduğu bu birlik AET’ye göre çok gevşek bir yapıya sahipti. Yılda 2–
3 kez toplanan Bakanlar Kurulu ve Daimi Temsilciler Grubu’nun dışında organı yoktu.
1
1961 ve 1962 yıllarında Fransa Cumhurbaşkanı General de Gaulle Dışişleri Bakanı
Fouchet’ye iki plan hazırlatmış, çok fazla uluslarüstü olmayan, egemen devletlerin
klasik işbirliğine dayalı bir Avrupa entegrasyonu yönünde tutum ortaya koymuştur.
Fransa, federal Avrupa söylemi olan “vatandaşlar Avrupası”nın karşısında “vatanlar
Avrupası” söylemini çıkarmıştır. Bu yaklaşımının maddi uzantısı öncellikle hukuka
yansımaktadır. Federalist dünya görüşünün ortaya koyduğu ve Avrupa Toplulukları
Adalet Divanı tarafından da sürekli ilerletilen “Topluluklara tam üyelik anından itibaren
üye devletlerin egemen yetkilerini devretmelerini” öngören doktrin ile “egemen yetki
devrinin söz konusu olmadığı, Toplulukların kendilerine verilen görev sınırları içinde
yetkilerini yetki vekâleti ile sınırlı kullanabildikleri fonksiyonalist teori çatışmaktadır.
Hukuk teorisindeki bu çatışma sonucunda 1965 yılında kriz patlak vermiştir. Ortak
tarım politikasının, AET’nin kendi öz kaynaklarından finansmanını sağlamak üzere yeni
bir bütçe yapılandırılmasına gidilmesi, Fransa ile diğer Topluluk ülkeleri arasında
iplerin kopmasına neden olmuştur. Ancak, AET’nin karar alma usulleri gereği, tek
başına Fransa’nın karşı çıkışı karar alma sürecini bloke etmekte yeterli değildi.
Fransa’nın Avrupa yapılanmasını tek başına belirlemesinden ve arzu edilen noktadan
uzağa taşınmasından rahatsız olan diğer 5 AT ülkesi, Topluluk bütçesinin kendi öz
kaynaklarına kavuşması lehine oy kullanma hazırlığı içindeydiler. Fransa karar alma
sürecinin hiçbir aşamasına katılmayarak Topluluktan herhangi bir karar çıkmasını
engelledi. 1966 yılının Şubat ayı içinde Lüksemburg’da uzlaşı gerçekleştirilmiştir.
Lüksemburg uzlaşmasının Avrupa Toplulukları üzerindeki olumsuz etkileri, 1987 yılına
kadar devam etmiştir. (Ülger: 2003; 83–84)
14 Haziran 1985 tarihinde Almanya, Belçika, Fransa, Lüksemburg ve Hollanda
tarafından imzalanan Schengen Antlaşması; taraf ülkelerin ortak sınırlarında kişilere
tüm vize ve gümrük işlemlerinin kaldırılması ve üçüncü ülke vatandaşlarına yönelik
ortak vize ve gümrük işlemleri uygulanmasını öngörmüştür. İtalya (1990), İspanya ve
Portekiz (1991), Yunanistan (1992), Avusturya (1995), İsveç, Finlandiya ve Danimarka
(1996) da imzalayan ülkeler arasına katılmıştır. Birlik üyesi olmayan İzlanda ve
1
Norveç’in de AB’nin serbest dolaşım alanına dâhil edilmesi amacıyla, bu iki ülke ile 18
Mayıs 1999 tarihinde anlaşma yapılmıştır. 5 Haziran 2005 tarihinde de İsviçre, yapılan
referandum sonucu Schengen Anlaşması’nı kabul etmiştir.
1970 ve 80’de Avrupa bütünleşmesi bir duraklama dönemine girmişti. Özellikle karar
süreçlerinde yaşanan tıkanıklıklar ve ekonomik durgunluk Roma Antlaşmasının temel
hedefi olan “Ortak Pazar”a ulaşılmasını engelliyordu. Gerekli atılımı sağlamak üzere
Komisyon tarafından 1985 yılında Topluluk iç pazarının tamamlanması için hazırlanan
“Beyaz Kitap” çerçevesinde önerilen direktiflerin onaylanmasını kolaylaştırmak ve
kurucu antlaşmaların belli politika ve mekanizmalarla takviye edilmesini sağlamak
üzere, Roma Antlaşmasının 236. maddesine dayanılarak kurucu antlaşmalarda
değişikliğe gidildi. Bu çerçevede imzalanan “Avrupa Tek Senedi”, 1 Temmuz 1987
tarihinde yürürlüğe girdi. Tek Senet ile Roma Antlaşmasında yer alan ama
gerçekleştirilmesinde engel ve eksikliklerle karşılaşılan “Ortak Pazar” hedefi yeniden
tanımlandı ve bu ortak pazarın önündeki fiziki, teknik ve mali engellerin kaldırılması
amacıyla bazı düzenlemelere yer verildi. Söz konusu düzenlemelerin en geç 31 Aralık
1992 tarihine dek tamamlanarak üye devletler tarafından iç hukuka geçirilmelerine ve
böylece “ortak” ya da “tek” Pazar amacına ulaşılması öngörüldü. Bu çerçevede bir
yandan karar alma mekanizmalarında değişikliklere gidildi, öte yandan ise yeni politika
alanları Topluluk yetkisine dâhil edildi.
