ANKARA ÜNİVERSİTESİ
BEYPAZARI MESLEK YÜKSEKOKULU
MÜLKİYET KORUMA VE GÜVENLİK BÖLÜMÜ
AFETLER TARİHİ Öğr. Gör. Habib AKYAZI
Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde Türkiye’de Görülen Bulaşıcı Hastalıklar ve Salgınlar,
BAD118 AFETLER TARİHİ DERS İÇERİĞİ
Sağlık: Sadece hastalık ve sakatlığın olmayışı değil bedenen, ruhen ve sosyal yönden tam bir iyilik hâlidir. Toplumun
sağlıklı yaşam biçimini benimsemesi, sağlığın korunması ve geliştirilmesi (eğitimi) de sağlıklı olmak açısından önemlidir.
Hastalık: Herhangi bir nedenle kişinin bedensel, ruhsal ve sosyal yönden iyiliğini yitirmesidir.
Bulaşıcı Hastalık: Bir hastalığın, insandan insana ya da hayvandan insana herhangi bir yolla bulaşma niteliği taşımasıdır.
Mikrop: Bulaşıcı hastalık meydana getiren, gözle
görülmeyen; ancak mikroskop denilen aletle görülebilen mini canlılardır.
Salgın: Bir bulaşıcı hastalığın, belirli zaman ve normal ölçüler içinde beklenenden daha çok sayıda görülmesi ya da o toplumda daha önce hiç görülmeyen bir hastalığın tek bir vaka bile olsa ortaya çıkmasıdır.
Bulaşıcı Hastalık Etkenleri
Bakteriler: Normal mikroskopla görülebilen, çoğunlukla
antibiyotiklerle öldürülebilen, virüslere göre daha büyük olan canlılardır.
Virüsler: Normal mikroskopla görülmeyen, antibiyotik denilen ilaçlarla öldürülemeyen, sadece canlı ortamlarda üreyebilen ve diğer mikroplardan çok daha küçük olan canlılardır.
Parazitler: Mikrop kadar küçük tek hücreli canlılar olabildiği gibi (sıtma etkeni), bağırsak solucanı, kıl kurdu ve tenya (abdestbozan) gibi gözle de görülebilen canlılardır.
Bulaşıcı Hastalıklar ve Salgınlar
Bulaşıcı ve salgın hastalıklar tarih boyunca insan ölümlerinin en büyük etkenlerinden biri olmuştur.
Bu hastalıklar pek çok can kaybına neden olarak
savaşların ve toplumların kaderleri üzerinde de etkin rol oynamışlardır.
Bulaşıcı ve salgın hastalıklar, yüzyıllardan beri en büyük can kayıplarına yol açan ve insanları dehşete düşüren
hastalıkların başında gelir.
BAKTERİLER
Bulaşıcı Hastalık Etkenlerinin Genel Özellikleri
Mikroplar uygun ısı, nem ve besin ortamı gibi koşulların varlığında çoğalarak sayıları hızla artar.
Mikropların bir kısmı insanlarda, bir kısmı ise hem insan hem de hayvanlarda hastalık oluşturabilir.
Bazı mikropların kendisi hastalık oluştururken (kolera, grip virüsü, amip vb.) bazıları da salgıladıkları zehirli maddeler ile hastalık
(tetanos, botilinum vb.) oluşturabilir.
Bazı mikroplar, giriş yerinde yerel (lokal) enfeksiyon oluştururken bazıları genel hastalık oluşturabilir.
Bulaşıcı Hastalık Etkenlerinin Genel Özellikleri
Bazı mikroplar, vücuda girdikten sonra bazı organ ve dokuları tercih ederek hastalık oluşturur (hepatit virüsleri, karaciğere;
menenjit yapan mikroplar, beyin zarlarına yerleşirler).
Mikropların bazıları insandan insana bulaşırken (hepatit virüsleri, grip virüsleri vb.) bazıları bulaşmaz (tetanos, brusella vb.).
Bazı mikroplar, salgın oluşturabilirken (kolera, tifo, grip, bulaşıcı menenjit, hepatit A vb.) bazıları oluşturmaz (tetanos vb.).
