• Sonuç bulunamadı

Türk ve Alman basınında Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Türk ve Alman basınında Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri"

Copied!
234
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

ALMAN DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI

ALMAN DİLİ VE EDEBİYATI BİLİM DALI

TÜRK VE ALMAN BASININDA

TÜRKİYE-AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ

YÜKSEK LİSANS TEZİ

DANIŞMAN

DOÇ. DR. AYHAN SELÇUK

HAZIRLAYAN

ZEHRA ASLAN

(2)

0. GİRİŞ ... 1

I. BÖLÜM

1. AVRUPA BİRLİĞİ TARİHSEL GELİŞİMİ ... 6

1.1. AVRUPA BİRLİĞİNİN GENİŞLEMESİ ... 19

1.2. AVRUPA BİRLİĞİNİN KURUMLARI VE YAPISAL ÖZELLİKLERİ... 24

1.2.1. ASLİ YAPISAL KURUMLAR ... 27

1.2.2. İŞLEVSEL KURUMLAR ... 31

1.3. TÜRKİYE – AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ’NİN GELİŞİM SÜRECİ .... 34

1.3.1. TÜRKİYE – AB ORTAKLIK ORGANLARI ... 48

II. BÖLÜM

2. TÜRK VE ALMAN BASININDA TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİ ... 50

2.1. HABER SUNUMU VE BASININ ETKİ GÜCÜ ... 50

2.2. TÜRK BASININDA TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİ ... 55

2.2.1. HÜRRİYET GAZETESİ ... 55

2.2.2. CUMHURİYET GAZETESİ ... 79

2.2.3. SABAH GAZETESİ...112

2.2.4. YENİ ŞAFAK GAZETESİ...130

2.2.5. TÜRK BASINININ TÜRKİYE – AB İLİŞKİLERİYLE İLGİLİ KISA

BİR DEĞERLENDİRMESİ...152

2.3. ALMAN BASININDA TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİ ...153

2.3.1. SUEDDEUTSCHE ZEITUNG ...153

2.3.2. DIE ZEIT ...162

2.3.3. DER SPIEGEL...169

2.3.4. DIE WELT...187

2.3.5. ALMAN BASINININ TÜRKİYE – AB İLİŞKİLERİYLE İLGİLİ KISA

BİR DEĞERLENDİRMESİ...198

III. BÖLÜM

3. 3 EKİM 2005 ÇERÇEVESİNDE YAYINLANAN ORTAK HABERLER ...199

3.1. TÜRKİYE’NİN RUMLARI TANIMASININ MÜZAKERE SÜRECİNE

BIRAKILMASINI KONU EDİNEN HABERLER ...199

(3)

3.2. 3 EKİM ÖNCESİNDE YAŞANAN GERGİNLİK ÇERÇEVESİNDE TÜRK

HÜKÜMETİNİN TUTUMUNU AKRATAN HABERLER ...202

3.3. DIŞİŞLERİ BAKANLARININ 3 EKİM ÇIKMAZINDA UZUN SÜREN

GÖRÜŞMELERİNİ ELE ALAN HABERLER...203

3.4. TÜRKİYE’NİN 3 EKİM 2005 TARİHİNDE MÜZAKERELERE

BAŞLAMASINI ANLATAN HABERLER ...205

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME ...207

KAYNAKÇA ...213

(4)

0. GİRİŞ

Avrupa kıtasında bir birlik düşüncesinin kökenleri yüzlerce yıl öncesine gitmektedir.

Mitolojiye dayandırılan tarihsel kökler bir yana, bir tek Avrupa yaratma düşüncesi

zaman zaman yeni bir Roma arayışı olarak ortaya çıkar. Bunu Şarlman’dan Napolyon’a

ve nihayet Hitler’e kadar pek çok iktidar sahibi güç kullanarak, Duke de Sully ve Saint

Simon’dan Kant ve Victor Hugo’ya kadar pek çok edip ve düşünür de barışçıl proje ve

teklifler ortaya koyarak gerçekleştirmeye çalışmışlardır.

Ancak bir idealin ortaya konulması anlamında bugüne AB olarak gelen hareket, II.

Dünya Savaşı’nın o korkunç yıkımını bizatihi yaşamış neslin ve ortamın eseri olmuştur.

Avrupa ülkelerinin liderleri, barışın sürdürülebilmesinin tek yolunun, ülkelerinin

ekonomik ve siyasi yönlerden birleşmesi olduğu fikrine vardılar. I.Dünya Savaşı

sonrasında Avrupa’da bir “Birliğin” oluşturulmasına yönelik önemli fikirler üretilmiş

olmasına rağmen bunların olgunlaşıp benimsenmesi ancak II. Dünya Savaşı sonrasında

mümkün olmuştur. (Çalış: 2001; 24) 1950 yılında yayımlanan Schumann planı ile

zengin kömür ve çelik yatakları tesislerinin işletilmesi için Avrupa ülkelerinin üye

olacağı uluslar üstü bir örgüt kurulması amaçlanmıştır. Böylelikle AB’nin çekirdeğini

oluşturan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu 1951 yılında Paris’te Almanya, Fransa,

İtalya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg arasında Paris Antlaşmasıyla kurulmuştur.

(Erhan:2007; 809) Bu yeni bütünleşme düşüncesi, egemenlik haklarını parça parça en

üst topluluk organına devretmiş ve -Maastricht Antlaşması’ndan sonra da- hâlâ

devretmekte olan ortak devletlerin biçimsel eşitliği temelinde varlığını sürdürmektedir.

(Gümrükçü:2002; 83)

Cumhuriyeti kuranlar için “muasır medeniyet seviyesine erişme” nasıl bir idealse;

“muasır medeniyet”ten kasıt da Batılılaşmadır. Türkiye’nin 1800’lerden itibaren süren

Batılılaşma macerasının en önemli dönüm noktasını teşkil eden 1839 tarihli Tanzimat

Fermanı, bu sürecin sembolüdür adeta. (Temiztürk:2007; 95) Bu sürecin son halkasını

teşkil eden Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliği ve Türkiye Avrupa ilişkileri

yarım asırdır Türkiye’nin gündemini işgal eden en önemli ve en dinamik konu olmuştur.

Türkiye-AB ilişkileri bugüne kadar rasyonel, gerçekçi ve tutarlı bir zemine

oturtulamamış, bu nedenle gerek Türkiye’nin yaklaşımı gerekse AB’nin oyalayıcı ve

kuşkulu tutumunun bir sonucu olarak Türkiye’nin AB’ye üyelik süreci inişli-çıkışlı ve

gerilimli bir seyir izlemiştir. (Aykaç, Parlak:2002; 7)

(5)

Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin hukuki temeli, 12 Eylül 1963’de

imzalanan ve 1964 yılında yürürlüğe giren Ankara Antlaşmasına dayanmaktadır.

Ankara Antlaşması, taraflar arasında kişi, mal, hizmet ve sermayenin serbest dolaşımını

ve Türkiye’nin tam üye olarak katılmasını öngörmektedir. (Ülger:2003; 213)

Tanzimat’tan bu yana süregelen bu batılılaşma çabaları, 3 Ekim 2005 tarihinde Avrupa

Birliği tarafından Türkiye’ye adaylık statüsü verilmesi ile farklı bir dönemece girmiştir.

Türkiye 40 kusur yıldır Avrupa Birliği’ne dâhil olabilmek için çaba göstermektedir.

Türkiye’nin üyeliğine soğuk bakan AB’nin söz sahibi üyelerinden yükselen “imtiyazlı

ortaklık” önerilerine rağmen tam üyelik için ısrarlı davranan ve adaylık statüsüne erişen

Türkiye’nin yapması gereken daha “birçok ödev” göz önüne alındığında ise daha uzun

bir yolun var olduğu kaçınılmazdır.

Bu çalışma, uluslar üstü bir örgüt olan Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki ilişkilerin

dönüm noktası olan 3 Ekim 2005 tarihinin yazılı basında manşetlere yansıyan haberleri

mercek altına alarak söylem analizi ile incelemeyi amaçlamaktadır. Medya

kuruluşlarının kendilerine özgü yayın politikaları, düşünce yapıları, hitap ettiği belli

okuyucu kitleleri ve üslûpları göz önüne alındığında elbette Türkiye’nin Avrupa

Birliği’ne aday olması konusu da çok çeşitli şekillerde medyada (hem Türk hem de

dünya medyasında) yerini almıştır. Haberler, genellikle Türk ve Avrupalı liderlerin,

bürokratların olumlu, olumsuz görüşlerinden ve söylemlerinden oluşmakta, başlıklara

da belirgin olarak yansımaktadır.

Daha önce belirtildiği gibi çalışmada yöntem olarak söylem analizini tekniği

kullanılacaktır. Söylem çözümlemesinde temel amaç, anlamlandırma ya da

yorumlamadır. Haber metinleri içerik açısından birer söylemdir ve yer aldıkları

gazetenin egemen düşünceleri ve anlatışları doğrultusunda oluşur. Haberin dilinin

incelemeye alınması, kelime, cümle ve haberin bütünü üzerinde durulması

gerekmektedir. Metinler incelenirken konunun arka planı, olayın kurgulanış biçimi ya

da olayda yer alan kişiler açısından da önem derecesi değişmektedir.

Söylem çözümlemesi bilinen ama tam da açıklanmayan bir gerçeği öne çıkarmaktadır.

Medya iletileri özgün bir metin ve konuşma türüdür. Söylem çözümlemesinin yeni

disiplinler arası kuram ve yöntemleri, medya iletilerinin yapılarının daha sistematik ve

açık bir tanımı için uygun hale getirilebilir.