Karar alma mekanizmaları bağlamında, Bakanlar Konseyinde nitelikli oy çokluğu ile
karar alma uygulamasına ağırlık verilmesi, Avrupa Parlamentosunun daha etkin
katılımını sağlamak üzere “işbirliği usulü”nün ve yeni üye kabulü ve ortaklık
anlaşmaları konularında Parlamentonun vereceği “uygun görüş şartı”nın (onay)
öngörülmesi gibi önlemlere yer veriliyor; kurumsal yapıda bazı değişikliklere
gidiliyordu. Yeni politika alanlarının Topluluk yetkisine aktarılması bağlamında ise,
sosyal politika, ekonomik ve sosyal bütünleşme, teknolojik araştırma ve geliştirme,
çevre politikası üzerinde duruluyor, dış politika alanında ise, üye devletlerarasında daha
sıkı bir işbirliği sağlanması yolunda Topluluk düzenlemelerine gidilebilmesi mümkün
kılınıyordu. Avrupa Tek Senedi ile basit bir ortak pazar yerine entegre bir Avrupa
Pazarı olarak düşünülen Avrupa Tek Pazarının gerçekleşmesi için gerekli hukuksal,
kurumsal ve siyasal dayanaklar oluşturuldu ve Avrupa Bütünleşmesine yeni bir ivme
kazandırılmış oldu.
Avrupa Topluluğu’nda tek para birimi ve ortak bir merkez bankası sistemine dayalı bir
“ekonomik ve parasal birlik” ile ortak dış politika ve savunma politikası perspektiflerine
dayalı “siyasi birlik” kurulmasını öngören Avrupa Birliği’ni kuran Antlaşma ise
(Maastricht Antlaşması) 7 Şubat 1992 tarihinde imzalanmış ve 1 Kasım 1993 tarihinde
yürürlüğe girmiştir.
Maastricht Antlaşması ekonomik faaliyetlerin uyumlu ve dengeli gelişimini;
enflasyonsuz, sürdürülebilir ve çevre korumasına önem veren bir büyümenin
sağlanmasını; üye ülke ekonomilerinin uyum içinde birbirlerine yaklaşmasını ve Avrupa
vatandaşları için daha güçlü bir Birlik yaratılmasını hedeflemiştir.
2
Antlaşma kapsamında şu kararlar alınmıştır:
a) Ekonomik ve parasal birlik (EPB)
Maastricht Antlaşması ile EPB'nin ikinci aşamasına geçiş tarihi olarak 1 Ocak 1994
tarihi saptanmıştır. Bu çerçevede AB Komisyonu ve Avrupa Para Enstitüsü tarafından
hazırlanan raporlar, Konsey tarafından incelenerek 1996 yılı sonunda en az yedi üye
ülkenin aşağıdaki kriterleri yerine getirip getirmediğinin incelenmesi kararlaştırılmıştır:
Düşük enflasyon oranı, kamu maliyesinde düşük açık, para politikalarında istikrar ve
uzun vadeli faizler.
Bu hususları inceleyen Konsey, EPB'nin üçüncü aşamasının 1 Ocak 1999 tarihinde
başlamasını kararlaştırmıştır. Bu aşamada bağımsız bir Avrupa Merkez Bankası
tarafından yönetilecek olan tek bir para biriminin yürürlüğe girmesi öngörülmüştür.
b) Ortak dış ve güvenlik politikası (ODGP)
İkinci temeli oluşturan ODGP çerçevesinde Bakanlar Konseyi uzlaşma yöntemiyle, bu
alanlarda ortak eyleme konu olacak sorunları ve nitelikli çoğunluk ile hangi alanlarda
kararlar alınacağını saptamıştır.
Savunma: ODGP, Topluluğu 'Ortak Savunma'ya götürecek bir ortak savunma
politikasının ileride saptanmasını da içermektedir. Batı Avrupa Birliği (BAB),
Topluluğun ortak hareket alanlarını yürürlüğe koymakla görevlendirilmektedir.
2
ARAT, Tuğrul: AB’nin Tarihçesi ve Gelişmesi, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi AB Hukuku
Sertifika Programı Ders Notları, 2006-IV Dönem
BAB'ın mekanizmalarının güçlendirilmesinin ve bu kuruluşun Maastricht Atlaşması
içerisine alınmasının, BAB Antlaşması'nın sona erdiği 1998 sonundan itibaren
görüşülmesi kararlaştırılmıştır.
Avrupa vatandaşlığı: Diğer bir üye devlette ikamet eden AB vatandaşlarının,
Avrupa Parlamentosu seçimleriyle, belediye seçimlerinde seçme ve seçilme, AB
toprakları üzerinde ikamet ve hareket etme hakları ve tüm AB vatandaşlarının
üçüncü ülkelerde diplomatik korumadan faydalanması kararlaştırılmıştır.
Konsey'de çoğunluk oylamasının genişletilmesi: Tüketicinin korunması, gelişme
halindeki ülkelere yardım, eğitimle ilgili bazı konular, sağlık, ulaştırma, çevre,
Trans-Avrupa ağlarının altyapıları konularında Konsey'de nitelikli çoğunlukla karar
alınabilmektedir. Bu çerçevede 1989 Avrupa Şartını temel alarak yürürlüğe
koyulması kararlaştırılan Sosyal Politika'ya ait bazı uygulamalarda da çoğunluk
usulü ile oylama yapılabilmektedir.
Avrupa parlamentosu: Avrupa Parlamentosu'nun yetkileri genişletilmekte, bazı
hallerde Konsey ile ortak karar almasını sağlayacak yeni bir yöntem
oluşturulmuştur. Ayrıca Avrupa Parlamentosu bazı hallerde uygun görüş belirtme
hakkını kazanmıştır.