Yeni Gelişen Enfeksiyon Hastalıkları
Ebola
Sars
Mers
H1N1
H5N1
Zika virüsü
Corona virüsü
Enfeksiyon Zinciri (Bulaşma
zinciri)
Bulaşıcı Hastalıkların Kontrolü
Bulaşıcı Hastalık Çıkmadan Önce Alınması Gereken Önlemler
Bulaşıcı Hastalık Çıktıktan Sonra Alınması Gereken Önlemler
Salgın Durumunda Alınması Gereken Önlemler
Olağanüstü Durumlar ve Afetlerde Alınması Gereken Önlemler
Hastalık gruplandırmaları
A Grubu: Ülke genelindeki resmi ve özel bütün sağlık kuruluşlarından ve özel hekimlerden
bildirimi yapılacak olan hastalıklar
B Grubu: Ülke genelindeki resmi ve özel bütün sağlık kuruluşlarından ve özel hekimlerden tespit edildiği anda rutin bildirim sürecini beklemeden en acil şekilde ihbarının yapılması zorunlu olan
hastalıklar.
Hastalık gruplandırmaları
C Grubu: Ülke genelindeki bütün sağlık kuruluşlarından değil, sadece seçilmiş olan
merkezlerden bildirimi yapılacak olan hastalıklar
D Grubu: Ülke genelindeki seçilmiş olan laboratuvarlardan (tüm kamu kurum ve
kuruluşlarına ait laboratuvarlar) bildirimi yapılacak olan hastalıklar.
Osmanlı Döneminde büyük can kaybına yol açan salgın
hastalıklar
Veba / Taun
Osmanlı dönemine ölümcül salgınlar yaratan ve toplum
hafızasında derin izler bırakan bulaşıcı hastalıklar açısından bakıldığında ilk akla gelen hastalık vebadır.
Veba Osmanlı kaynaklarında ve halk arasında taun olarak da adlandırılır.
Osmanlı toprakları yüzyıllar boyunca pek çok veba salgınına maruz kalır.
İstanbul, İzmir, Selanik, Halep, İskenderiye ve Kahire gibi Osmanlı vilâyetleri bu salgınlardan en çok yara alan yerler arasındadır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda ölümcül veba salgınları ancak 1850’lere doğru ortadan kalkmıştır.
Cüzam / Lepra
Osmanlı topraklarında sık rastlanan bir diğer bulaşıcı hastalık olan cüzam (lepra, miskin illeti) da veba kadar ölümcül salgınlar yapmasa da her dönemde en çok korkulan bulaşıcı hastalıkların başında gelir.
Aslında cüzamın insan bedeninde yarattığı ürkütücü fiziksel
değişiklikler tarih boyunca tüm toplumlarda bu korkunun oluşmasına yol açmıştır.
Hastalık nedeniyle aslana benzer bir şekil alan yüz ifadeleri, ciltte oluşan renkli lekeler, sert ve kabarık nodül ve yaralar, bu hastalardan korkulmasının ve bu nedenle onların toplumdan dışlanmalarının
nedeni olur.
Cüzam / Lepra
Doğu dünyasında Hz. Muhammed’e ait olduğu söylenen “cüzamlıdan aslandan kaçar gibi kaç” ya da “cüzamlı ile aranda bir mızrak boyu mesafe bırakarak konuş” gibi hadisler, yüzyıllar boyunca
cüzamlılarla temas edilmemesi ve onlardan ayrı bir halde yaşanılması için rehber kabul edilir.
Bu dini görüşlerin Doğuda birer tecrit mekânı olan miskinhanelerin yapılışında da etkisi olur.
Bu nedenle Osmanlılar da başlangıç dönemlerinden itibaren, o
yıllarda tedavi olanağı bulunmayan lepralıları toplumdan tecrit etmek amacıyla, İstanbul, Bursa ve Edirne’de Leprozeriler (miskinler evi, cüzamhane) kurulur.