(6)

Basındaki haberlerin incelenmesi söylem çözümlemeci araştırmaların temel

görevlerinden biridir. Çözümlemenin özelliklerinden biri de metin ve konuşmayı

söylemin çeşitli düzey ya da boyutlarını açıklamak üzere geliştirilen kuramlar

aracılığıyla tanımlanmaktadır. Böylelikle her ne kadar klasik dilbilim ve göstergebilim

göstergelerin biçimi ve anlamı arasında genel bir ayrım yapsa da günümüz, metin ve

konuşmanın olağanüstü derecede karmaşık olduğunu kabul eder; bu nedenle de söylem

çözümlemesi fonetik, grafik, fonolojik, morfolojik, sentaktik, mikro ve makro semantik,

üslûp bilimi, üstyapısal, retorik, pragmatik, konuşmaya ait, etkileşimci ve diğer tüm

yapı ve stratejilerin ayrı ayrı, ama aynı zamanda da birbirleriyle ilişkilendirilmiş

incelemeleri gerektirir. (Dijk:2007;164–167)

Haber metinlerinin yalnızca yüzey yapılar düzeyindeki ilişkilerle kalmayıp, metin

başlıkları ve metin ilişkileri, anlatıdaki zamansal sıralamadan farklılıkları, özellikle

oluşturulmuş belirsizlikler ve dünya bilgisi çerçevesinde incelenmesi, bu metin türünün

kendine özgü dinamikleri nedeniyledir. Gazete okuyucusunun anlama ve yorumlama

süreçlerine olduğu kadar üretim/oluşum süreçlerine de farklı bir bakış açısı getiren van

Dijk’ın söylem ve eleştirel söylem çalışmaları, yazılı haber odaklı bir yöntemdir. Van

Dijk, köklerini Felsefe, Toplum Bilim ve Edebi kuramlarda bulan söylem

çözümlemesini, dili sosyal ve bilişsel bağlam içinde inceleyen her tür araştırma için

kullanılabilecek genel bir etiket olarak düşünmektedir. Sözü edilen bilişsel boyut ancak

Chomsky’nin 1950 ve 1960’larda dil edinimindeki çalışmalarından sonra kazanılmıştır.

Çözümlemelerin oldukça karmaşık olması farklı yaklaşımların geliştirilmesini zorunlu

kılmıştır. Metinlerin içerik, anlatı, tartışma, göstergebilim ve biçembilim açısından

incelenmesi, her bir yaklaşımın farklı bakış açısı gerektirmesi nedeniyle farklı bulgular

elde edilmesine neden olmaktadır. Çeşitli düzeylerde incelenen haber metni, sonuçta

kognitif ya da zihni bir şemalanmaya benzer bir özellikle değerlendirilmektedir. Van

Dijk’ın üst yapılar dediği haber şemaları, haber başlıklarının fonksiyonu olup, bunların

fonksiyonlarının ne olduğunu belirleyen şemalarca yapılanmaktadır. Üst şema denilen

bu tarzdan bir yapılanma, hikâye etmeye; olayı anlatma ve haber raporlarında oluşan

hiyerarşik bir şema izlemeye dayanmaktadır. Şema, ana başlık, üst başlık, ana olaylar,

bağlam, tarih, sözlü tepki ve yorumlardan oluşmaktadır. (Ülkü; 2004; 372)

Söylem çalışmalarında, metin dışında bilişsel bir boyut çerçevesinde değerlendirilen

söylem, politik düzey dışındaki kullanımıyla ideoloji ya da dünya görüşü ile

sarmalanmış durumdadır. Medya söylemini metne dayalı yorumsal ve bağlama dayalı

(7)

sosyal gelenek biçimindeki geleneksel yaklaşımların harmanlandığı analitik bir

çerçevede ele alan van Dijk, ideolojinin söylemde ifade edildiğini ve yeniden

üretildiğini ileri sürer. (Ülkü; 2004; 376)

Haber söylemi, öyküden farklı olarak zamansal bir sıralamaya değil, bağıntıya dayalı,

kategorisel, en önemlinin en üst bilgi olarak yer aldığı bir söylem türüdür. Öyküde

neden sonuç ilişkisi baskınken, haber söyleminde özel bilgi verme, genelleme, zıtlıklar,

açıklama, zamansal, nedensel ve koşulsal olan işlevsel bağlar yoğun olarak kullanım

bulmaktadır. İletişimin alt yapısı olan oluşturulmuş bilgi ve inançlar bütünü, önermeler

arasındaki ilişkilerin konu bütünlüğünü sağlamadaki rolüne önemli ölçüde katkıda

bulunurlar. Kalıplaşmış bilgiler ve senaryolar biçiminde zihinde temsil edilen bu

bilgiler, uzun süreli bellekte yer almakta ve gerektiğinde canlanıp kullanıcının bağıntı

süzgecinden geçerek aktif hale gelmektedir. (Ülkü; 2004; 377–378)

Dil, toplumsal ve sistematik bir olgu olarak, geniş toplumsal simgesel düzenin bir

parçasıdır. Ancak, dil ve ideolojik sistem birbiri ile etkileşen, birbirini oluşturan bir

döngü içinde bulunmaktadırlar. Bu nedenle, dil incelemelerinde toplumsal, toplum

incelemelerinde de dilsel öğelerin vazgeçilmez önemi vardır. İdeolojiler bütününden

oluşan simgesel düzen kendini dil yolu ile ifade etmekte, böylece dilin kullanımı ile

oluşan söylemin çözümlenmesi sonucu bu toplumsal simgesel düzenin ayrıntılarına

varılabilmektedir. Eleştirel Söylem Çözümlemesi olarak adlandırılan bu yöntemle bireyi

imgesel evreninden koparıp, simgesel düzeni benimsemeye koşullayan güç ilişkileri,

değerler, ideolojiler, kimlik tanımlamaları gibi çeşitli toplumsal olguların dilsel

kurgulamalar yoluyla yansıması belirlenebilmektedir. Bu söylem alanlarını "Van Dijk

Metodu" olarak adlandırılan bir metotla analiz etmektedir. Van Dijk’a göre, kitle

iletişim araçlarının ve mesajlarının rolünü anlamak için söylem stratejilerine ve

yapılarına bakmak gereklidir. Ona göre; iktidar, söylem içinde ve söylem tarafından

hem harekete geçirilip hem de yeniden üretildiğinden, iletişim - metin ve konuşma -

olmaksızın iktidarın toplum içinde uygulanması mümkün değildir. Söylem analizi, dil

gibi anlamsal eylemleri incelemek için bilimsel bir yöntemdir ve toplumsal sorunları ve

siyasal meseleleri araştırmada önemli bir yere sahiptir. (Mora; 2006; 328)

Söylem çözümlemesi bir “okuma”dır. Söylem çözümlemesi gerçeğe dayalı değil,

anlama dayalı bir sonucu amaçlamaktadır. Söylemin çözümleniş biçimi çok öznel

olabilir, çözümleyicinin yorumu olası yorumlardan yalnızca biridir. Benzer şekilde van

(8)

Dijk, eleştirel söylem çözümlemesinin aslında ‘bir pozisyon alma’ olmasından

kaynaklandığını vurgular. Söylem çözümlemesinin bu şekilde bir öznelliği içermesini

Gill bir sorun olarak değerlendirir ve çözümleme yapanın kendi metninin de söylem

çözümlemesine açık olduğuna, bunun da döngüsel bir süreç yarattığına dikkat çeker. Bu

nedenlerle söylem çözümlemesinin çözümleyenin kendi inançlarına uygun metinleri

seçerek yaptığı bir yorumlamadan ibaret olduğunu ileri süren Widdowson, söylem

çözümlemesine yöntem değil sadece bir yaklaşım denilmesi gerektiğini savunur. Öte

yandan söylem çözümlemesi materyalizmden de bir kopuşu öngörür. Söylem kavramı,

ister toplumbilimsel bağlamda, ister eleştirel söylem çözümlemesi bağlamında, özerk

bir zihinsel süreç olarak dilin bir işlevini ifade eder. Söylem çözümlemesinin eleştirel

olması, araştırmacıyı politik bir sorumluluğa da davet etmektedir. Ancak sorun politik

sorumluluğun hangi politik konumdaki sorumluluğu taşıyacağıdır. Söylem

çözümlemesi, ‘eleştirel’ söylem çözümlemesi olarak; bütüncüldür, mevcut durumu

sürdürmeye yarayan ideolojilerin gizlediğini açığa çıkarır, toplumun yalnızca nasıl

olduğunu değil nasıl olabileceği ve nasıl olması gerektiğini anlamamızı, dünyayı daha

iyiye doğru değiştirebilmeyi ve bu değişim baskıyı ortadan kaldırarak tüm insanların

özgürleşmesini sağlar. Eleştirel söylem çözümlemesinin eleştirelliğin ne tür bir politik

konuma denk düştüğü açık değildir. (Atabek:2007;152–155)

Başlangıçta belirtildiği üzere çalışmada ilk olarak farklı görüşleri savunan şu gazeteler

belirlenmiştir: Türk Basını ana akım gazetesi Hürriyet ve Sabah; sol fikir gazetesi

Cumhuriyet; sağ fikir gazetesi Yeni Şafak. Alman Basını sol fikir gazetesi Süddeutsche

Zeitung ve dergisi Der Spiegel; muhafazakâr sağ fikir gazetesi Die Welt; liberal eğilimli

Die Zeit. Bu gazetelerde Türkiye’nin AB ile müzakerelere başlamasını konu alan haber

metinleri taranacaktır. Yapılan tarama sonucu hem Avrupa Birliği hem de Türkiye

açışından oldukça önemli olan 3 Ekim 2005 tarihinin gündem olarak hangi gazetede

nasıl yansıtıldığı analiz edilmeye çalışılacaktır.