Ekonomik ve sosyal uyum: Ekonomik ve sosyal uyumun, 31 Aralık 1993 tarihinde
kurulacak bir uyum fonuyla güçlendirilmesi öngörülmüştür. Bu çerçevede üye
devletlerin öz kaynaklar sistemine katkılarının, olanakları ile doğru orantılı olması
kararlaştırılmıştır.
c) Adalet ve içişleri alanında işbirliği
Üçüncü temel olan Adalet ve İçişleri Alanında İşbirliği kapsamında üye devletler, göç
ve siyasi iltica alanlarında aralarındaki işbirliğini artırmak amacıyla bir Avrupa Polis
Teşkilatı (Europol) kurmuşlardır.
Maastricht'te kurulan hukuksal yapı sayesinde Topluluk bütünleşmesi ile
hükümetlerarası işbirliği aynı zamanda işler duruma gelmiştir. 1996 yılından sonra
Avrupa Parlamentosu'nun yetkilerini artırmak ve bütünleşmeyi güçlendirmek amacıyla
bazı işbirliği alanlarının yeniden gözden geçirilmesi öngörülmüştür.
Bu gelişmeler neticesinde, Maastricht Antlaşması ile Avrupa Toplulukları (AKÇT,
AET, EURATOM) Avrupa Birliği (AB) bünyesine dâhil edilmiştir. Avrupa Birliği’ni
kuran bu Antlaşma ile AB’nin “üç temel sütunu” oluşturulmuştur. Birinci sütun, Roma
Antlaşması ile oluşturulan Avrupa Ekonomik Topluluğu ve Avrupa Atom Enerjisi
Topluluğu ile Paris Antlaşması’yla kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğundan
meydana gelmektedir. Ekonomik ve parasal birlik ve daha önce bahsedilen yetkiler de
bu sütuna dâhildir. İkinci sütun, Ortak Dışişleri Güvenlik Politikasını (ODGP)
içermekte ve Avrupa çapında bir savunma politikasını başlatmayı hedeflemektedir.
Üçüncü sütun ise, Adalet ve İçişlerini kapsamaktadır. Bu çerçevede, göç ve siyasi iltica
alanlarında aralarındaki işbirliğini artırmak isteyen üye ülkeler bir Avrupa Polis Ofisi
(Europol) kurmuşlardır. Ancak ikinci ve üçüncü sütun, karar alma mekanizmaları ve
hükümetler arası karakterleri nedeniyle birinci sütundan farklıdır. Bu alanlarda, üye
ülkeler, AB Zirveleri ya da Bakanlar Konseyi kanalıyla girişimde bulunabilirler. Ancak
bu çerçevede alınan kararlar siyasi nitelikte olup Adalet Divanı önünde bağlayıcılıkları
yoktur.
Ayrıca Maastricht Antlaşması var olan karar alma mekanizması yöntemlerini
(Parlamento onayı, danışma ve işbirliği) bazı yeni alanlara genişletmiş ve buna ek
olarak, yeni bir yöntem olan “ortak karar alma” prosedürünü düzenlemiştir.
1 Ocak 1993’te Tek Pazar’ın oluşmasıyla birlikte, 12 üye ülke arasında malların,
sermayenin, hizmetlerin ve insanların serbest dolaşımı tam anlamıyla sağlanmıştır.
Haziran 1993’te ise AB Devlet ve Hükümet Başkanlarının AB’nin Merkez ve Doğu
Avrupa Ülkelerini (MDAÜ) kapsayacak şekilde genişlemesi yönünde karar aldıkları
Kopenhag Zirvesi’nde, AB’ye üyelik kıstasları belirlenmiştir. “Kopenhag Kriterleri”
olarak bilinen bu koşullar, AB üyelik başvurusu kabul edilen tüm aday ülkeler
tarafından yerine getirilmesi gereken asgari koşulları ifade etmektedir. (www.ikv.org.tr;
2007) Siyasi ve ekonomik kriterler ile müktesebat uyumu olmak üzere üç grupta
toplanan bu koşullar şunlardır;
Siyasi kriterler: Aday ülke, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, azınlıkların
korunması ve kabul görmesinin güvence altına alındığı istikrarlı bir kurumsal yapıya
kavuşmuş olmalıdır.
Ekonomik kriterler: Aday ülkede iyi işleyen bir Pazar ekonomisi ve AB içindeki
piyasa güçlerine ve rekabet baskısına karşı koyabilme kapasitesi bulunmalıdır.
Topluluk müktesebatının kabulü: Aday ülke, siyasi, iktisadi ve parasal birliklerin
amaçlarına uyulması dâhil olmak üzere, Avrupa Birliği mevzuatını üstlenebilme ve
uygulayabilme kapasitesine sahip olmalıdır. Bunlar arasında siyasi kriterler, yani
demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıklara saygı AB’ye üyelik
görüşmelerinin başlaması için önkoşuldur. Bu kriterleri yerine getirmeyen bir ülke ile
müzakere süreci başlatılmamaktadır.