Cüzam / Lepra
Anadolu’da bu gibi kuruluşların bulunmadığı yerlerde ise şehirlerin dış mahallelerinde kurulan tecrit evleri, giderek
Kastamonu, Sivas, Bursa, Edirne ve İstanbul gibi yerlerde kurulan cüzamhanelere dönüşmüştür.
Edirne’de Miskinler Tekkesi denen yerde kurulan Edirne
Cüzamhanesi (15. yüzyıl) bu kurumların ilklerinden olup iki yüzyıl kadar cüzamlılara hizmet vermiştir.
Bunların arasında en ünlüsü ise Üsküdar’da 16. yüzyılda inşa edilen Üsküdar’daki Karacaahmet Cüzamhanesi’dir.
A. Süheyl Ünver’in çizimi ile Üsküdar Leprozerisi.
Çiçek
Çiçek hastalığı da, tüm dünyada olduğu gibi, Osmanlı
topraklarında da yüzyıllar boyunca ölümcül salgınlar yaratan hastalıklardan biridir.
Hastalık; 1705’te Mısır’da, 1739’da Mora’da, 1783’te Bosna’da, 1785, 1810 ve 1824’te olmak üzere üç kez
Suriye’de, 1835’te Kahire’de ve 1842’de Samsun’da büyük salgınlar yapmıştır.
Çiçek hastalığından korunmak amacıyla tarih boyunca değişik yöntemlerle bağışıklama denemeleri yapılmıştır.
Çiçek
Osmanlıda bulaşıcı ve salgın hastalıklar açısından en önemli
olaylardan biri de Türk usulü çiçek aşısı olarak adlandırılan yöntemdir.
Bu yöntem, çiçek geçiren kişilerin püstüllerinden bir iğne ucuyla alınan irinin, özellikle sağlam çocukların kolunda oluşturdukları bir çiziğe sürülüp, üstünü de ceviz kabuğu ya da bir yaprak kapatılması uygulamasıdır.
Ancak bu yöntem riskli bir yöntemdir.
Daha sonraki yıllarda çiçeğin yeryüzünden silinmesini sağlayan
hayvandan insana aşılama yöntemi Edward Jenner tarafından 1796’da keşfedilmiştir.
Frengi
Çiçek ve veba kadar akut seyirli bir hastalık olmasa da frengi de ülkemizde büyük halk sağlığı sorunu yaratan hastalıklardan biridir.
1826’da yeniçeriliğin kaldırılarak Nizam-ı Cedit’in kurulmasından sonra, Anadolu’nun çeşitli yerlerinden toplanan askerler terhis
edildiklerinde bu hastalığı köylerine de götürürler.
1853-56 Kırım ve 1876 Rus savaşlarından sonra da özellikle Kastamonu ve Bolulu askerlerin memleketlerine dönüşlerinde
hastalığı memleketlerine götürmelerinin frenginin buralarda endemik tarzda yayılmasında büyük rolü olmuştur.
Frengi
İstanbul’dan başlayarak, bir afet şeklinde Bolu ve Kastamonu yörelerine yayılan frengi, daha sonra tüm Karadeniz sahillerinde görülür.
Bazı yerlerde yayılmanın önlenebilmesi için sadece frengili
askerlerden oluşan ve izole bir şekilde tedavi edilmeye çalışılan
‘frengi bölükleri’ oluşturulmuştur.
O dönemlerde kesin tedavisi olmayan hastalığın yayılımı ancak Cumhuriyetten sonra başlatılan frengi mücadelesi ile
engellenmeye başlanmış, 1940’lardan sonra antibiyotiklerin
kullanımı ile de hastalık tamamen tedavi edilebilir hale gelmiştir.
Kolera
Osmanlı toplumunun ilk kez 1830’lu yıllarda tanıştığı kolera hastalığı da ölümcül salgınlar oluşturan ve halk sağlığını tehdit eden
hastalıklardandır.
Osmanlı coğrafyasının Doğu’yu Batı’ya bağlayan bir köprü
konumunda olması nedeniyle, 1817 yılında Bengal’den başlayarak 1831’de İstanbul’a ulaşan ilk kolera pandemisinde de bir geçiş yolu olması kaçınılmazdır.