Çalışmanın birinci bölümünde Avrupa Birliğinin ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin

tarihsel süreçleri ele alınacak, ikinci bölümde haberlerin gündem belirleme yöntemi

hakkında bilgi verildikten sonra üçüncü bölümde taranan haber metinlerinin söylem

çözümlerine yer verilecek, dördüncü bölümde ise farklı gazetelerde 3 Ekim

çerçevesinde ortak konuyu ele alan haberlerin incelenmesi yapılacaktır.

(9)

I. BÖLÜM

1. AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TARİHSEL GELİŞİMİ

Avrupa’da bütünleşme ve işbirliği fikri eski Roma İmparatorluğu dönemine kadar

uzanmaktadır. Roma İmparatorluğunun hüküm sürdüğü Avrupa’nın güneyi ve batısı,

Kuzey Afrika ile Ortadoğu’yu bir araya getiren topraklar kültürel bütünlüğe de büyük

katkıları olmuştur. Roma İmparatorluğunun çökmesinden sonra birçok ülkenin ortaya

çıkmasıyla yeni sorunlar doğurmuştur. Bu sorunlar birçok düşünür ve devlet adamını

çözüm yolları bulmaya itmiştir. (Dante, Pierre Dubois 1306, George Podiebrad 1462,

Duc de Sully 1638, William Penn 1693, John Beller 1710, Kardinal Alberoni 1736,

Jean-Jacques Rousseau 1756, Jeremy Bentham 1793, Immanuel Kant 1795, Napolyon

1814, Victor Hugo 1849, Konstantin Frantz 1879, Pierre Joseph Proudhon 1863,

Anatole Leroy-Beaulieu 1900) Avrupa’da bir bütünlüğün sağlanması yönünde çeşitli

yöntemler, fikirler ortaya atılmasına rağmen II. Dünya savaşı sonrasına kadar somut bir

başarı elde edilememiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında birçok insan hayatını

kaybetmiş, şehirler sanayi tesisleri, ulaşım araçları tahrip edilmişti. Savaş sonrasında yer

alan çalışmalar barışı koruyacak bir evrensel teşkilatın yani Milletler Cemiyeti’nin

kurulmasına yönelik olmuştur. Avusturyalı Kont Kalergi’nin “Pan Europa” adlı

kitabında ifade ettiği Avrupa’da bir birliğin kurulması fikri bugünkü Avrupa Birliği’nin

temelinde önemli rol oynamaktadır. Fransa Dışişleri Bakanı Aristide Briand’ın

Kalergi’yi desteklemesi ve özellikle Avrupa halkları arasında bir tür federal bağ

kurulması yönünde Milletler Cemiyetinde 26 Avrupa Devletine muhtıra yayınlaması

(1930) ile “Avrupa Federal Birliği”nin kurulmasını öngörmekteydi. Millet Cemiyetinde

başarı sağlanamaması ve Briand’ın ölmesi sonucu bu fikir II. Dünya Savaşı sonrasına

ertelenmiş oldu. II. Dünya Savaşı, Avrupa’da yeniden milyonlarca insanın ölümüne

şehirlerde, yerleşim merkezlerinde, sanayi bölgelerinde büyük tahribata yol açmıştır.

Savaş, Avrupa’yı, Avrupa ülkelerinin ekonomilerini yeniden yıkmış, yerle bir etmişti.

Ancak “Birleşik Avrupa” fikrine inananlar savaş sonrası bütünleşme çabalarını

sürdürmüşlerdir. Milletler Cemiyeti’nin karşılaştığı başarısızlıklar ve sorunlar dikkate

alınarak, 1945’te Birleşmiş Milletler adında yeni bir Dünya Teşkilatı kurulmuştur.

Avrupa’nın yardım ihtiyacını BM çerçevesinde ve Marshall Planı olarak adlandırılan

yardım programları ile ABD karşılamıştır. ABD sağlanacak yardımların

koordinasyonlarını düzenlenmek amacıyla bir Avrupa Ekonomik Birliği Komitesi

kurulmasını sağlamıştır. Böylelikle daha sonra Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü

(10)

ortaya çıktı. Avrupa ülkeleri, 1949 yılına kadar birlik oluşturma çabalarını

yoğunlaştırmışlardır. Avrupa’da bir birliğin oluşturulması sürecinin ilk sonucu, siyasi

temelli ve insan haklarını koruma, çoğulcu demokrasiyi sağlama amaçları üzerine

kurulmuş bir uluslararası örgüt olan Avrupa Konseyi’nin 1949 yılında Strazburg’da

kurulması olmuştur. Avrupa Konseyi Antlaşması, Belçika, Danimarka, Fransa, İrlanda,

İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, İsviçre ve İngiltere tarafından imzalanmış, daha

sonra Yunanistan ve Türkiye’ye de davetiye çıkarılmış ve bu iki ülke de Konsey’e üye

olmuştur. İzlanda ve Federal Almanya gibi diğer ülkeler de Konsey’e üye olarak kabul

edildi. Bir süre sonra Avrupa Konseyi toplantılarında hararetli tartışmalar yaşanmaya

başlandı. İngilizler ve İskandinavlar alışılmış şekliyle “hükümetlerarası işbirliği”ne

taraftar görünürken, Fransa ve diğerleri “ortak kurumlar” teşkilini savunmaktaydılar.

Avrupa bütünleşme çabaları, Avrupa Konseyi ile fazla bir gelişme sağlanamadı.

(Kabaalioğlu:1997; 21–59) Aslında konsey klasik uluslararası örgütlenme biçimini

aşamadı. Avrupa davası, uluslararası bir örgütlenmenin ötesinde bir bütünleşmeyi

öngörüyordu. Uluslarüstü bir “Yüksek Otorite” gözetiminde ortak ekonomik, politik

hatta askeri etkinlikler gerekliydi. Avrupa’da barış ve birliğin sağlanması için öncelikle

Fransa ve Almanya arasındaki karşılıklı rekabet ve güvensizlik kesin olarak ortadan

kaldırılmalıydı. Bu her iki ülkenin kendi ulusal çıkarları lehine egemenlik haklarını

ortak bir yüksek otoriteye devredebilen bir çözüm yolu bulunmasını gerektiriyordu.

1951 yılında Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun kuruluşunu hazırlayan ve fikir

babalığını Jean Monnet’in yaptığı “Schumann Planı” olarak bilinen bir bildiri ile

entegrasyon yolunda önemli bir adım atıldı. (Canpolat:2002; 109) 9 Mayıs 1950 yılında

dönemin Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schumann, Ruhr Bölgesinde bulunan zengin

kömür ve çelik madenlerini Almanya ile birlikte işleteceklerini, bunun için uluslarüstü

nitelikte bir örgüt kurulacağını ve isteyen tüm demokratik Avrupa devletlerinin bu

örgüte üye olabileceklerini Avrupa Kamuoyuna bildirdi. Schumann Deklarasyonu’na

daha sonra İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg da olumlu yanıt vererek 18 Nisan

1951 tarihinde Paris’te imzalanan Paris Antlaşması ile Avrupa Kömür ve Çelik

Topluluğunu kurdular. 23 Temmuz 1952 yılında yürürlüğe giren anlaşma ile tarihte ilk

kez kendi iradeleri ile ulusal egemenliklerinin bir kısmını uluslarüstü bir kuruma

devrettiler. Söz konusu kurumun ilk başkanı ise Jean Monnet oldu. Başarıyla

gerçekleştirilen bu ilk girişimin ardından aynı altı üye ülke Avrupa Savunma

Topluluğu’nu (1952) ve Avrupa Siyasi Birliği’ni (1953) kurmak istemişler ancak Fransa

bu iki girişimi de “ulusal bağımsızlığı tehlikeye atacağı” gerekçesiyle veto ederek

(11)

kurulmalarını engellemiştir. Askeri ve siyasi alanlardaki bütünleşmelerin alt yapıyı

oluşturan ekonominin entegre edilmeden gerçekleşmeyeceği düşüncesinin farkına varan

siyasi liderler ekonomik alanda entegrasyona yönelmişlerdir. Bunun sonucunda da

AKÇT üyesi altı devlet 25 Mart 1957’de Roma Antlaşmasını imzalayarak Avrupa

Ekonomik Topluluğu’nu ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nu kurdular. 1 Ocak 1958

tarihinde yürürlüğe girdi. 1965’de kurucu üyelerin imzalamış oldukları “Birleşme

Antlaşması” (füzyon antlaşması) sonucunda, AKÇT, AET ve EURATOM için tek bir

Konsey, Komisyon ve Parlamento oluşturulmuş, bütçeleri birleştirilmiş ve “Avrupa

Toplulukları” terimi kullanılmaya başlamıştır. (Günuğur: 1995) Sektörel bütünleşmenin

ileri bir boyutu olarak Euratom’a uluslarüstü nitelik kazandıran başlıca görev alanları;

nükleer yakıtların topluluk mülkiyetine geçirilmesi, nükleer alanda ortak güvenlik

denetimi uygulanması ve ortak bir araştırma politikası izlenmesiydi. Buna karşılık AET

çok daha bir kapsamlı içeriğe sahiptir. Anlaşmanın hemen 1. maddesinde bir topluluğun

kurulması öngörülürken ikinci madde de ise topluluğun görevi şu şekilde

belirtilmektedir: “Ortak bir pazarın kurulması ve üye devletlerin ekonomik

politikalarının giderek yaklaştırılması yoluyla topluluğun bütününde ekonomik

faaliyetlerin uyumlu bir şekilde geliştirilmesini, sürekli ve dengeli bir büyümeyi, daha

fazla istikrarı, yaşam standardının hızla yükselmesini ve topluluğun bir araya getirdiği

devletlerarasında daha sıkı ilişkilerin kurulmasını sağlamaktır.” Bu konu ve hedeflerin

yaşama geçirilmesi, AET’yi Kuran Anlaşma’nın 3. maddesinde belirtilen araçlar ve

faaliyetlerle sağlanacaktı. Bunların başlıcaları: bir Gümrük Birliği kurulması, üçüncü

ülkelere karşı ortak bir gümrük tarifesi oluşturulması ve ulusal ekonomi politikalarının

koordine edilmesidir. Bu faaliyetler, üye devletlerarasında kişilerin, hizmet ve

sermayenin serbest dolaşımı önündeki engellerin kaldırılmasıyla genişletilmekte ve üye

devletlerin ulusal mevzuatlarının birbirine uyumunun sağlanmasıyla tamamlanmaktadır.