Kopenhag siyasi kriteri tam üye olabilmek için “aday ülkenin demokrasi, hukukun
üstünlüğü, insan hakları, azınlıkların korunması ve kabul görmesini teminat altına alan
kurumları istikrara kavuşturmuş olmasını ister.” AB’nin hâlihazırdaki temel metni olan
Amsterdam Antlaşması’nın altıncı maddesi ise:”Avrupa Birliği özgürlük, demokrasi,
insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı ve hukukun üstünlüğü ilkeleri üzerime
kurulmuştur” demektedir. Siyasi kriter diğer iki kriterden farklı olarak aday ülkelerin
tam üye olabilmek için hayata geçirmekte yükümlü oldukları mevzuat konusunda
kapsamlı bir tarif getirmemekte ve yukarıda görüldüğü gibi temel ilkeleri vurgulamakla
yetinmektedir. Bir diğer deyişle, kaba hatlarıyla diğer iki kritere tekabül eden, otuz bir
ana başlık altında toplanan ve adayların içselleştirmeleri zorunlu olan AB müktesebatı
(acquis communautaire) siyasi kriteri, bir istisna dışında, kapsamaz. (Aktar:2001; 93)
Birlik, 1 Ocak 1995’ten itibaren “Avrupa Birliği” (AB) olarak anılmaya başlanmış, aynı
yıl Avusturya, Finlandiya ve İsveç’in katılımıyla 15 üyeli hale gelmiştir.
16–17 Haziran 1997 tarihlerinde gerçekleştirilen Amsterdam Zirvesi toplantısında,
AB’nin 5. genişleme sürecine başlaması ve 1 Ocak 1999 tarihinde tek para birimi olan
Euro’ya geçilmesi teyit edilmiştir. Ayrıca Ortak Dışişleri ve Savunma Politikası, Adalet
ve Güvenlik Politikası ve Maastricht Antlaşması üzerindeki bazı değişiklikleri içeren
Amsterdam Antlaşması imzalanmış ve Mayıs 1999’da yürürlüğe girmiştir.
Avrupa Birliği Üye Devletleri, Amsterdam Antlaşması ile Birlik’in üçayağından biri
olan Adalet ve Polis Konularında İşbirliği’nin bir bölümünü hükümetlerarası işbirliği
konumundan, federal topluluk politikası konumuna getirmeyi amaçlamışlardır.
Amsterdam Antlaşması uyarınca ilk olarak, Adalet ve Polis İşbirliği içerisindeki göç ve
iltica politikaları topluluk politikası haline geldi ve ortak vize politikasıyla eklemlenerek
Üye Devletlerin “sınırdan kabul” tekellerini tamamen devretmelerini gerçekleştiren
zemini hazırladı. İç ve dış güvenlikten sorumlu güçler Adalet ve Polis İşbirliği ayağının
topluluk politikasına dönüşmesi süreci sayesinde daha etkin bir işbirliği sağladı.
(Aktar:2001; 95)
Adalet ve içişleri alanlarında işbirliği konusunda Maastricht Antlaşması’nda sadece
“demokrasinin ilkeleri” ve “temel haklar” yer alırken, Amsterdam Antlaşması’nda
AB’nin özgürlük, demokrasi, insan hakları ve temel özgürlüklere saygı ile hukuk devleti
ilkeleri üzerine kurulu olduğu belirtilmektedir. Avrupa Topluluğu, Amsterdam
Antlaşması ile AB içinde kişilerin serbest dolaşımı için gerekli olduğu ölçüde, göç ve
iltica, dış sınırlar ve medeni hukukta adli işbirliği konularında mevzuat çıkarma
yetkisine sahip olmuştur. Ayrıca Antlaşma ile insan hakları alanında önemli bir adım
atılmıştır.
12–13 Aralık 1997 tarihlerinde yapılan Lüksemburg Zirvesi’nde ilk kez, 11 aday ülke
arasında bir sınıflandırma söz konusu olmuştur. Kopenhag siyasi kriterlerini
karşılayarak müzakerelere başlayan ülkeler (Çek Cumhuriyeti, Estonya, Macaristan,
Polonya, Slovenya ve GKRY) “ilk dalga”, siyasi kriterleri yerine getirmemiş ve henüz
müzakereye hazır görünmeyen diğer ülkeler (Bulgaristan, Letonya, Litvanya, Romanya
ve Slovakya) ise “ikinci dalga” ülkeleri olarak adlandırılmıştır.
Genişleme süreci bir yandan devam ederken, AB, derinleşme çabalarını da
sürdürmüştür. 1 Ocak 1999 tarihinde Euro, 11 üye ülkede (Almanya, Avusturya,
Belçika, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İrlanda, İspanya, İtalya, Lüksemburg, Portekiz)
resmi para birimi haline gelmiş ve üye ülkelerin ulusal paralarının Euro’ya dönüşüm
oranları geri dönülemez bir şekilde sabitlenmiştir.
23–24 Mart 2000 tarihlerinde gerçekleştirilen Lizbon Zirvesi’nde ise, AB’nin istihdamı
güçlendirmeye ve bilgi üzerine kurulu bir ekonomi çerçevesinde ekonomik reform ve
sosyal uyumu gerçekleştirmeye yönelik yeni stratejisi tanımlanmıştır. Lizbon Stratejisi
olarak adlandırılan bu yeni yaklaşım ile başlayan süreç çerçevesinde AB’nin 2010 yılına
kadar; “daha çok sayıda ve daha iyi iş ve daha büyük bir toplumsal uzlaşmayla,
sürdürülebilir ekonomik büyümeyi gerçekleştirebilecek, bilgiye dayalı dünyanın en
rekabetçi ve dinamik ekonomisi” haline getirilmesi amaçlanmıştır.