Osmanlıda karantina teşkilâtının kurulması da, işte bu geçiş yolu
olması nedeniyle ve Batı’lı devletlerin bu yöndeki baskılarıyla ilk kez 1831 yılında gündeme gelmiştir.
CUMHURİYET DÖNEMİ
Resmi olarak 29 Ekim 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti, birçok savaştan çıkmış, yorgun ve hastalıklarla zayıflamış bir ülke ve halk devralır.
Bu dönemin en büyük halk sağlığı sorunu ise bulaşıcı ve salgın hastalıklardır.
Atatürk’ün önderliğindeki genç Cumhuriyet hükümeti, öncelikle çok doğru bir teşhisle bu hastalıklarla mücadelenin asıl yolunun, bunların bireysel bir sorun olmayıp bir halk sağlığı sorunu olduğu ve
çözümün devletin temel görevlerinden biri olduğunun kabulüyle işe başlamışlardır.
CUMHURİYET DÖNEMİ
Bu kabulden sonra, o dönemde büyük bir halk sağlığı sorunu olan sıtma, frengi, trahom ve verem gibi bulaşıcı hastalıklara karşı devlet eliyle sistemli bir şekilde mücadeleye girişilmiş ve çok başarılı sonuçlar alınmıştır.
Sağlık hizmetlerinin yaşama geçirilmesi ve örgütlenmesinde Sıhhiye ve Muavenet-i İctimâiye Vekâleti (Sağlık Bakanlığı) görevlidir.
Dr. Refik Saydam, ülkede koruyucu sağlık, halk sağlığı ve toplum sağlığı kavramlarını yerleştiren kişidir.
CUMHURİYET DÖNEMİ
Dr. Refik Saydam’ın 1925 yılında belirlediği Sağlık Bakanlığı hizmet programının en önemli maddeleri arasında; sıtma, trahom, frengi ve öteki bulaşıcı ve sosyal hastalıklarla mücadele edilmesi ve verem sanatoryumlarının açılması bulunmaktadır.
Dr. Refik Saydam bu maddeleri yaşama geçirebilmek için büyük uğraş vermiş ve ülkede sıtma, frengi, trahom ve verem mücadelesi için örgütlenmeyi gerçekleştirmiştir.
Sıtma mücadelesi
Sıtma ülkemizde yüzyıllar boyunca her dönemde rastlanan hastalıklardandır.
Ancak I. Dünya Savaşı ve sonrasında sıtmanın ülkeye verdiği zarar iyice artmıştır.
Hicaz Irak ve diğer sıcak ülkelerden dönen askerlerimiz tropik malaryanın ülkede daha da artmasına yol açmışlardır.
Öyle ki İstiklâl savaşı sırasında askerlerimizde % 40 oranında sıtma bulunmaktadır.
Bu nedenle Türkiye’de sıtma savaşı Cumhuriyet’in ilk yıllarında, hatta TBMM’nin kuruluşuyla birlikte başlar.
Sıtma mücadelesi
Atatürk, sıtma salgınlarına çözümün bataklıkların kurutulması ve arazi ıslahı olduğunu söylemiştir.
Dr. Refik Saydam’ın başkanlığında kurulan sıtma mücadele komisyonu savaşımın esaslarını saptamıştır.
İlk savaş 1924’te Ankara’da salgın halinde görülen sıtma için öncelikle başlatılmış, İstanbul’daki Bakteriyolojihane’de bir sıtma kursu açılmıştır.
Burada yetiştirilenlerle Ankara, Adana ve Aydın’da çalışmalara başlanmıştır.
1926’da sıtma savaşında gerekli olan yöntemlerin tespiti ile bunların
uygulanmasından doğan yükümlülük ve cezaları kapsayan “Sıtma Mücadelesi Kanunu” çıkarılmıştır.