Topluluğa verilen görevler Anlaşmanın hedefleri çerçevesinde uluslarüstü organlar

aracılığıyla yerine getirilmesi öngörülmektedir. Böylece, ortak bir ekonomik ve

dolayısıyla genel bir siyasi bütünleşmeye giden yolda ilk adım atılmış oldu.

(Gümrükçü:2002; 89)

Aynı dönemde, 1959 yılında, İngiltere, AET’ye karşılık olmak üzere Avrupa Serbest

Ticaret Bölgesi’ni (EFTA) kurulmasına öncülük etti. EFTA, 4 Ocak 1960 tarihinde

imzalanan Stokholm Konvansiyonu ile kuruldu. İngiltere, İsveç, Norveç, Danimarka,

Avusturya, Portekiz ve İsviçre’nin katıldığı EFTA, siyasi bütünleşmeden çok serbest

ticaret alanı oluşturulması amacını taşımaktaydı. İngiltere’nin AET’nin gelişmesini

(12)

engellemek için kurduğu bu birlik AET’ye göre çok gevşek bir yapıya sahipti. Yılda 2–

3 kez toplanan Bakanlar Kurulu ve Daimi Temsilciler Grubu’nun dışında organı yoktu.

1

1961 ve 1962 yıllarında Fransa Cumhurbaşkanı General de Gaulle Dışişleri Bakanı

Fouchet’ye iki plan hazırlatmış, çok fazla uluslarüstü olmayan, egemen devletlerin

klasik işbirliğine dayalı bir Avrupa entegrasyonu yönünde tutum ortaya koymuştur.

Fransa, federal Avrupa söylemi olan “vatandaşlar Avrupası”nın karşısında “vatanlar

Avrupası” söylemini çıkarmıştır. Bu yaklaşımının maddi uzantısı öncellikle hukuka

yansımaktadır. Federalist dünya görüşünün ortaya koyduğu ve Avrupa Toplulukları

Adalet Divanı tarafından da sürekli ilerletilen “Topluluklara tam üyelik anından itibaren

üye devletlerin egemen yetkilerini devretmelerini” öngören doktrin ile “egemen yetki

devrinin söz konusu olmadığı, Toplulukların kendilerine verilen görev sınırları içinde

yetkilerini yetki vekâleti ile sınırlı kullanabildikleri fonksiyonalist teori çatışmaktadır.

Hukuk teorisindeki bu çatışma sonucunda 1965 yılında kriz patlak vermiştir. Ortak

tarım politikasının, AET’nin kendi öz kaynaklarından finansmanını sağlamak üzere yeni

bir bütçe yapılandırılmasına gidilmesi, Fransa ile diğer Topluluk ülkeleri arasında

iplerin kopmasına neden olmuştur. Ancak, AET’nin karar alma usulleri gereği, tek

başına Fransa’nın karşı çıkışı karar alma sürecini bloke etmekte yeterli değildi.

Fransa’nın Avrupa yapılanmasını tek başına belirlemesinden ve arzu edilen noktadan

uzağa taşınmasından rahatsız olan diğer 5 AT ülkesi, Topluluk bütçesinin kendi öz

kaynaklarına kavuşması lehine oy kullanma hazırlığı içindeydiler. Fransa karar alma

sürecinin hiçbir aşamasına katılmayarak Topluluktan herhangi bir karar çıkmasını

engelledi. 1966 yılının Şubat ayı içinde Lüksemburg’da uzlaşı gerçekleştirilmiştir.

Lüksemburg uzlaşmasının Avrupa Toplulukları üzerindeki olumsuz etkileri, 1987 yılına

kadar devam etmiştir. (Ülger: 2003; 83–84)

14 Haziran 1985 tarihinde Almanya, Belçika, Fransa, Lüksemburg ve Hollanda

tarafından imzalanan Schengen Antlaşması; taraf ülkelerin ortak sınırlarında kişilere

tüm vize ve gümrük işlemlerinin kaldırılması ve üçüncü ülke vatandaşlarına yönelik

ortak vize ve gümrük işlemleri uygulanmasını öngörmüştür. İtalya (1990), İspanya ve

Portekiz (1991), Yunanistan (1992), Avusturya (1995), İsveç, Finlandiya ve Danimarka

(1996) da imzalayan ülkeler arasına katılmıştır. Birlik üyesi olmayan İzlanda ve

1

(13)

Norveç’in de AB’nin serbest dolaşım alanına dâhil edilmesi amacıyla, bu iki ülke ile 18

Mayıs 1999 tarihinde anlaşma yapılmıştır. 5 Haziran 2005 tarihinde de İsviçre, yapılan

referandum sonucu Schengen Anlaşması’nı kabul etmiştir.

1970 ve 80’de Avrupa bütünleşmesi bir duraklama dönemine girmişti. Özellikle karar

süreçlerinde yaşanan tıkanıklıklar ve ekonomik durgunluk Roma Antlaşmasının temel

hedefi olan “Ortak Pazar”a ulaşılmasını engelliyordu. Gerekli atılımı sağlamak üzere

Komisyon tarafından 1985 yılında Topluluk iç pazarının tamamlanması için hazırlanan

“Beyaz Kitap” çerçevesinde önerilen direktiflerin onaylanmasını kolaylaştırmak ve

kurucu antlaşmaların belli politika ve mekanizmalarla takviye edilmesini sağlamak

üzere, Roma Antlaşmasının 236. maddesine dayanılarak kurucu antlaşmalarda

değişikliğe gidildi. Bu çerçevede imzalanan “Avrupa Tek Senedi”, 1 Temmuz 1987

tarihinde yürürlüğe girdi. Tek Senet ile Roma Antlaşmasında yer alan ama

gerçekleştirilmesinde engel ve eksikliklerle karşılaşılan “Ortak Pazar” hedefi yeniden

tanımlandı ve bu ortak pazarın önündeki fiziki, teknik ve mali engellerin kaldırılması

amacıyla bazı düzenlemelere yer verildi. Söz konusu düzenlemelerin en geç 31 Aralık

1992 tarihine dek tamamlanarak üye devletler tarafından iç hukuka geçirilmelerine ve

böylece “ortak” ya da “tek” Pazar amacına ulaşılması öngörüldü. Bu çerçevede bir

yandan karar alma mekanizmalarında değişikliklere gidildi, öte yandan ise yeni politika

alanları Topluluk yetkisine dâhil edildi.

Karar alma mekanizmaları bağlamında, Bakanlar Konseyinde nitelikli oy çokluğu ile

karar alma uygulamasına ağırlık verilmesi, Avrupa Parlamentosunun daha etkin

katılımını sağlamak üzere “işbirliği usulü”nün ve yeni üye kabulü ve ortaklık

anlaşmaları konularında Parlamentonun vereceği “uygun görüş şartı”nın (onay)

öngörülmesi gibi önlemlere yer veriliyor; kurumsal yapıda bazı değişikliklere

gidiliyordu. Yeni politika alanlarının Topluluk yetkisine aktarılması bağlamında ise,

sosyal politika, ekonomik ve sosyal bütünleşme, teknolojik araştırma ve geliştirme,

çevre politikası üzerinde duruluyor, dış politika alanında ise, üye devletlerarasında daha

sıkı bir işbirliği sağlanması yolunda Topluluk düzenlemelerine gidilebilmesi mümkün

kılınıyordu. Avrupa Tek Senedi ile basit bir ortak pazar yerine entegre bir Avrupa

Pazarı olarak düşünülen Avrupa Tek Pazarının gerçekleşmesi için gerekli hukuksal,

kurumsal ve siyasal dayanaklar oluşturuldu ve Avrupa Bütünleşmesine yeni bir ivme

kazandırılmış oldu.

(14)

Avrupa Topluluğu’nda tek para birimi ve ortak bir merkez bankası sistemine dayalı bir

“ekonomik ve parasal birlik” ile ortak dış politika ve savunma politikası perspektiflerine

dayalı “siyasi birlik” kurulmasını öngören Avrupa Birliği’ni kuran Antlaşma ise

(Maastricht Antlaşması) 7 Şubat 1992 tarihinde imzalanmış ve 1 Kasım 1993 tarihinde

yürürlüğe girmiştir.

Maastricht Antlaşması ekonomik faaliyetlerin uyumlu ve dengeli gelişimini;

enflasyonsuz, sürdürülebilir ve çevre korumasına önem veren bir büyümenin

sağlanmasını; üye ülke ekonomilerinin uyum içinde birbirlerine yaklaşmasını ve Avrupa

vatandaşları için daha güçlü bir Birlik yaratılmasını hedeflemiştir.