7–9 Aralık 2000 tarihlerinde yapılan Nice Zirvesi’nde AB üyesi ülkeler, Kurucu
Antlaşmalara değişiklik getiren bir Antlaşma üzerinde uzlaşmaya varmışlardır. 26 Şubat
2001 tarihinde imzalanan Nice Antlaşması, tüm üye ülkelerde onaylanmasının ardından
1 Şubat 2003 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Başlıca amacı Birliği, yeni üyeler alarak
genişlemeye hazırlamaktır. Antlaşma, 15 üye ülke ve 12 aday ülkenin (Türkiye hariç)
AB Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu’ndaki üye sayıları dağılımı ile AB
Konseyi’nde karar almadaki oy ağırlıklarını belirlemiş, Bakanlar Konseyi’ndeki
ağırlıklı oy oranlarını değiştirmiştir.
28 Şubat 2002 tarihinde AB Anayasası taslağını oluşturmak üzere 105 üyeli
“Avrupa’nın Geleceği Kurultayı” toplanmıştır. Kurultay, 16 aylık bir dönemin sonunda
çalışmalarını tamamlamış ve taslak metni Hükümetlerarası Konferans’ta görüşülmek
üzere AB Dönem Başkanlığı’na sunmuştur. Avrupa için bir Anayasa oluşturan
Antlaşma Taslağı, 17–18 Haziran 2004 tarihlerinde Brüksel’de gerçekleştirilen Zirve
sonunda kabul edilmiştir. AB Anayasası, üye ve aday ülke liderleri tarafından Roma’da
imzalanmış böylece 29 Ekim 2004 tarihinde son şeklini almıştır. AB Anayasası, Avrupa
Birliği üye ülkelerinin siyasi bir birlik kurma yolunda attıkları en önemli adımı teşkil
etmekte ve AB’nin temelini oluşturan kurucu antlaşmalar ile bugüne kadar onları
değiştiren tüm antlaşmaları tek ve yeni bir metinde bütünleştirmektedir.
12 Ocak 2005 tarihinde Avrupa Parlamentosu tarafından kabul edilen Anayasa’nın
yürürlüğe gireceği tarih olarak Anayasal Antlaşma’da 1 Kasım 2006 belirtilmiştir.
Ancak Anayasa’nın yürürlüğe girebilmesi için tüm üye ülkeler tarafından onaylanması
gerekmektedir. Hâlihazırda, üye ülkeler, kendi Anayasaları tarafından belirlenen
sisteme göre –parlamento veya referandum kanalıyla- onay sürecini sürdürmektedir.
Ancak, üye devletlerden birinin dahi Anayasal Antlaşma’da belirtilen tarihe dek
onaylamaması halinde yürürlüğe giremeyecek olan AB Anayasası zorlu bir onay süreci
geçirmektedir. Özellikle, Fransa ve Hollanda’da gerçekleştirilen referandumlarda çıkan
“hayır” kararı olumsuz etki yaratmıştır. Bu durum karşısında, 16–17 Haziran 2005
tarihlerinde Brüksel’de düzenlenen AB Hükümet ve Devlet Başkanları Zirvesi’nde, AB
Anayasası onay sürecine ilişkin olarak, referandumlardan çıkan “hayır” sonuçlarının
üye ülkeler arasında “domino etkisi” yaratmasını önlemek için onay sürecine bir yıl ara
verilmesine karar verilmiştir. İngiltere, İrlanda, Portekiz, Danimarka, Çek Cumhuriyeti
ve Slovenya karara uygun olarak onay sürecini dondururken, G. Kıbrıs ve Lüksemburg
gibi bazı üyeler süreci durdurmayarak AB Anayasasına onay vermiştir.
(www.ikv.org.tr; 2007)
AB Anayasası genel olarak, dört bölümden ve 384 sayfadan oluşmaktadır. Bölüm I’de
AB’nin amaçları şöyle sıralanmaktadır: “… AB değerleri; insan onuru, özgürlük,
demokrasi, eşitlik, demokratik hukuk devleti ve insan haklarına saygı temeline
kurulmuştur. Üye ülkeler, bu değerlere bağlı olarak çoğulculuk, hoşgörü, adalet,
dayanışma ve ayrımcılığı yasaklayan bir anlayış üzeride toplumlarını korurlar. AB,
barış, halklarının refahını sağlar. AB, vatandaşlarının özgürlük, güvenlik, hak ve
hukuklarını korur. Sürdürebilir dengeli bir ekonomik kalkınmayı hayata geçirir. AB
sınırları içinde vatandaşlarının, ürünlerin, sermayenin ve hizmetlerin serbest dolaşımını
sağlar. En önemlisi ayrımcılığın her türlüsünü yasaklar. AB, üye ülkelerin ulusal
kimliklerinin korunmasından yanadır…”
Bölüm II’de AB vatandaşlarının anayasal hakları için :”Üye bir ülkenin vatandaşı aynı
zamanda AB vatandaşıdır (madde II–8)”, “İnsan onuru dokunulmazdır (madde II-I)”,
“Herkesin yaşama ve can güvenliği hakkı vardır (madde II–2)”, “Herkes yasalar önünde
eşittir (madde II–20)”, Ayrımcılığın her türlüsü yasaktır. Cinsiyet, ırk, din, dil, renk,
etnik yapı ve sosyal köken, cinsiyet, siyasi görüş, yaş durumu gibi konularda ayrımcılık
yasaktır (madde II–21)”, “AB, kültürel çeşitliliğe, çeşitli din ve dillere saygı gösterir
(madde II–21)”, “Kadın ve erkek eşitliği iş pazarında, meslek seçiminde ve
ödüllendirme gibi bütün alanlarda garanti altına alınmıştır (madde II–22)”, Bu bölümde
devamla,”…ailenin, yaşlıların, çocukların, çevrenin, tüketicinin ve sağlığın korunması
ile işsizlik ve hastalık durumlarındaki sosyal güvenceler garanti altına alınmıştır.