Sıtma mücadelesi
Sıtma Mücadele Heyetleri, çıkarılan yasalar çerçevesinde, sıtma ile savaşta üç yöntem belirlemişlerdir:
1. Yılda iki kez bölgelerindeki insanların dalak ve kan
muayenelerini yaparak sıtmalı olanları tedavi altına alınması, 2. Sivrisineklerle bataklıkların kurutarak savaşılması,
3. Sıtmanın yayılmasında etken olan sivrisinek barınakları ve çeltik alanlarının kontrol altına alınması.
Bu önlemler sonucunda sıtma savaşında başarılı sonuçlar alınmıştır.
Sıtma mücadelesi
Dünyada 1934 yılında Klorokin, 1939’da ise DDT
(Diklorofeniltrikloroetan)’nin insektisit olduğu keşfedilmiştir.
Sıtma ile mücadelede laboratuvar, enstitü ve dispanser sayısının artması, aile üyelerinin kontrolleri planlanmış,
Diklorofeniltrikloroetan (DDT) ve 1949’da mazot ve petrol
kullanılmaya başlanılmış, böylece savaş yıllarında binde 321,3’e kadar çıkan sıtmalı oranının 1950’de binde 14,3’e inme başarısı gösterilmiştir.
1970 yılında sıtma insidansı yüz binde 3,55 olmuştur.
Sıtma mücadelesi
Bu tarihten sonra ise toplumsal duyarlılığın azalması sonucunda ülkemizde 1977 (yüz binde 293) ve 1994 (yüz binde 139,38) yıllarında iki epidemi yaşanmıştır.
1994 yılındaki epidemiden sonra çalışmalara hız verilmiş ve 1998 yılında insidansı yüz binde 57,92’ye gerilemiştir.
Şu an ülkemizde görülen sıtma vakalarının %91’i Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde olup, en son 2014 yılında görülen toplam vaka sayısı 233’tür.
Vaktinde tedavi edilmemiş sıtmalı bir çocuk
(Sıhhî Müze Atlası. İst., 1926, Türkiye Cumhuriyeti Sıhhiye ve Muavenet-i İctimaiye Vekâleti, s. 2)
Adana Sıtma Enstitüsü, sıtma kursu ve 20 yataklı bir sıtma hastanesi, 1928
Sıtma ile mücadelede kullanılan afişler.
(M Süyev. Sıtma savaşı albümü. İst., 1953, T.C. Sağlık ve Sosyal Yardım Vekaleti Yay., s. 67)
Trahom mücadelesi
Birinci Dünya Savaşı’na kadar özellikle Güneydoğu Anadolu’da endemik olarak görülen trahom, harpler sırasında yurdun her
yerine yayılmıştır.
Önlenebilir körlük nedeni olan trahomla savaş ilk kez Türkiye Cumhuriyeti döneminde ele alınan bir konudur.
1915’te haber verilmesi zorunlu hastalıklar arasında sayılmasına karşın trahom savaşı ilk kez 1925’te, sabit ve gezici grupları olan bir örgütle Doğu illerimizden başlamıştır.
Trahom programı dahilinde, gezici ekiplerin yanı sıra Adıyaman ve Malatya’da birer trahom hastanesi ve dispanseri açılmıştır.
1982’de trahom tamamen kontrol altına alınmıştır.
Frengi mücadelesi
Tarih boyunca yarattığı sağlık problemlerinin yanı sıra birçok sosyal problemlere de yol açan bir hastalıktır.
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında da çok büyük bir halk sağlığı sorunu olmuştur.
Frengi ve diğer bulaşıcı hastalıkların tedavi ve kontrol altına alınması ise tüm dünyada olduğu gibi bizde de en etkili tedavi yöntemi olan penisilin ve diğer antibiyotiklerin ikinci dünya savaşı sırasında kullanıma girmesi ve yaygınlaşmasıyla, ancak 1940’lardan sonra mümkün olmuştur.
Frengi mücadelesi
1933 yılına kadar Sivas, Bursa, Ordu, Balıkesir ve Zonguldak şehirlerinde çalışmalar yoğunluk kazanmıştır.
1940’ta mevcut 170.177 frengili sayısı 1950’de 118.169’a düşmüştür.
1948 yılında 6 Frengi Savaş Kurulu Başkanlığı faaliyette bulunmaktadır;
Tokat, Giresun, Samsun, Karadeniz Ereğlisi, Uşak ve Çorum.