2

Antlaşma kapsamında şu kararlar alınmıştır:

a) Ekonomik ve parasal birlik (EPB)

Maastricht Antlaşması ile EPB'nin ikinci aşamasına geçiş tarihi olarak 1 Ocak 1994

tarihi saptanmıştır. Bu çerçevede AB Komisyonu ve Avrupa Para Enstitüsü tarafından

hazırlanan raporlar, Konsey tarafından incelenerek 1996 yılı sonunda en az yedi üye

ülkenin aşağıdaki kriterleri yerine getirip getirmediğinin incelenmesi kararlaştırılmıştır:

Düşük enflasyon oranı, kamu maliyesinde düşük açık, para politikalarında istikrar ve

uzun vadeli faizler.

Bu hususları inceleyen Konsey, EPB'nin üçüncü aşamasının 1 Ocak 1999 tarihinde

başlamasını kararlaştırmıştır. Bu aşamada bağımsız bir Avrupa Merkez Bankası

tarafından yönetilecek olan tek bir para biriminin yürürlüğe girmesi öngörülmüştür.

b) Ortak dış ve güvenlik politikası (ODGP)

İkinci temeli oluşturan ODGP çerçevesinde Bakanlar Konseyi uzlaşma yöntemiyle, bu

alanlarda ortak eyleme konu olacak sorunları ve nitelikli çoğunluk ile hangi alanlarda

kararlar alınacağını saptamıştır.

 Savunma: ODGP, Topluluğu 'Ortak Savunma'ya götürecek bir ortak savunma

politikasının ileride saptanmasını da içermektedir. Batı Avrupa Birliği (BAB),

Topluluğun ortak hareket alanlarını yürürlüğe koymakla görevlendirilmektedir.

2

ARAT, Tuğrul: AB’nin Tarihçesi ve Gelişmesi, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi AB Hukuku

Sertifika Programı Ders Notları, 2006-IV Dönem

(15)

BAB'ın mekanizmalarının güçlendirilmesinin ve bu kuruluşun Maastricht Atlaşması

içerisine alınmasının, BAB Antlaşması'nın sona erdiği 1998 sonundan itibaren

görüşülmesi kararlaştırılmıştır.

 Avrupa vatandaşlığı: Diğer bir üye devlette ikamet eden AB vatandaşlarının,

Avrupa Parlamentosu seçimleriyle, belediye seçimlerinde seçme ve seçilme, AB

toprakları üzerinde ikamet ve hareket etme hakları ve tüm AB vatandaşlarının

üçüncü ülkelerde diplomatik korumadan faydalanması kararlaştırılmıştır.

 Konsey'de çoğunluk oylamasının genişletilmesi: Tüketicinin korunması, gelişme

halindeki ülkelere yardım, eğitimle ilgili bazı konular, sağlık, ulaştırma, çevre,

Trans-Avrupa ağlarının altyapıları konularında Konsey'de nitelikli çoğunlukla karar

alınabilmektedir. Bu çerçevede 1989 Avrupa Şartını temel alarak yürürlüğe

koyulması kararlaştırılan Sosyal Politika'ya ait bazı uygulamalarda da çoğunluk

usulü ile oylama yapılabilmektedir.

 Avrupa parlamentosu: Avrupa Parlamentosu'nun yetkileri genişletilmekte, bazı

hallerde Konsey ile ortak karar almasını sağlayacak yeni bir yöntem

oluşturulmuştur. Ayrıca Avrupa Parlamentosu bazı hallerde uygun görüş belirtme

hakkını kazanmıştır.

 Ekonomik ve sosyal uyum: Ekonomik ve sosyal uyumun, 31 Aralık 1993 tarihinde

kurulacak bir uyum fonuyla güçlendirilmesi öngörülmüştür. Bu çerçevede üye

devletlerin öz kaynaklar sistemine katkılarının, olanakları ile doğru orantılı olması

kararlaştırılmıştır.

c) Adalet ve içişleri alanında işbirliği

Üçüncü temel olan Adalet ve İçişleri Alanında İşbirliği kapsamında üye devletler, göç

ve siyasi iltica alanlarında aralarındaki işbirliğini artırmak amacıyla bir Avrupa Polis

Teşkilatı (Europol) kurmuşlardır.

Maastricht'te kurulan hukuksal yapı sayesinde Topluluk bütünleşmesi ile

hükümetlerarası işbirliği aynı zamanda işler duruma gelmiştir. 1996 yılından sonra

Avrupa Parlamentosu'nun yetkilerini artırmak ve bütünleşmeyi güçlendirmek amacıyla

bazı işbirliği alanlarının yeniden gözden geçirilmesi öngörülmüştür.

Bu gelişmeler neticesinde, Maastricht Antlaşması ile Avrupa Toplulukları (AKÇT,

AET, EURATOM) Avrupa Birliği (AB) bünyesine dâhil edilmiştir. Avrupa Birliği’ni

(16)

kuran bu Antlaşma ile AB’nin “üç temel sütunu” oluşturulmuştur. Birinci sütun, Roma

Antlaşması ile oluşturulan Avrupa Ekonomik Topluluğu ve Avrupa Atom Enerjisi

Topluluğu ile Paris Antlaşması’yla kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğundan

meydana gelmektedir. Ekonomik ve parasal birlik ve daha önce bahsedilen yetkiler de

bu sütuna dâhildir. İkinci sütun, Ortak Dışişleri Güvenlik Politikasını (ODGP)

içermekte ve Avrupa çapında bir savunma politikasını başlatmayı hedeflemektedir.

Üçüncü sütun ise, Adalet ve İçişlerini kapsamaktadır. Bu çerçevede, göç ve siyasi iltica

alanlarında aralarındaki işbirliğini artırmak isteyen üye ülkeler bir Avrupa Polis Ofisi

(Europol) kurmuşlardır. Ancak ikinci ve üçüncü sütun, karar alma mekanizmaları ve

hükümetler arası karakterleri nedeniyle birinci sütundan farklıdır. Bu alanlarda, üye

ülkeler, AB Zirveleri ya da Bakanlar Konseyi kanalıyla girişimde bulunabilirler. Ancak

bu çerçevede alınan kararlar siyasi nitelikte olup Adalet Divanı önünde bağlayıcılıkları

yoktur.

Ayrıca Maastricht Antlaşması var olan karar alma mekanizması yöntemlerini

(Parlamento onayı, danışma ve işbirliği) bazı yeni alanlara genişletmiş ve buna ek

olarak, yeni bir yöntem olan “ortak karar alma” prosedürünü düzenlemiştir.

1 Ocak 1993’te Tek Pazar’ın oluşmasıyla birlikte, 12 üye ülke arasında malların,

sermayenin, hizmetlerin ve insanların serbest dolaşımı tam anlamıyla sağlanmıştır.

Haziran 1993’te ise AB Devlet ve Hükümet Başkanlarının AB’nin Merkez ve Doğu

Avrupa Ülkelerini (MDAÜ) kapsayacak şekilde genişlemesi yönünde karar aldıkları

Kopenhag Zirvesi’nde, AB’ye üyelik kıstasları belirlenmiştir. “Kopenhag Kriterleri”

olarak bilinen bu koşullar, AB üyelik başvurusu kabul edilen tüm aday ülkeler

tarafından yerine getirilmesi gereken asgari koşulları ifade etmektedir. (www.ikv.org.tr;

2007) Siyasi ve ekonomik kriterler ile müktesebat uyumu olmak üzere üç grupta

toplanan bu koşullar şunlardır;

Siyasi kriterler: Aday ülke, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, azınlıkların

korunması ve kabul görmesinin güvence altına alındığı istikrarlı bir kurumsal yapıya

kavuşmuş olmalıdır.

Ekonomik kriterler: Aday ülkede iyi işleyen bir Pazar ekonomisi ve AB içindeki

piyasa güçlerine ve rekabet baskısına karşı koyabilme kapasitesi bulunmalıdır.

(17)

Topluluk müktesebatının kabulü: Aday ülke, siyasi, iktisadi ve parasal birliklerin

amaçlarına uyulması dâhil olmak üzere, Avrupa Birliği mevzuatını üstlenebilme ve

uygulayabilme kapasitesine sahip olmalıdır. Bunlar arasında siyasi kriterler, yani

demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıklara saygı AB’ye üyelik

görüşmelerinin başlaması için önkoşuldur. Bu kriterleri yerine getirmeyen bir ülke ile

müzakere süreci başlatılmamaktadır.

Kopenhag siyasi kriteri tam üye olabilmek için “aday ülkenin demokrasi, hukukun

üstünlüğü, insan hakları, azınlıkların korunması ve kabul görmesini teminat altına alan

kurumları istikrara kavuşturmuş olmasını ister.” AB’nin hâlihazırdaki temel metni olan

Amsterdam Antlaşması’nın altıncı maddesi ise:”Avrupa Birliği özgürlük, demokrasi,

insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı ve hukukun üstünlüğü ilkeleri üzerime

kurulmuştur” demektedir. Siyasi kriter diğer iki kriterden farklı olarak aday ülkelerin

tam üye olabilmek için hayata geçirmekte yükümlü oldukları mevzuat konusunda

kapsamlı bir tarif getirmemekte ve yukarıda görüldüğü gibi temel ilkeleri vurgulamakla

yetinmektedir. Bir diğer deyişle, kaba hatlarıyla diğer iki kritere tekabül eden, otuz bir

ana başlık altında toplanan ve adayların içselleştirmeleri zorunlu olan AB müktesebatı

(acquis communautaire) siyasi kriteri, bir istisna dışında, kapsamaz. (Aktar:2001; 93)

Birlik, 1 Ocak 1995’ten itibaren “Avrupa Birliği” (AB) olarak anılmaya başlanmış, aynı

yıl Avusturya, Finlandiya ve İsveç’in katılımıyla 15 üyeli hale gelmiştir.

16–17 Haziran 1997 tarihlerinde gerçekleştirilen Amsterdam Zirvesi toplantısında,

AB’nin 5. genişleme sürecine başlaması ve 1 Ocak 1999 tarihinde tek para birimi olan

Euro’ya geçilmesi teyit edilmiştir. Ayrıca Ortak Dışişleri ve Savunma Politikası, Adalet

ve Güvenlik Politikası ve Maastricht Antlaşması üzerindeki bazı değişiklikleri içeren

Amsterdam Antlaşması imzalanmış ve Mayıs 1999’da yürürlüğe girmiştir.

Avrupa Birliği Üye Devletleri, Amsterdam Antlaşması ile Birlik’in üçayağından biri

olan Adalet ve Polis Konularında İşbirliği’nin bir bölümünü hükümetlerarası işbirliği

konumundan, federal topluluk politikası konumuna getirmeyi amaçlamışlardır.

Amsterdam Antlaşması uyarınca ilk olarak, Adalet ve Polis İşbirliği içerisindeki göç ve

iltica politikaları topluluk politikası haline geldi ve ortak vize politikasıyla eklemlenerek

Üye Devletlerin “sınırdan kabul” tekellerini tamamen devretmelerini gerçekleştiren

zemini hazırladı. İç ve dış güvenlikten sorumlu güçler Adalet ve Polis İşbirliği ayağının

(18)

topluluk politikasına dönüşmesi süreci sayesinde daha etkin bir işbirliği sağladı.

(Aktar:2001; 95)

Adalet ve içişleri alanlarında işbirliği konusunda Maastricht Antlaşması’nda sadece

“demokrasinin ilkeleri” ve “temel haklar” yer alırken, Amsterdam Antlaşması’nda

AB’nin özgürlük, demokrasi, insan hakları ve temel özgürlüklere saygı ile hukuk devleti

ilkeleri üzerine kurulu olduğu belirtilmektedir. Avrupa Topluluğu, Amsterdam

Antlaşması ile AB içinde kişilerin serbest dolaşımı için gerekli olduğu ölçüde, göç ve

iltica, dış sınırlar ve medeni hukukta adli işbirliği konularında mevzuat çıkarma

yetkisine sahip olmuştur. Ayrıca Antlaşma ile insan hakları alanında önemli bir adım

atılmıştır.

12–13 Aralık 1997 tarihlerinde yapılan Lüksemburg Zirvesi’nde ilk kez, 11 aday ülke

arasında bir sınıflandırma söz konusu olmuştur. Kopenhag siyasi kriterlerini

karşılayarak müzakerelere başlayan ülkeler (Çek Cumhuriyeti, Estonya, Macaristan,

Polonya, Slovenya ve GKRY) “ilk dalga”, siyasi kriterleri yerine getirmemiş ve henüz

müzakereye hazır görünmeyen diğer ülkeler (Bulgaristan, Letonya, Litvanya, Romanya

ve Slovakya) ise “ikinci dalga” ülkeleri olarak adlandırılmıştır.

Genişleme süreci bir yandan devam ederken, AB, derinleşme çabalarını da

sürdürmüştür. 1 Ocak 1999 tarihinde Euro, 11 üye ülkede (Almanya, Avusturya,

Belçika, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İrlanda, İspanya, İtalya, Lüksemburg, Portekiz)

resmi para birimi haline gelmiş ve üye ülkelerin ulusal paralarının Euro’ya dönüşüm

oranları geri dönülemez bir şekilde sabitlenmiştir.

23–24 Mart 2000 tarihlerinde gerçekleştirilen Lizbon Zirvesi’nde ise, AB’nin istihdamı

güçlendirmeye ve bilgi üzerine kurulu bir ekonomi çerçevesinde ekonomik reform ve

sosyal uyumu gerçekleştirmeye yönelik yeni stratejisi tanımlanmıştır. Lizbon Stratejisi

olarak adlandırılan bu yeni yaklaşım ile başlayan süreç çerçevesinde AB’nin 2010 yılına

kadar; “daha çok sayıda ve daha iyi iş ve daha büyük bir toplumsal uzlaşmayla,

sürdürülebilir ekonomik büyümeyi gerçekleştirebilecek, bilgiye dayalı dünyanın en

rekabetçi ve dinamik ekonomisi” haline getirilmesi amaçlanmıştır.

7–9 Aralık 2000 tarihlerinde yapılan Nice Zirvesi’nde AB üyesi ülkeler, Kurucu

Antlaşmalara değişiklik getiren bir Antlaşma üzerinde uzlaşmaya varmışlardır. 26 Şubat

2001 tarihinde imzalanan Nice Antlaşması, tüm üye ülkelerde onaylanmasının ardından

(19)

1 Şubat 2003 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Başlıca amacı Birliği, yeni üyeler alarak

genişlemeye hazırlamaktır. Antlaşma, 15 üye ülke ve 12 aday ülkenin (Türkiye hariç)

AB Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu’ndaki üye sayıları dağılımı ile AB

Konseyi’nde karar almadaki oy ağırlıklarını belirlemiş, Bakanlar Konseyi’ndeki

ağırlıklı oy oranlarını değiştirmiştir.

28 Şubat 2002 tarihinde AB Anayasası taslağını oluşturmak üzere 105 üyeli

“Avrupa’nın Geleceği Kurultayı” toplanmıştır. Kurultay, 16 aylık bir dönemin sonunda

çalışmalarını tamamlamış ve taslak metni Hükümetlerarası Konferans’ta görüşülmek

üzere AB Dönem Başkanlığı’na sunmuştur. Avrupa için bir Anayasa oluşturan

Antlaşma Taslağı, 17–18 Haziran 2004 tarihlerinde Brüksel’de gerçekleştirilen Zirve

sonunda kabul edilmiştir. AB Anayasası, üye ve aday ülke liderleri tarafından Roma’da

imzalanmış böylece 29 Ekim 2004 tarihinde son şeklini almıştır. AB Anayasası, Avrupa

Birliği üye ülkelerinin siyasi bir birlik kurma yolunda attıkları en önemli adımı teşkil

etmekte ve AB’nin temelini oluşturan kurucu antlaşmalar ile bugüne kadar onları

değiştiren tüm antlaşmaları tek ve yeni bir metinde bütünleştirmektedir.

12 Ocak 2005 tarihinde Avrupa Parlamentosu tarafından kabul edilen Anayasa’nın

yürürlüğe gireceği tarih olarak Anayasal Antlaşma’da 1 Kasım 2006 belirtilmiştir.

Ancak Anayasa’nın yürürlüğe girebilmesi için tüm üye ülkeler tarafından onaylanması

gerekmektedir. Hâlihazırda, üye ülkeler, kendi Anayasaları tarafından belirlenen

sisteme göre –parlamento veya referandum kanalıyla- onay sürecini sürdürmektedir.

Ancak, üye devletlerden birinin dahi Anayasal Antlaşma’da belirtilen tarihe dek

onaylamaması halinde yürürlüğe giremeyecek olan AB Anayasası zorlu bir onay süreci

geçirmektedir. Özellikle, Fransa ve Hollanda’da gerçekleştirilen referandumlarda çıkan

“hayır” kararı olumsuz etki yaratmıştır. Bu durum karşısında, 16–17 Haziran 2005

tarihlerinde Brüksel’de düzenlenen AB Hükümet ve Devlet Başkanları Zirvesi’nde, AB

Anayasası onay sürecine ilişkin olarak, referandumlardan çıkan “hayır” sonuçlarının

üye ülkeler arasında “domino etkisi” yaratmasını önlemek için onay sürecine bir yıl ara

verilmesine karar verilmiştir. İngiltere, İrlanda, Portekiz, Danimarka, Çek Cumhuriyeti

ve Slovenya karara uygun olarak onay sürecini dondururken, G. Kıbrıs ve Lüksemburg

gibi bazı üyeler süreci durdurmayarak AB Anayasasına onay vermiştir.

(www.ikv.org.tr; 2007)

(20)

AB Anayasası genel olarak, dört bölümden ve 384 sayfadan oluşmaktadır. Bölüm I’de

AB’nin amaçları şöyle sıralanmaktadır: “… AB değerleri; insan onuru, özgürlük,

demokrasi, eşitlik, demokratik hukuk devleti ve insan haklarına saygı temeline

kurulmuştur. Üye ülkeler, bu değerlere bağlı olarak çoğulculuk, hoşgörü, adalet,

dayanışma ve ayrımcılığı yasaklayan bir anlayış üzeride toplumlarını korurlar. AB,

barış, halklarının refahını sağlar. AB, vatandaşlarının özgürlük, güvenlik, hak ve

hukuklarını korur. Sürdürebilir dengeli bir ekonomik kalkınmayı hayata geçirir. AB

sınırları içinde vatandaşlarının, ürünlerin, sermayenin ve hizmetlerin serbest dolaşımını

sağlar. En önemlisi ayrımcılığın her türlüsünü yasaklar. AB, üye ülkelerin ulusal

kimliklerinin korunmasından yanadır…”

Bölüm II’de AB vatandaşlarının anayasal hakları için :”Üye bir ülkenin vatandaşı aynı

zamanda AB vatandaşıdır (madde II–8)”, “İnsan onuru dokunulmazdır (madde II-I)”,

“Herkesin yaşama ve can güvenliği hakkı vardır (madde II–2)”, “Herkes yasalar önünde

eşittir (madde II–20)”, Ayrımcılığın her türlüsü yasaktır. Cinsiyet, ırk, din, dil, renk,

etnik yapı ve sosyal köken, cinsiyet, siyasi görüş, yaş durumu gibi konularda ayrımcılık

yasaktır (madde II–21)”, “AB, kültürel çeşitliliğe, çeşitli din ve dillere saygı gösterir

(madde II–21)”, “Kadın ve erkek eşitliği iş pazarında, meslek seçiminde ve

ödüllendirme gibi bütün alanlarda garanti altına alınmıştır (madde II–22)”, Bu bölümde

devamla,”…ailenin, yaşlıların, çocukların, çevrenin, tüketicinin ve sağlığın korunması

ile işsizlik ve hastalık durumlarındaki sosyal güvenceler garanti altına alınmıştır.

Düşünce, vicdan ve din ve eğitim özgürlüğü anayasal birer haktır.”

Bölüm III’te AB ekonomisi, iç pazarın oluşumu, girişimcilik, sosyal politikalar, gümrük

birliği, iş olanaklarının yaratılması, tarım, ticaret, balıkçılık, çevre, tüketicinin

korunması, enerji, sanayi, kültür, eğitim, araştırma, teknik gelişim, gibi temel ekonomik

ve sosyal politikalar anayasal çerçeve altına alınmıştır.

Bölüm IV’te ise, AB’nin yasama, yürütme ve yargı kurumları belirtilmiştir. Bu

bağlamda AB Parlamentosu, yasama; Avrupa Konseyi, yürütme organıdır. Bakanlar

Konseyi, yasaların hazırlığı ve bütçeyi kontrol etme görevini üstlenir; Avrupa

Komiserleri, AB’nin genel çıkarlarını geliştirirler; Avrupa Adalet Divanı, üye

ülkelerden birer katılımcıyla oluşur ve yargı gücünü temsil eder; Sayıştay, Hesapların

kontrolünü ve denetlemesini yapar.

(21)

 AB Anayasası ile AB karar mekanizması daha kolaylaşacaktır.

 Kararların büyük bir kısmı oybirliği yerine “nitelikli çoğunluk” oylamasıyla

alınacaktır.

 Anayasa ile ortak savunma ve dış politikanın güçlenmesi sağlanacak,

Avrupa’nın dünya üzerindeki gücü artacaktır (AB Anayasası uyarınca, AB ortak

bir dışişleri bakanı tayin edecektir.).

 AB Anayasası ile kadın erkek eşitliği ve işsizlikle mücadele gibi sosyal politika

konuları güçlenecektir.

 Uzun bir müzakereden sonra hazırlanan Anayasa, 25 ülke arasında olabilecek en

iyi uzlaşmadır.

Avrupa Anayasası’na “HAYIR” diyenlerin çoğunluğunu ise işçiler, az ve orta gelir

grubunda bulunan insanlar oluşturmaktadır. Sağ ve sol partilerin Anayasaya karşı olan

çok sayıda seçmeni vardır ve gerekçeleri şöyle sıralanmaktadır.

 Anayasa, pazar çıkarlarını, sosyal çıkarların önüne alan fazla liberal bir sistem

öngörmektedir; işçileri yeterince korumamaktadır.

 Anayasa, savunma alanında AB’yi, NATO’ya dolaylı olarak da ABD’ye bağımlı

kılmaktadır.

 AB Anayasası, Brüksel’e daha fazla yetki verdiği için ulusal devletlerin etkisini

azaltmaktadır.

 Anayasanın anlaşılması zordur. Sosyal haklar daha fazla dikkate alınarak, daha

iyi bir anayasa için müzakere edilmelidir.

3

3

DOĞANER, Cezmi: Türkiye’den Avrupa’ya, Avrupa’dan Türkiye’ye Bakış, içinde: Avrupa Birliği

Dersleri: Ekonomi-Politika-Teknoloji, editör: Dr. İrfan Kalaycı, Nobel Yayın, Ankara 2006, s.24-26

(22)

1.1. AVRUPA BİRLİĞİ’NİN GENİŞLEMESİ

Batı Avrupa bütünleşmesinde başlangıçtan günümüze dikkat çeken iki ana eğilimden

birincisi derinleşme, ikincisi ise genişlemedir. Derinleşme; işbirliği yapılan alanların

genişlemesi, üye ülkelerin münhasır egemenlikleri altında bulunan alanların giderek

artan biçimde Topluluklara devredilmesi anlamındadır. Bu alanda en önemli adım, 1

Temmuz 1968’de gümrük birliğinin kurulması ile atılmıştır. Öngörülen tarihten 18 ay

önce gerçekleşen gümrük birliği ile birlikte, sanayi mallarının serbest dolaşımı

gerçekleşmiş, gümrük tarifeleri ve tarife dışı engeller kaldırılmış ve dış dünyaya karşı

ortak gümrük tarifesi uygulanmıştır. Bu çerçevede, önce Avrupa Merkez Bankası

kurulmuş, ardından 1 Ocak 1999’dan itibaren ekonomi ve parasal bütünleşme süreci

başlatılmış ve nihayet ulusal paraların yerine ortak Avrupa parası Euro, 1 Ocak

2002’den itibaren tedavüle çıkmıştır.

Avrupa bütünleşmesinin en az derinleşme kadar önemli bir boyutu da genişlemedir.

Avrupa Topluluklarında ilk genişleme oldukça sancılı olmuştur. Başlangıç yıllarında

AT’nin dışında kalmayı yeğleyen ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’na alternatif olarak

EFTA’nın (Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi) kurulmasında başı çeken İngiltere, kısa bir

süre içinde fikir değiştirerek, AT’nin kapısını çalmıştır.(1963) Ancak bu talep,

Fransa’nın vetosu ile reddedilmiştir. 1967 yılında İngiltere tam üyelik başvurusunu

yeniledi. Bu kez, İngiltere tek başına değildi. EFTA içinde beraber yer aldığı İrlanda,

Danimarka ve Norveç de, İngiltere ile birlikte tam üyelik başvurusunda bulunmuştu.

İngiltere’nin bu ikinci başvurusu AT içinde de önemli oranda destek görmüştür. Bunun

nedeni, Fransa’nın diğer büyük AT devletlerinin İkinci Dünya savaşı’nın yenik ülkeleri

psikolojisinden de yararlanarak tek başına Avrupa entegrasyonunu şekillendirme

arzusunun yarattığı tepkidir. Bu koşullarda, İngiltere’nin AT’ye katılması Fransa’yı

dengeleyecek arayışlarla uyumlu olmuştur. Bununla birlikte Fransa, bu başvuruyu da

veto etmiştir. 1969 yılında de Gaulle’ün ardından Fransa’nın yeni Cumhurbaşkanı

seçilen Georges Pompidou, selefine göre ılımlı bir politikacıydı. Nitekim 1969 yılında

toplanan Lahey Zirvesinde Fransa, AT genişleme sürecindeki vetosunu kaldırmış,

Avrupa bütünleşmesinin derinleşme ekseninde gelişimine yeşil ışık yakmıştır. Lahey

Zirvesi’nin ardından AT’nin ilk genişleme müzakereleri başlamıştır. 1 Ocak 1973 günü

İngiltere, İrlanda ve Danimarka Avrupa Topluluklarına katılmışlardır.

(23)

Yunanistan; Karamanlis önderliğinde demokrasiye geçtikten sonra demokrasinin

teminatı olarak gördüğü Avrupa Ekonomik Topluluğu’na tam üyelik başvurusu

yapmıştır. Yunanistan’ın tam üyelik başvurusu sonucunda hazırlanan komisyon görüşü

olumsuzdu. Buna karşılık, Bakanlar Konseyi, ekonomik gerekçeleri geri plana iterek,

siyasi gerekçeleri ön plana çıkarmış ve böylece Yunanistan ile tam üyelik

müzakerelerinin başlanmasına yeşil ışık yakılmıştır. Uzun müzakerelerin ardından 1

Ocak 1981 tarihinde Yunanistan Avrupa Topluluklarına tam üye olarak katılmıştır.

4

1980’li yıllarda yaşanan AT’nin üçüncü genişlemesi, Franco’dan kurtulan İspanya ile

Salazar’dan kurtulan Portekiz’in Yunanistan örneğinde olduğu gibi demokrasilerini

teminat altına almak için yaptıkları üyelik başvurularının kabulü ile gerçekleşmiştir.

Komisyon, İspanya ve Portekiz’in başvurularına ekonomik gerekçelerle menfi görüş

bildirmiş, ancak Konsey yine siyasi gerekçelerle İspanya ve Portekiz’in üyelik sürecini

başlatmıştır. Ancak, özellikle İspanya’nın coğrafya ve nüfus büyüklüğü ile bu ülkenin o

günkü AT ortalamalarının çok gerilerinde kalan gelir yapısı, tam üyelik müzakerelerinin

çok çetin geçmesine yol açmıştır. Müzakerelerin çetin yapısı, bu ülkelerle yapılan

katılma anlaşmalarına da yansımış, bu ülkelere özellikle işçilerin serbest dolaşımı ile

ilgili olarak tanınan geçiş dönemi yedi yıl gibi uzun bir süreyi kapsamıştır. Sonuçta

1984 yılı içinde tamamlanan müzakerelere bağlı olarak, İspanya ve Portekiz 1 Ocak

1985’den itibaren AT tam üyeliğine kavuşmuşlardır.

5

Topluluk dördüncü genişleme sürecini Güney Avrupa ülkelerine kıyasla ekonomik

olarak daha gelişmiş ve demokrasinin tüm kurumları ile daha iyi işlediği Kuzey ülkeleri

(Avusturya, İsveç, Finlandiya) ile gerçekleştirmiştir. Aynı zamanda EFTA üyesi olan bu

ülkelerden Avusturya 17 Temmuz 1989’da, İsveç 1 Temmuz 1991’de, Finlandiya ise 18

Mart 1992 tarihinde Topluluğa üyelik başvurusunda bulunmuşlardır. Birlik, üç ülke için

müzakereleri eş zamanlı olarak 1 Şubat 1993 tarihinde başlatmış ve bu ülkelerin Birliğe

üye devletlerle ortak değerleri taşıması ve refah seviyelerinin yüksek olması nedeniyle,

katılım müzakereleri Birlik tarihindeki en kısa sürede (13 ay) tamamlanmıştır. Ancak

Avusturya’ya malların, kişilerin, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımı, dış

ilişkiler ve Gümrük Birliği, mali ve bütçesel hükümler ve rekabet politikası konularında,

İsveç’e aynı konulara ek olarak tarım ve balıkçılık politikası konusunda ve

Finlandiya’ya da her iki ülke için de ortak olan konularda ve yine balıkçılık politikası

4

ÜLGER, İrfan Kaya: Avrupa Dış Politikası ve AB Genişlemesi, içinde:Avrupa Birliği Üzerine Notlar,

editör Oğuz Kaymacı, Nobel Yayın, Ankara 2005, s.38-43

5

(24)

konusunda geçiş süresi tanınmıştır. Bu ülkelerin 1995 yılında katılımları ile Birlik, Orta

ve Kuzey Avrupa’ya doğru genişleyerek üye sayısını on beşe çıkarmıştır.

6

1990’lı yıllarda Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile AT/AB arasında imzalanan Avrupa

Antlaşmalarının temel amacı, söz konusu ülkeleri AB üyeliğine hazırlamaktı. İkinci

Dünya Savaşı sonrasında Sovyet hegemonyası altına giren söz konusu ülkelerin katılma

koşulları 1993 Aralık ayında Kopenhag zirvesinde somutlaştırıldı. Zirvede, üç ana

başlık altında toplanan ve adayların tam üye olabilmeleri için uymaları zorunlu olan

kriterler şu şekilde belirlenmişti.

 Demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını, azınlıklara saygıyı ve

azınlıkların korunmasını teminat altına alan kurumların istikrarını sağlamak;

 İşleyen bir Pazar ekonomisine sahip olunmasının yanı sıra, Avrupa Birliği

içindeki rekabet baskısı ile piyasa güçleri karşısında durabilmek yeteneğine

sahip olmak;

 Siyasi, ekonomik ve parasal birlik de dâhil olmak üzere tam üyelikten

kaynaklanan yükümlülüklere uyum yeteneğinin olması.

Öte yandan Avrupa Komisyonu, 20 Temmuz 1996 günü “Gündem 2000” ismini taşıyan

raporu yayınladı. Raporda, Kopenhag kriterlerinden hareket edilerek, tam üyeliğin

koşulları yeniden tanımlanıyordu. Bu bağlamada, tam üyeliğin değişen yapısından

bahsedildiği, tam üyeliğin artık sadece “Topluluk müktesebatı” ile sınırlı olarak

değerlendirilemeyeceği göze çarpan ilk unsurdu. Gerek Topluluk müktesebatının zaman

içinde geldiği ve ileride alacağı boyut, gerekse AT’den AB’ye geçişle birlikte ortaya

çıkan siyasi ve ekonomik yeni hedefler, yeni tam üyelik sürecinin eskiyle mukayese

edilebilirliğini ve potansiyel müktesebatın yanı sıra, Kopenhag kriterleri, AB çatısı

altında hedefleri ortaya konan Ortak Dış Politika ve Güvenlik Politikası, Adalet ve

İçişlerinde İşbirliği ve son olarak Ekonomik ve Parasal Birlik hedeflerine ulaşma

kapasitesi, yeni adayların bir arada dikkate almak zorunda oldukları bir bütünlük

sergilemekteydi.

12–13 Aralık 1997 günleri gerçekleşen Lüksemburg Zirvesinde Gündem 2000’in

önerileri kabul edildi. Zirvede, tam üyelik başvurusunda bulunan aday ülkeler üç ana

kategoriye ayrıldı. Birinci grupta Kıbrıs Rum Kesimi, Polonya, Macaristan, Çek

6

(25)

Cumhuriyeti, Slovenya ve Estonya yer alıyordu. Genişlemenin ikinci halkasında ise

Letonya, Litvanya, Bulgaristan, Romanya ve Slovakya bulunuyordu. İlk kategori içinde

yer alan Kıbrıs’ın durumu siyasi sorun ipoteği altında olduğundan, birinci grup içi bir

alt gruptan da bahsetmek mümkündü. Hukuken adanın bütününü temsil ettiği iddiasında

olan Kıbrıs Rum Yönetimi temsilcileri ile müzakerelere başlanması, Kıbrıs’ın kuzeyini

içine alan bir çözüm niteliği taşımıyordu.

Türkiye ise Lüksemburg Zirvesi’nin üçüncü kategorisini oluşturdu. Bu çerçevede

Lüksemburg Zirvesi Başkanlık Bildirisi’nin 31 ile 36. (dâhil) paragrafları Türkiye

konusunu işledi.

7

Avrupa Konseyi, Haziran 1993’teki Kopenhag Zirvesi’nde, ‘arzu eden Merkezi ve

Doğu Avrupa ülkelerinin Birlik üyesi olabileceklerini’ açıkladı. Avrupa konseyi, Aralık

1997’de Lüksemburg’da, genişlemeyi mümkün kılacak süreci başlattı. Bu çerçevede on

üç ülke adaylık statüsü aldı: Bulgaristan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Çek

Cumhuriyeti, Estonya, Macaristan, Letonya, Litvanya, Malta, Polonya, Romanya,

Slovak Cumhuriyeti, Slovenya ve Türkiye.

2002 yılının Aralık ayında, yine Kopenhag’da toplanan Avrupa Konseyi, on ülkeyle

yürütülen katlım müzakerelerini sonuçlandırdı. Birlik, Kıbrıs, Çek Cumhuriyeti,

Estonya, Macaristan, Letonya, Litvanya, Malta, Polonya, Romanya, Slovak

Cumhuriyeti ve Slovenya’yı 1 Mayıs 2004’te üye olarak karşıladı. Birliğe katılan on

ülkeyle Katılım Antlaşması 16 Nisan 2003’te Atina’da imzalandı. (Bkz. Avrupa

Komisyonu Genişleme Genel Müdürlüğü:2003)

AB, böylelikle tarihinin en kapsamlı genişlemesini tamamlamış oldu. Toplam 378

milyon nüfusa sahip olan AB15'in nüfusu, son genişleme ile birlikte 454 milyona

ulaşırken; 10 yeni ülkenin katılımıyla AB'nin resmi dillerinin sayısı da 11'den 20'ye

yükseldi. Avrupa kıtasının tarihi bölünmesini sona erdiren bu genişleme dalgası AB'nin

sosyal, kültürel, ekonomik iç dengelerinin yanı sıra kurumsal yapısını da büyük ölçüde

değiştirdi.

1 Ocak 2007 tarihinde Bulgaristan ve Romanya’nın katılımları ile toplam 27 üye

ülkeden oluşuyor.

7

(26)

1987 yılında üyelik başvurusunda bulunmuş olan Türkiye ise 3 Ekim 2005'te müzakere

çerçeve belgesinin kabulü ile resmen müzakere sürecine başlamaya hak kazanmıştır.

2003'te adaylık başvurusunu yapmış olan Hırvatistan ile 2005'te müzakerelere

başlanmıştır. 2004'te adaylık başvurusu yapan Makedonya ise Aralık 2005'te adaylık

statüsünü kazanmıştır. Son olarak da Arnavutluk, Sırbistan-Karadağ, Bosna Hersek ve

BM güvencesi altında korunan Kosova adaylık statüsü bekleyen ülkelerdir.

AB'nin yaşamış olduğu en son genişleme, aday sayısı, yüzölçümü (yüzde 34 artış),

nüfus (105 milyon artış) ve değişik tarih ve kültürlerin zenginliği dikkate alındığında,

kapsam ve çeşitlilik açısından benzersiz olduğu için, eşsiz bir meydan okuma

niteliğindedir. (www.mfa.gov.tr;2007)

Referanslar

Benzer Belgeler

Derecelendirme notu düşük olan firma için banka daha fazla sermaye karşılığı ayıracağından, bu artan maliyeti daha yüksek kredi faiz oranı ile telafi etmeye

(2015) 262 vaka üzerinde yaptıkları bir çalışmada cinsiyet, yaş, BKİ, visseral yağ, subkutan yağ, visseral yağın subkutan yağa oranı, visseral yağın toplam yağa oranı,

Dan Ariely, sadece Yahudilerin değil herkesin bağış yapması gerektiğini ifade etmektedir. Bu nedenle yazara göre para bağışlamanın insanlar arasında çoğu zaman

Die Geschichte der Generationen Die Literarisierung der Erinnerung hat ih- rerseits eine Geschichte, die von den spe- zifischen Generationserfahrungen nach 1945 nicht zu trennen

Er wurde immer höflicher, erledigte mein Anliegen auf die liebenswürdigste Weise, entschuldigte sich nochmals, daß er mich hatte warten lassen, und bat mich, meiner

YeZYIL'DA EDE131 METINLER 907 Pa~a, 6'~ar ~iirde an~lan Sadrazam Gürcü Mehmed Pa~a, Veysi, Hekimba~~~ Emir Çelebi, 5 ~iirde an~lan Azmi-zade Hâleti gibi ki~iler elbette

Toda-Yamamoto nedensellik testi sonuçlarına göre, Türkiye imalat sektörü için büyümeye dayalı ihracat hipotezinin geçerli olduğu, tarım, orman ve hayvancılık

İşçi mükellefiyetinin toplumsal yaşamdaki yansımasının konu edildiği Ölümün Ağzı adlı yapıtta erkekler, sömürüden doğrudan etkilenirken kadınlar dolaylı