Düşünce, vicdan ve din ve eğitim özgürlüğü anayasal birer haktır.”
Bölüm III’te AB ekonomisi, iç pazarın oluşumu, girişimcilik, sosyal politikalar, gümrük
birliği, iş olanaklarının yaratılması, tarım, ticaret, balıkçılık, çevre, tüketicinin
korunması, enerji, sanayi, kültür, eğitim, araştırma, teknik gelişim, gibi temel ekonomik
ve sosyal politikalar anayasal çerçeve altına alınmıştır.
Bölüm IV’te ise, AB’nin yasama, yürütme ve yargı kurumları belirtilmiştir. Bu
bağlamda AB Parlamentosu, yasama; Avrupa Konseyi, yürütme organıdır. Bakanlar
Konseyi, yasaların hazırlığı ve bütçeyi kontrol etme görevini üstlenir; Avrupa
Komiserleri, AB’nin genel çıkarlarını geliştirirler; Avrupa Adalet Divanı, üye
ülkelerden birer katılımcıyla oluşur ve yargı gücünü temsil eder; Sayıştay, Hesapların
kontrolünü ve denetlemesini yapar.
AB Anayasası ile AB karar mekanizması daha kolaylaşacaktır.
Kararların büyük bir kısmı oybirliği yerine “nitelikli çoğunluk” oylamasıyla
alınacaktır.
Anayasa ile ortak savunma ve dış politikanın güçlenmesi sağlanacak,
Avrupa’nın dünya üzerindeki gücü artacaktır (AB Anayasası uyarınca, AB ortak
bir dışişleri bakanı tayin edecektir.).
AB Anayasası ile kadın erkek eşitliği ve işsizlikle mücadele gibi sosyal politika
konuları güçlenecektir.
Uzun bir müzakereden sonra hazırlanan Anayasa, 25 ülke arasında olabilecek en
iyi uzlaşmadır.
Avrupa Anayasası’na “HAYIR” diyenlerin çoğunluğunu ise işçiler, az ve orta gelir
grubunda bulunan insanlar oluşturmaktadır. Sağ ve sol partilerin Anayasaya karşı olan
çok sayıda seçmeni vardır ve gerekçeleri şöyle sıralanmaktadır.
Anayasa, pazar çıkarlarını, sosyal çıkarların önüne alan fazla liberal bir sistem
öngörmektedir; işçileri yeterince korumamaktadır.
Anayasa, savunma alanında AB’yi, NATO’ya dolaylı olarak da ABD’ye bağımlı
kılmaktadır.
AB Anayasası, Brüksel’e daha fazla yetki verdiği için ulusal devletlerin etkisini
azaltmaktadır.
Anayasanın anlaşılması zordur. Sosyal haklar daha fazla dikkate alınarak, daha
iyi bir anayasa için müzakere edilmelidir.
3
3
DOĞANER, Cezmi: Türkiye’den Avrupa’ya, Avrupa’dan Türkiye’ye Bakış, içinde: Avrupa Birliği
Dersleri: Ekonomi-Politika-Teknoloji, editör: Dr. İrfan Kalaycı, Nobel Yayın, Ankara 2006, s.24-26
1.1. AVRUPA BİRLİĞİ’NİN GENİŞLEMESİ
Batı Avrupa bütünleşmesinde başlangıçtan günümüze dikkat çeken iki ana eğilimden
birincisi derinleşme, ikincisi ise genişlemedir. Derinleşme; işbirliği yapılan alanların
genişlemesi, üye ülkelerin münhasır egemenlikleri altında bulunan alanların giderek
artan biçimde Topluluklara devredilmesi anlamındadır. Bu alanda en önemli adım, 1
Temmuz 1968’de gümrük birliğinin kurulması ile atılmıştır. Öngörülen tarihten 18 ay
önce gerçekleşen gümrük birliği ile birlikte, sanayi mallarının serbest dolaşımı
gerçekleşmiş, gümrük tarifeleri ve tarife dışı engeller kaldırılmış ve dış dünyaya karşı
ortak gümrük tarifesi uygulanmıştır. Bu çerçevede, önce Avrupa Merkez Bankası
kurulmuş, ardından 1 Ocak 1999’dan itibaren ekonomi ve parasal bütünleşme süreci
başlatılmış ve nihayet ulusal paraların yerine ortak Avrupa parası Euro, 1 Ocak
2002’den itibaren tedavüle çıkmıştır.
Avrupa bütünleşmesinin en az derinleşme kadar önemli bir boyutu da genişlemedir.
Avrupa Topluluklarında ilk genişleme oldukça sancılı olmuştur. Başlangıç yıllarında
AT’nin dışında kalmayı yeğleyen ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’na alternatif olarak
EFTA’nın (Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi) kurulmasında başı çeken İngiltere, kısa bir
süre içinde fikir değiştirerek, AT’nin kapısını çalmıştır.(1963) Ancak bu talep,
Fransa’nın vetosu ile reddedilmiştir. 1967 yılında İngiltere tam üyelik başvurusunu
yeniledi. Bu kez, İngiltere tek başına değildi. EFTA içinde beraber yer aldığı İrlanda,
Danimarka ve Norveç de, İngiltere ile birlikte tam üyelik başvurusunda bulunmuştu.
İngiltere’nin bu ikinci başvurusu AT içinde de önemli oranda destek görmüştür. Bunun
nedeni, Fransa’nın diğer büyük AT devletlerinin İkinci Dünya savaşı’nın yenik ülkeleri
psikolojisinden de yararlanarak tek başına Avrupa entegrasyonunu şekillendirme
arzusunun yarattığı tepkidir. Bu koşullarda, İngiltere’nin AT’ye katılması Fransa’yı
dengeleyecek arayışlarla uyumlu olmuştur. Bununla birlikte Fransa, bu başvuruyu da
veto etmiştir. 1969 yılında de Gaulle’ün ardından Fransa’nın yeni Cumhurbaşkanı
seçilen Georges Pompidou, selefine göre ılımlı bir politikacıydı. Nitekim 1969 yılında
toplanan Lahey Zirvesinde Fransa, AT genişleme sürecindeki vetosunu kaldırmış,
Avrupa bütünleşmesinin derinleşme ekseninde gelişimine yeşil ışık yakmıştır. Lahey
Zirvesi’nin ardından AT’nin ilk genişleme müzakereleri başlamıştır. 1 Ocak 1973 günü
İngiltere, İrlanda ve Danimarka Avrupa Topluluklarına katılmışlardır.
Yunanistan; Karamanlis önderliğinde demokrasiye geçtikten sonra demokrasinin
teminatı olarak gördüğü Avrupa Ekonomik Topluluğu’na tam üyelik başvurusu
yapmıştır. Yunanistan’ın tam üyelik başvurusu sonucunda hazırlanan komisyon görüşü
olumsuzdu. Buna karşılık, Bakanlar Konseyi, ekonomik gerekçeleri geri plana iterek,
siyasi gerekçeleri ön plana çıkarmış ve böylece Yunanistan ile tam üyelik
müzakerelerinin başlanmasına yeşil ışık yakılmıştır. Uzun müzakerelerin ardından 1
Ocak 1981 tarihinde Yunanistan Avrupa Topluluklarına tam üye olarak katılmıştır.
4
1980’li yıllarda yaşanan AT’nin üçüncü genişlemesi, Franco’dan kurtulan İspanya ile
Salazar’dan kurtulan Portekiz’in Yunanistan örneğinde olduğu gibi demokrasilerini
teminat altına almak için yaptıkları üyelik başvurularının kabulü ile gerçekleşmiştir.
Komisyon, İspanya ve Portekiz’in başvurularına ekonomik gerekçelerle menfi görüş
bildirmiş, ancak Konsey yine siyasi gerekçelerle İspanya ve Portekiz’in üyelik sürecini
başlatmıştır. Ancak, özellikle İspanya’nın coğrafya ve nüfus büyüklüğü ile bu ülkenin o
günkü AT ortalamalarının çok gerilerinde kalan gelir yapısı, tam üyelik müzakerelerinin
çok çetin geçmesine yol açmıştır. Müzakerelerin çetin yapısı, bu ülkelerle yapılan
katılma anlaşmalarına da yansımış, bu ülkelere özellikle işçilerin serbest dolaşımı ile
ilgili olarak tanınan geçiş dönemi yedi yıl gibi uzun bir süreyi kapsamıştır. Sonuçta
1984 yılı içinde tamamlanan müzakerelere bağlı olarak, İspanya ve Portekiz 1 Ocak
1985’den itibaren AT tam üyeliğine kavuşmuşlardır.
5
Topluluk dördüncü genişleme sürecini Güney Avrupa ülkelerine kıyasla ekonomik
olarak daha gelişmiş ve demokrasinin tüm kurumları ile daha iyi işlediği Kuzey ülkeleri
(Avusturya, İsveç, Finlandiya) ile gerçekleştirmiştir. Aynı zamanda EFTA üyesi olan bu
ülkelerden Avusturya 17 Temmuz 1989’da, İsveç 1 Temmuz 1991’de, Finlandiya ise 18
Mart 1992 tarihinde Topluluğa üyelik başvurusunda bulunmuşlardır. Birlik, üç ülke için
müzakereleri eş zamanlı olarak 1 Şubat 1993 tarihinde başlatmış ve bu ülkelerin Birliğe
üye devletlerle ortak değerleri taşıması ve refah seviyelerinin yüksek olması nedeniyle,
katılım müzakereleri Birlik tarihindeki en kısa sürede (13 ay) tamamlanmıştır. Ancak
Avusturya’ya malların, kişilerin, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımı, dış
ilişkiler ve Gümrük Birliği, mali ve bütçesel hükümler ve rekabet politikası konularında,
İsveç’e aynı konulara ek olarak tarım ve balıkçılık politikası konusunda ve
Finlandiya’ya da her iki ülke için de ortak olan konularda ve yine balıkçılık politikası
4
ÜLGER, İrfan Kaya: Avrupa Dış Politikası ve AB Genişlemesi, içinde:Avrupa Birliği Üzerine Notlar,
editör Oğuz Kaymacı, Nobel Yayın, Ankara 2005, s.38-43
5
konusunda geçiş süresi tanınmıştır. Bu ülkelerin 1995 yılında katılımları ile Birlik, Orta
ve Kuzey Avrupa’ya doğru genişleyerek üye sayısını on beşe çıkarmıştır.
6
1990’lı yıllarda Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile AT/AB arasında imzalanan Avrupa
Antlaşmalarının temel amacı, söz konusu ülkeleri AB üyeliğine hazırlamaktı. İkinci
Dünya Savaşı sonrasında Sovyet hegemonyası altına giren söz konusu ülkelerin katılma
koşulları 1993 Aralık ayında Kopenhag zirvesinde somutlaştırıldı. Zirvede, üç ana
başlık altında toplanan ve adayların tam üye olabilmeleri için uymaları zorunlu olan
kriterler şu şekilde belirlenmişti.
Demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını, azınlıklara saygıyı ve
azınlıkların korunmasını teminat altına alan kurumların istikrarını sağlamak;
İşleyen bir Pazar ekonomisine sahip olunmasının yanı sıra, Avrupa Birliği
içindeki rekabet baskısı ile piyasa güçleri karşısında durabilmek yeteneğine
sahip olmak;
Siyasi, ekonomik ve parasal birlik de dâhil olmak üzere tam üyelikten
kaynaklanan yükümlülüklere uyum yeteneğinin olması.
Öte yandan Avrupa Komisyonu, 20 Temmuz 1996 günü “Gündem 2000” ismini taşıyan
raporu yayınladı. Raporda, Kopenhag kriterlerinden hareket edilerek, tam üyeliğin
koşulları yeniden tanımlanıyordu. Bu bağlamada, tam üyeliğin değişen yapısından
bahsedildiği, tam üyeliğin artık sadece “Topluluk müktesebatı” ile sınırlı olarak
değerlendirilemeyeceği göze çarpan ilk unsurdu. Gerek Topluluk müktesebatının zaman
içinde geldiği ve ileride alacağı boyut, gerekse AT’den AB’ye geçişle birlikte ortaya
çıkan siyasi ve ekonomik yeni hedefler, yeni tam üyelik sürecinin eskiyle mukayese
edilebilirliğini ve potansiyel müktesebatın yanı sıra, Kopenhag kriterleri, AB çatısı
altında hedefleri ortaya konan Ortak Dış Politika ve Güvenlik Politikası, Adalet ve
İçişlerinde İşbirliği ve son olarak Ekonomik ve Parasal Birlik hedeflerine ulaşma
kapasitesi, yeni adayların bir arada dikkate almak zorunda oldukları bir bütünlük
sergilemekteydi.
12–13 Aralık 1997 günleri gerçekleşen Lüksemburg Zirvesinde Gündem 2000’in
önerileri kabul edildi. Zirvede, tam üyelik başvurusunda bulunan aday ülkeler üç ana
kategoriye ayrıldı. Birinci grupta Kıbrıs Rum Kesimi, Polonya, Macaristan, Çek
6
Cumhuriyeti, Slovenya ve Estonya yer alıyordu. Genişlemenin ikinci halkasında ise
Letonya, Litvanya, Bulgaristan, Romanya ve Slovakya bulunuyordu. İlk kategori içinde
yer alan Kıbrıs’ın durumu siyasi sorun ipoteği altında olduğundan, birinci grup içi bir
alt gruptan da bahsetmek mümkündü. Hukuken adanın bütününü temsil ettiği iddiasında
olan Kıbrıs Rum Yönetimi temsilcileri ile müzakerelere başlanması, Kıbrıs’ın kuzeyini
içine alan bir çözüm niteliği taşımıyordu.
Türkiye ise Lüksemburg Zirvesi’nin üçüncü kategorisini oluşturdu. Bu çerçevede
Lüksemburg Zirvesi Başkanlık Bildirisi’nin 31 ile 36. (dâhil) paragrafları Türkiye
konusunu işledi.
7
Avrupa Konseyi, Haziran 1993’teki Kopenhag Zirvesi’nde, ‘arzu eden Merkezi ve
Doğu Avrupa ülkelerinin Birlik üyesi olabileceklerini’ açıkladı. Avrupa konseyi, Aralık
1997’de Lüksemburg’da, genişlemeyi mümkün kılacak süreci başlattı. Bu çerçevede on
üç ülke adaylık statüsü aldı: Bulgaristan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Çek
Cumhuriyeti, Estonya, Macaristan, Letonya, Litvanya, Malta, Polonya, Romanya,
Slovak Cumhuriyeti, Slovenya ve Türkiye.
2002 yılının Aralık ayında, yine Kopenhag’da toplanan Avrupa Konseyi, on ülkeyle
yürütülen katlım müzakerelerini sonuçlandırdı. Birlik, Kıbrıs, Çek Cumhuriyeti,
Estonya, Macaristan, Letonya, Litvanya, Malta, Polonya, Romanya, Slovak
Cumhuriyeti ve Slovenya’yı 1 Mayıs 2004’te üye olarak karşıladı. Birliğe katılan on
ülkeyle Katılım Antlaşması 16 Nisan 2003’te Atina’da imzalandı. (Bkz. Avrupa
Komisyonu Genişleme Genel Müdürlüğü:2003)
AB, böylelikle tarihinin en kapsamlı genişlemesini tamamlamış oldu. Toplam 378
milyon nüfusa sahip olan AB15'in nüfusu, son genişleme ile birlikte 454 milyona
ulaşırken; 10 yeni ülkenin katılımıyla AB'nin resmi dillerinin sayısı da 11'den 20'ye
yükseldi. Avrupa kıtasının tarihi bölünmesini sona erdiren bu genişleme dalgası AB'nin
sosyal, kültürel, ekonomik iç dengelerinin yanı sıra kurumsal yapısını da büyük ölçüde
değiştirdi.
1 Ocak 2007 tarihinde Bulgaristan ve Romanya’nın katılımları ile toplam 27 üye
ülkeden oluşuyor.
7