1949 yılına kadar 68 il ve ilçenin 6349 köyün taramaları yapılmıştır.
1951 yılında üçü İstanbul’da, biri Ankara, biri İzmir’de olmak üzere beş zührevi hastalıklar hastanesi ile 19 zührevi hastalıklar dispanser
polikliniği hizmet vermiştir.
İkinci derece frengi
(Sıhhî Müze Atlası. İst., 926, Türkiye Cumhuriyeti Sıhhiye ve Muavenet-iİctimaiye Vekâleti, s. 14)
Üçüncü devre frenginin yaptığı tahribat.
(Sıhhî Müze Atlası. İst., 1926, Türkiye Cumhuriyeti Sıhhiye ve Muavenet-i İctimaiye Vekâleti, s. 20)
Verem mücadelesi
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu zaman ülkenin en önemli hastalıklarından birisi veremdir.
1919 yılında, İstanbul’da tüberkülozdan ölüm sayısının bildirimi zorunlu diğer hastalıkların toptan ölüm sayısının iki katı olduğu rapor edilmiştir.
Yaygın ve tedavisi zor bir hastalık olan veremle mücadele için halkın yardımı da gerekir.
Halkın kurduğu gönüllü verem savaş örgütlerinin ilki 1923 yılında kurulmuştur.
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı veremle savaşta etkin rol almış ve birçok sanatoryum ve göğüs hastalıkları hastaneleri
kurulmuştur.
Heybeliada Sanatoryumu.
(Sağlık Hizmetlerinde 50 yıl. Ankara, 1973, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı Yay., s. 113)
Yedikule Göğüs Hastalıkları Hastanesi.
(Sağlık Hizmetlerinde 50 yıl. Ankara, 1973, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı Yay., s. 127)
Verem mücadelesi
Cumhuriyet dönemi sağlık politikalarında, koruyucu sağlık hizmetlerinden olan aşı üretimi de ayrı bir önem taşımıştır.
Cumhuriyet öncesinde İstanbul, İzmir ve Sivas’ta bulunan aşı üretim merkezleri çalışmalarını Cumhuriyet döneminde de
sürdürmüş, yaşamsal önem taşıyan kolera, çiçek, difteri gibi aşıları üreterek halka uygulanmasını sağlamışlardır.
Kuduz ile mücadele
Kuduz hastalığı, savaş yıllarında sokak köpeklerinin de denetimsiz kalması ve aşırı çoğalması nedeniyle önemli sorunlardandır.
Tespit edilen ölümlü vaka 1940’ta 13, 1945’te 5 ve 1950’de 24 olarak tespit edilmiştir. 1957’de yapılan sayımda ise, on yıllık ölüm sayısı 120 bulunmuştur.
Yıllar içinde başarılı yöntemler sonrası kuduz hasta sayısı azalmış olup, 2003-2007 yılları arasında beş vaka görülmüştür.
Ankara’da kuduz aşı merkezi , İzmir’de ise kuduz tedavi merkezi bulunmaktadır.
Kaynaklar
Yeni Tıp Tarihi Araştırmaları, ISSN 1300 - 669X, Editörler: İbrahim Başağaoğlu – Gülten Dinç, İstanbul, 2014,
Özkaya H., 2016, Cumhuriyet döneminde bulaşıcı hastalıklarla mücadele, Türk Aile Hek Derg; 20 (2): 77-84, TAHUD, Tıp Tarihi | History of Medicine, doi:
10.15511/tahd.16.21677
Kadıoğlu H., Toplumda Bulaşıcı Hastalıkların Kontrolü ve Taramalar
Eğitimciler İçin Eğitim Rehberi, Bulaşıcı Hastalıklar ve Korunma Modülleri, Sağlık Bakanlığı, Sağlık Eğitimi Genel Müdürlüğü, Ankara, 2008, Sağlık Bakanlığı Yayın No.: 722, ISBN: 978-975-590-238-8
Salgın İnceleme, Sağlık Tehditleri Erken Uyarı ve Cevap Dairesi Başkanlığı, Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı, Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü