• Sonuç bulunamadı

İbn Rüşd'ün fıkıh usul ve pratiğinde delilü'l-hıtab

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "İbn Rüşd'ün fıkıh usul ve pratiğinde delilü'l-hıtab"

Copied!
113
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T. C.

SELÇUK ÜNĐVERSĐTESĐ SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ TEMEL ĐSLAM BĐLĐMLERĐ ANA BĐLĐM DALI

ĐSLAM HUKUKU BĐLĐM DALI YÜKSEK LĐSANS TEZĐ

ĐBN RÜŞD’ÜN FIKIH USÛL VE PRATĐĞĐNDE

DELÎLÜ’L-HITÂB

DANIŞMAN

Prof. Dr. AHMET YAMAN

HAZIRLAYAN ADEM ÇĐFTÇĐ

044244031006

Kasım–2007 KONYA

(2)

ĐÇĐNDEKĐLER

ÖNSÖZ ... 4

KISALTMALAR... 6

GĐRĐŞ ... 7

Konunun Önemi, Sınırları Ve Kaynakları ... 7

BĐRĐNCĐ BÖLÜM DELÂLET ÇEŞĐTLERĐ VE DELÎLÜ’L-HITÂB KAVRAMI I. DELÂLET TANIMI VE ÇEŞĐTLERĐ ... 10

A.TANIMI ... 10

B.ÇEŞĐTLERĐ ... 12

1. FUKAHÂ METODUNA GÖRE ... 12

a. Đbâre’nin Delâleti ... 12

b. Đşâret’in Delâleti ... 15

c. Nass’ın Delâleti ... 17

d. Đktizâ’nın Delâleti ... 18

2. MÜTEKELLĐMÛN METODUNA GÖRE ... 21

a. Mantûk’un Delâleti ... 21

aa. Sarih Mantûk ... 21

ab. Sarih Olmayan Mantûk ... 22

aba. Đktizâ Delâleti ... 22

abb. Đşâret Delâleti ... 23

abc. Îmâ Delâleti ... 25

b. Mefhûm’un Delâleti ... 25

ba. Mefhûmu’l-Muvâfaka (Mefhûmu’l-Hıtâb) ... 26

baa. Fahve’l-Hıtâb... 27

bab. Lahnu’l-Hıtâb (Dâl Bi’d-Delâle) ... 29

bb. Mefhûmu’l-Muhâlefet (Delîlü’l-Hıtâb) ... 30

II. DELÎLÜ’L-HITÂB KAVRAMI ... 30

A.KAVRAMTAHLĐLĐ ... 30

B.ÇEŞĐTLERĐ ... 34

1. Mefhûmu’s-Sıfa ... 34

(3)

3. Mefhûmu’l-Gâye ... 36

4. Mefhûmu’l-Hasr ... 37

5. Mefhûmu’l-Aded ... 37

6. Mefhûmu’l-Lakab ... 37

C.DELĐLOLMAKEYFĐYETĐ ... 38

1. HÜCCET OLDUĞUNU KABUL EDENLER ... 38

2. HÜCCET OLDUĞUNU REDDEDENLER ... 43

ĐKĐNCĐ BÖLÜM ĐBN RÜŞD’ÜN HUKUK PRATĐĞĐNDE DELÎLÜ’L-HITÂB I. BĐR MUKAYESELĐ HUKUK KAYNAĞI OLARAK BĐDÂYETÜ’L-MÜCTEHĐD ... 49

II. BĐDÂYETÜ’L-MÜCTEHĐD’DE DELÎLÜ’L-HITÂB ... 57

A.TAHÂRETKONULARINDADELÎLÜ’L-HITÂB ... 57

1. MEST ÜZERĐNE MESH’ĐN SÜRESĐ ... 57

2. HAYVANLARIN ARTIKLARI ... 59

B.ĐBÂDETKONULARINDADELÎLÜ’L-HITÂB ... 64

1. NAMAZ TEKBĐRLERĐ ... 64

2. NAMAZDAN ÇIKIŞTA SELAM ... 65

3. ĐMAMA TÂBĐ OLAN ME’MÛMUN BĐLMESĐ GEREKEN ŞEYLER ... 66

4. HUTBEDE ĐMAMI DĐNLEMEK ... 69

5. KORKU NAMAZININ HÜKMÜ ... 72

6. CUMA NAMAZINA YETĐŞME ... 73

7. VĐTĐR NAMAZININ VAKTĐ ... 74

8. TĐLÂVET SECDESĐ ... 77

9. Đ’TĐKAF ... 80

10. HAYVANLARIN ZEKÂTI ... 81

C.MUÂMELÂTKONULARINDADELÎLÜ’L-HITÂB ... 83

1. ALTIN ve GÜMÜŞÜN NĐSABI AŞAN KISIMLARI ... 83

2. MEYVELĐ HURMA AĞACININ SATIŞI ... 85

3. ALTININ ALTINLA, GÜMÜŞÜN GÜMÜŞLE DEĞĐŞĐMĐ ... 86

D.YĐYECEKVEĐÇECEKLERKONUSUNDADELÎLÜ’L-HITÂB ... 88

1. DOMUZ ETĐ ve KAN ... 88

2. TEK TIRNAKLI EVCĐL HAYVANLAR ... 89

E.MÜNAKEHÂT/MÜFARAKÂTKONULARINDADELÎLÜ’L-HITÂB ... 91

1. NĐKÂHTA ĐZĐN ... 91

2. SÜT EMĐŞĐN SAYISI ... 94

(4)

4. KÜFRÜN NĐKÂHA ETKĐSĐ... 98

F.UKÛBÂTKONULARINDADELÎLÜ’L-HITÂB ... 100

1. KISAS BAHSĐ ... 100

2. ERKEĞĐN KADINI ÖLDÜRMESĐ ... 101

3. KISASTAN DĐYETE GEÇĐLMESĐ ... 101

4. RECM CEZÂSININ ŞARTLARI ... 102

III. ĐBN RÜŞD’ÜN DELÎLÜ’L-HITÂB ĐLE ĐSTĐDLALĐNĐN DEĞERLENDĐRĐLMESĐ ... 105

SONUÇ ... 107

(5)

ÖNSÖZ

Đslam hukukunda lafızlar her zaman önemli bir yer işgal etmişlerdir. Çünkü fıkhî hükümlerin temelini oluşturan Kur’an ve Sünnet’e vücud veren, lafızlar olmuştur. Lafızları anlamak için mezhepler, kendilerine özgü bir sistematiğe sahip ve iç tutarlılığı bozmayacak şekilde çeşitli metotlar geliştirmişlerdir. Mezhepler bu metotları, lafızlara tatbik ederek, büyük bir yekünü teşkil eden fetva ve fıkhî hükümlerden oluşan te’lifatlar meydana getirmişlerdir.

Gerek Kur’an’da gerekse Rasulullah’ın Sünneti’nde kendisinden farklı hükümlerin çıkarıldığı, farklı anlama ve yorumlara mahal teşkil eden ve farklı uygulamaların vukû bulmasına zemin hazırlayan naslar mevcuttur.

Mezhepler, bu lafızları anlama ve yorumlama ameliyesinde farklı istinbat yöntemleri geliştirerek Şâriî’n maksadına uygun ve en doğru sonuca ulaşmaya çalışmışlardır.

Bu çalışmamızda biz genel olarak lafızlar konusunu değil de “mânâya delâletinin şekli bakımından lafızlar” konusunu ele alıp, cumhur ulemânın yapmış olduğu tasniften hareketle Mefhûm’un Delâleti’nin alt başlığında ele alınacak olan “mefhûmu’l-muhâlefe” konusunu, merkeze alacağız. Bunu yaparken Mâlikî müctehidlerinden Đbn Rüşd el-Hafîd’in (595/1198), “Bidâyetü’l-Müctehid ve Nihâyetü’l-Muktesid” isimli eserini temel alacak, “delîlü’l-hıtâb” terimiyle karşıladığı bu içeriği fıkıh doktrininde nasıl kullandığını irdelemeye çalışacağız.

Çalışmanın birinci bölümünde “Delâlet çeşitleri ve delîlü’l-hıtâb kavramı” genel başlığı altında delâletin tanımı, delâlet yolları, lahnu’l-hıtâb, hıtâb ve delîlü’l-hıtab’la ilgili tartışmalara yer verilecektir. Đkinci bölümde ise Đbn Rüşd’ün (595/1198) “Bidâyetü’l-Müctehid ve Nihâyetü’l-Muktesid” isimli eseri, Đslam hukûkunda, bir hukuk kaynağı olması yönüyle ele alınacak ve hakkında bilgi verilmeye çalışılacaktır. Daha sonra ise Bidâyetü’l-Müctehid’de ibâdet, muâmelât ve ukûbat gibi konularda delîlü’l-hıtâb kavramının örnekleri ele alınacaktır. Son olarak ise Malikî fakihî olan Đbn

(6)

Rüşd’ün (595/1198) delîlü’l-hıtâb’la ilgili yapmış olduğu çıkarsamaların değerlendirilmesi yapılacaktır.

Bu çalışmanın teşekkül etme aşamasında değerli fikirlerini lütfederek bana yol gösteren, tez hocam Prof. Dr. Ahmet YAMAN Bey’e ve Đslam Hukûku Anabilim dalı’nın değerli hocalarına şükranlarımı sunmayı bir borç olarak addediyorum.

Adem ÇĐFTÇĐ Konya Kasım- 2007

(7)

KISALTMALAR

a.g.e. : Adı Geçen Eser a.g.m. : Adı Geçen Makâle a.mlf. : Aynı Müellif a.y. : Aynı Yer b./ ibn. : Oğul/Oğlu bkz. : Bakınız

by. : Baskı Yeri Yok

c. : Cilt

c.c. : Celle Celelühü

DĐA : Türkiye Diyanet Vakfı Đslam Ansiklopedisi

ed. : Editör

ens. : Enstitü

h. : Hicrî

Hz. : Hazreti

ĐHAD : Đslam Hukuku Araştırmaları Dergisi thk. : Tahkik Eden

r.a. : Radıyallahu Anh/Anha s.a.v. : Sallallahu Aleyhi Vesellem

Sy. : Sayı

Trc. : Terceme Eden Ts. : Tarihsiz

(8)

GĐRĐŞ

Konunun Önemi, Sınırları ve Kaynakları

Allah‘ın (c.c) Hz. Âdem’e eşyanın isimlerini öğretmesiyle1 başlayan ve kıyamete kadar devam edecek olan insanlık serüveninde, insanlar arasındaki iletişimi sağlayan, onların birbirlerini tanıyabilmeleri ve anlayabilmeleri için vazgeçilmez bir araç görevi üstlenen/üstlenecek olan dil/lafızlar insanlık tarihinin her devrinde başat bir rol oynamıştır.

Allah (c.c.) insanların hem dünya hem de ahiret saadetlerini sağlamak için göndermiş olduğu elçilere, insanlara Rablerine karşı sorumluluklarını hatırlatmak için Đslam’ın temel prensiplerini içeren kitaplar inzal etmiştir. Đnsanlığa hitap etmesi hasebiyle, bu kitaplar insanların kapasitelerine uygun olarak ve herkesin anlayabileceği sâdelikte ve berraklıkta lafızlarla inzal edilmiştir. Đnsanlar tarafından anlaşılamayan yerlerde ise Peygamberler devreye girerek, kapalı yerleri insanlara açıklayarak Allah’ın (c.c.) kendilerine yüklemiş olduğu tebliğ görevlerini yerine getirmişlerdir.

Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed’e (s.a.v.) hayatta iken ortaya çıkan, gerek toplumsal gerekse kişisel meseleler hakkında hem vahyin hem de Hz. Peygamber’in (s.a.v.) anında devreye girip müdahale etmesiyle müşkilatın çözülmesi yoluna gidiliyordu.

Rasulullah’ın (s.a.v.) vefâtından sonra ise geride kalan, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) terbiye ve tedrisatından geçen sahâbileri, ortaya çıkan meselelere Kur’an ve Sünnet’ten çözümler aramışlar ve bir çok meseleyi de vuzûha kavuşturmuşlardır.

Hicri II. asrın/tâbiûn döneminin sonlarına doğru teşekkül etmeye başlayan ve hicri IV. asrın sonlarına kadar devam eden ve fıkhın altın çağı olarak ifade edilen dönemde çeşitli mezhepler zuhur etmiş, bu mezhepler Kur’an ve Sünnet ekseninde bu iki kaynaktan çıkarsamalarda bulunarak toplumun ihtiyaçlarına çözümler aramışlardır.

(9)

Bu farklı oluşumlar yapmış oldukları çıkarımları belli sâbitelere oturtmak için mezhep içi istinbat metodlarını tesbit etme ve geliştirme yoluna gitmişlerdir.

Đmam Şâfiî’nin (204/819) er-Risâlesi’yle başlayan bu süreçte usûl alanındaki çalışmaların sayısı gittikçe artmış ve mezheplerin metodolojilerinin çizgileri de iyice belirginleşmeye başlamıştır.

Mezheplerin, gerek Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarmada izlemiş oldukları farklı yöntemler gerekse bulundukları bölge itibariyle hadislerden bazılarına ulaşma imkânını elde edememe ya da hadis almada ortaya koymuş oldukları özel kriterler ve mevzû hadislerle bilmeyerek de olsa hüküm vermenin mes’ûliyetinden kaçınma noktasında göstermiş oldukları hassasiyet, temel/ana meselelerde olmasa da furû sayılabilecek detay konularda mezhepler arasında bazı farklı görüşlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.

Mezhepler tarafından ortaya konan bu usûl kâideleri çerçevesinde Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarmada en önemli materyal olarak kullanılan lafızlar ve bu lafızların delâlet etmiş oldukları mânâlar ilk dönemlerden itibaren mezhepler arasında tartışıla gelmiştir.

Đşte lafzın hüküm çıkarmada oynamış olduğu bu başat rolden dolayı mezhepler, gerek müctehidin ilk bakışta nassın ne için sarf edildiğini kolayca anlayabilmesi gerekse bir çaba ve gayretten sonra ancak, Şâri’in nassı serdetmedeki maksadını ortaya koyabilmesi için, kendilerine has istinbat metotları geliştirmişlerdir. Bu metotlar da nasları anlamanın temelini oluşturması bakımından hüküm çıkarmada büyük bir önemi haizdirler.

Mezhepler, lafızları farklı açılardan ele alıp inceleyerek değişik tasniflere tâbi tutmuşlar ve birçok teknik ayrım ve açılım ortaya koymuşlardır. Mezheplerin ortaya koymuş oldukları bu ayrım ve açılımlar daha sonraki usulcüler tarafından daha da detaylandırılarak geliştirilmiş ve örneklerle zenginleştirilmiştir. Đşte bu çalışma mezhepler tarafından yapılan bu tasniflerden mefhûmun delâleti konusuyla hatta mefhûmun muhâlif delâletiyle sınırlıdır. Mezhepler arasında ciddi görüş ayrılıklarının olduğu bu delâlet türüne, aralarında Đbn Rüşd’ün (595/1198) de bulunduğu bazı

(10)

usulcüler “delîlü’l hıtâb” demişlerdir. Đbn Rüşd’ün de benimseyip kullanmış olduğu bu delâlet biçimini özel olarak onun Bidâyetü’l Müctehid isimli eserinde nasıl uyguladığı sorusuna cevap aranacaktır. Ancak buna geçmeden önce klasik usul kaynaklarımızdan hareketle konunun teorik alt yapısı sunulacak daha sonra da zikretmiş olduğumuz eserden furu örnekleriyle uygulama takip edilecektir. Konun teorik alt yapısı özellikle, Cessâs’ın (370/980) el-Fûsul fî Usûl’ü, Bâkıllânî’nin (403/1010) et-Takrîb ve’l-Đrşâd’ı, Ebu’l-Hüseyn el-Basrî’nin (436/1044) el-Mu’temed fî Usûli’l-Fıkh’ı, Đbn Hazm’ın (456/1064) el-Đhkâm fî Ahkâm’ı, Cüveynî’nin (478/1085), el-Burhân fî Usûli’l-Fıkh’ı, es-Serahsî’nin (483/1091), Usûlü’s-Serahsî’si, Bâcî’nin (494/1100) Đhkâmu’l-Fusûl fî Đhkâmi’l-Usûl’ü, Gazzâlî’nin (555/1111) el-Mustasfa min Đlmi’l-Usûl’ü, Âmidî’nin (631/1234) el-Đhkâm fî Usûli’l-Ahkâm’ı, Şevkânî’nin (1250/1834), Îrşâdu’l-Fuhûl ilâ Tahkîki min Đlmi’l-Usûl’ü gibi eserlerden derlenmiştir. Bu arada çağdaş çalışmalar da gözden geçirilmiştir. Bunlar arasında Şelebî’nin, Usûlü’l-Fıkhi’l-Đslâmî’si, Zekiyyüddin Şa’ban’ın Đslam Hukuk Đlminin Esasları ismiyle Türkçeye çevrilen eseri, Abdülkerim Zeydan’ın el-Vecîz fî Usûli’l-Fıkh’ı, Vehbe Zuhaylî’nin Usûlü’l-Fıkhi’l-Đslâmî ve Muhammed Vefâ’nın, Delâletü’l-Hıtâbi’ş-Şer’iyyi ale’l-Hükm gibi eserlere ve Ansiklopedi maddelerine müracaat edilmiştir.

(11)

BĐRĐNCĐ BÖLÜM

DELÂLET ÇEŞĐTLERĐ ve DELÎLÜ’L-HITÂB KAVRAMI

I. DELÂLET TANIMI VE ÇEŞĐTLERĐ

A. TANIMI

Delâlet kelimesinin lügavî anlamına baktığımız zaman; (d-l-l) kökünden türeyip masdar olarak kullanılan “delâlet” lafzı, “kendisiyle delil getirilen şey”2 anlamına gelmektedir.

Istılahta ise, “Kendisinin bilinmesiyle başka bir şeyin bilinmesini gerektiren/imkan sağlayan hal/durum” demektir. Bunlardan birincisine delîl, ikincisine ise medlûl/delâlet edilen şey denir.3

Fıkhî hükümlerin temel esaslarını oluşturan Kur’an ve Sünnet’teki ifadelerin yanı sıra, fıkhî neticelerin elde edilmesinde etkili olan irade beyanlarının yorumlanmasında, lafızların önemli bir yeri bulunmaktadır. Đşte bundan dolayı fıkıh usûlünde lafız farklı yönlerden tasnife tâbi tutularak zengin bir terminoloji geliştirilmiştir. Lafzın tâbi tutulduğu bu ayrımlardan biri de lafzın mânâya delâlet şekli ve keyfiyetiyle ilgili olup, delâlet yolları adını almaktadır.4

Đslam hukukçuları, Đslam’ın temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarma faaliyetleri esnasında, bu nasslarda iki çeşit delâlet bulunduğuna dikkat çekmişlerdir. Bunlardan birincisi nassların zâhirinin açık bir şekilde ifade ettiği anlam

2 Bkz. Cevherî es-Sıhah, IV/1698.

3 Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 108.

(12)

ki buna mantûk adını vermişlerdir. Đkincisi ise nasslarda açıkça belirtilmeyip sükût geçilen; fakat onlardan anlaşılan bu mânâları mefhûm olarak isimlendirmişlerdir.5

Đslam’ın temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarmak için ortaya konmuş olan kurallar konusunda süregelen usûlî tartışmalar, hüküm elde etmede ana kaynağı oluşturan Kur’an ve Hadis’lerin hükme delâlet eden metinleri etrafında cereyan etmiştir. Bundan dolayı lafzın, mânâ ile olan ilişkisi ve lafzın hükme delâleti, mezheplerin metodolojilerinin olgunlaşmaya başladığı ilk dönemlerden itibaren fıkıh usûlünde, ana tartışma konularından birini oluşturmuştur. Bu hususta bir araç vazifesi gören mantık ve nahiv gibi ilim dallarının tarif ve tasniflerinden faydalanılarak Kur’an ve Hadis’lerin lafızlarını/metinlerini kuşatan bir metodolojiye ulaşmaya çalışmışlardır.6

Lafızlardan hüküm çıkarma/lafızların mânâya delâletleri, çeşitli usûlî tartışmalara sebep olmuş ve bu yönüyle de temelde iki metodolojik oluşum ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede ortaya çıkan ve Hanefiyyûn/Fukahâ metodu olarak isimlendirilen ve başını Hanefî fakihlerinin çektiği yaklaşıma göre lafızlar, mânâya delâletinin şekli, yani mânânın doğrudan ya da dolaylı bir yolla ifade edilmesi açısından ibâre’nin delâleti, işâret’in delâleti, nass’ın delâleti ve iktizâ’nın delâleti olmak üzere dört kısımda ele alınmıştır. Mütekellimîn metodu olarak isimlendirilen, başını Şâfîilerin çektiği ve çoğunluğu oluşturan fakihlere göre ise lafızların hükümlere delâleti konusu “mantûkun delâleti” ve “mefhûmun delâleti” ana başlıkları altında ele alınmıştır.7

Cumhur tarafından mantûk’un delâleti ana başlığı altında ele alınan lafızlar, Hanefiyyûn/fukahâ metoduna göre ele alınan ibâre’nin delâletini, işâret’in delâletini ve iktizâ’nın delâletini kapsamaktadır. Mefhûm lafzı, sadece cumhur’un oluşturmuş olduğu metodolojide kullanılmakta olup; bazı çeşitleri Hanefîler tarafından farklı bir isimlendirmeye tâbi tutulmakta, bazı çeşitleri hakkında ise fukahâ ve mütekellimîn usûlcüleri arasında temel görüş ayrılıkları bulunmaktadır.8

Cumhur, mefhûm’un delâleti ana başlığı altında ise “mefhûmu’l-muvâfaka” ve “mefhûmu’l-muhâlefe” alt başlıklarını ele almaktadır.

5 Koca, “Mantûk”, DĐA. XXVIII/31.

6 Görgün, “Lafız”, DĐA. XXVII/44.

7 Koca, “Mantûk”, DĐA. XXVIII/32.

(13)

Usûlcülerin çoğunluğu tarafından benimsenen ve mütekellimîn metoduna göre, lafızda zikri geçenin/mantûkun bih’in hükmünü göstermesine “delâletü’l-mantûk” veya kısaca “mantûk”; sözde zikri geçmeyip sükût edilenin/meskûtun anh’ın hükmünü göstermesine de “delâletü’l-mefhûm” veya kısaca “mefhûm” adı verilir.9

B. ÇEŞĐTLERĐ

Delâlet yönünden lafızlar fukaha arasında iki farklı damar halinde ortaya çıkıp gelişmiştir. Bunlardan birincisi, Hanefî fakihlerinin başını çekmiş olduğu Fukahâ/Hanefiyyûn metodu; ikincisi ise Şafiîlerin öncülük ettiği Mütekellimîn metodudur. Biz şimdi bu iki farklı yaklaşımı fukahâ metodundan başlayarak ele almaya çalışacağız.

1. FUKAHÂ METODUNA GÖRE

a. Đbâre’nin Delâleti

Đbâre’nin delâleti, nassın lafız ve sîgasından kolayca anlaşılan mânâya, lafzî mânâsına delâlet etmesi demektir.10 Başka bir ifadeyle söyleyecek olursak; lafzın, nassın gelişindeki aslî maksat olan veya ona tâbi olarak kastedilen hükme delâlet etmesidir.11 Yani nass, lâfzı ve ibâresiyle nassın gelişinden birinci derecede ve özellikle kastedilen bir hükme delâlet ediyorsa, bunun yanı sıra nassın sevk edilişinde bizzat maksat olmayan fakat birinci hükme tâbi olarak kastedilen bir hükme daha delâlet ediyorsa, bunların her birine “ibâre’nin delâleti” denir.12

Đbâre’nin delâleti’nin hükmüne gelince; delâlet etmiş olduğu şeyi kesin olarak ifade etmesidir. Yani delâlet etmiş olduğu şeyde bir kesinlik/kat’iyet vardır. Bunda maksad ise kıyas gibi zan ifade eden bir delil, bununla teâruz ederek bunun hükmünü

9 Koca, “Mantûk” DĐA. XXVIII/35.

10 Serahsî, el-Usûl, I/236; Abdü’l Azîz el-Buhâri, Keşfü’l-Esrâr, II/393; Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 149.

11 Şâşî, Usûlü’ş-Şâşî, s. 80 ( Bu usul eseri erken dönem Hanefi usulcülerinden biri olan Ebû Ali eş-Şâşî

(344/956), ya da Şâfiî mezhebine mensup olup ve Kaffâl diye meşhur olan Ebû Bekr b. Muhammed b. Đsmail’e (413/1022) ait olmayıp Şâşî ailesine mensup olan ve hicri VII. yüzyılda yaşamış olan bir Hanefî âlimine aittir. Bu eserin nisbeti için bkz. Pekcan, “Usûlü’ş-Şâşî” ĐHAD, Sy. II/267–272.); Sadru’ş-Şerîa, et-Tavdîh Şerhu’t-Tenkîh, s. 164; Şelebî, Usûlü’l-Fıkhi’l-Đslâmî, I/477; Şa’ban, Đslam Hukuk Đlminin Esasları, 393; Zuhaylî, el-Vecîz, s. 164; Zeydan, el-Vecîz, s. 351.

(14)

geçersiz hale getiremez. Bu durumda o, umûmî bir lafız olacağından tahsîsise müsâit hale gelir.

Bilmen (1971), ibâre’nin delâletini, “mütekellim tarafından sevk olunduğu mânâya ibâresiyle ve üç nevî delâletten biriyle, yani ya delâleti mutâbikiye ile ya delâleti tazammuniye ile veyahut da delâleti iltizâmiye ile delâlet eden sözdür13 diye tarif ederek bu görüşünü şöyle misallendirir: “Đnsan mükellef bir mahlûktur” şeklinde bir önerme meydana getirilse; insan lafzı, ibâresi ve delâleti mutabikiye ile hayat sahibi/canlı, konuşma melekesine sahip bir varlığa delâlet etmiş olur. Çünkü “insan” lafzının vaz’ olunduğu mânânın tamamı bundan ibârettir. Đnsan lafzının yalnız hayat sahibi/canlı ve yalnız konuşma yetisine sahip kimseye delâleti ise bir delâleti tazammuniyedir. Zira insanın mahiyeti bunları tazammun eder, bunlar insanın mahiyetinden birer cüzdür. Đnsan lafzının ilme, san’ata, kitâbete kabiliyetli bir mahlûka delâleti ise delâleti iltizâmiyedir”.14

Bu delâlet türü, lafzın sevk edilişinin aslî veya ikinci derecede gayesini teşkil ettiğinden birçok usûlcü tarafından “nassın sevk ediliş gayesi” olarak tanımlanır.15 Mesela ﺏﺎﺘﹶﻓ ﻢﹸﻜﺴﹸﻔﻧﹶﺃ ﹶﻥﻮﻧﺎﺘﺨﺗ ﻢﺘﻨﹸﻛ ﻢﹸﻜﻧﹶﺃ ﻪﱠﻠﻟﺍ ﻢﻠﻋ ﻦﻬﹶﻟ ﺱﺎﺒﻟ ﻢﺘﻧﹶﺃﻭ ﻢﹸﻜﹶﻟ ﺱﺎﺒﻟ ﻦﻫ ﻢﹸﻜﺋﺎﺴﹺﻧ ﻰﹶﻟﹺﺇ ﹸﺚﹶﻓﺮﻟﺍ ﹺﻡﺎﻴﺼﻟﺍ ﹶﺔﹶﻠﻴﹶﻟ ﻢﹸﻜﹶﻟ ﱠﻞﺣﹸﺃ ﻴﺒﺘﻳ ﻰﺘﺣ ﺍﻮﺑﺮﺷﺍﻭ ﺍﻮﹸﻠﹸﻛﻭ ﻢﹸﻜﹶﻟ ﻪﱠﻠﻟﺍ ﺐﺘﹶﻛ ﺎﻣ ﺍﻮﻐﺘﺑﺍﻭ ﻦﻫﻭﺮﺷﺎﺑ ﹶﻥﺂﹾﻟﺎﹶﻓ ﻢﹸﻜﻨﻋ ﺎﹶﻔﻋﻭ ﻢﹸﻜﻴﹶﻠﻋ ﻦﻣ ﺩﻮﺳﹶﺄﹾﻟﺍ ﻂﻴﺨﹾﻟﺍ ﻦﻣ ﺾﻴﺑﹶﺄﹾﻟﺍ ﹸﻂﻴﺨﹾﻟﺍ ﻢﹸﻜﹶﻟ ﻦ

ﹺﺮﺠﹶﻔﹾﻟﺍ

ﹺﻞﻴﱠﻠﻟﺍ ﻰﹶﻟﹺﺇ ﻡﺎﻴﺼﻟﺍ ﺍﻮﻤﺗﹶﺃ ﻢﹸﺛ “Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar sizin için birer elbise, sizde onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık (ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırd edilinceye kadar yiyin, için sonra akşama kadar orucu tamamlayın…”16 Bu âyet-i kerîme asıl olarak ramazan gecelerinde mezkur işlerin mübahlığını bildirmek ve daha önceki tahrim hükmünü nesh etmek için sevk edilmiştir. Çünkü Đslam’ın ilk dönemlerinde yatsı namazı kılındıktan sonra ertesi gün güneş batana kadar yemek, içmek ve cinsi münasebette bulunmak haram kılınmıştı. Oruç bu şekildeydi, ancak bu âyetin nazil olmasıyla bu durum değişti. Beyaz iplikten murad

13 Bilmen, Istılahat, I/86. 14 Bilmen, Istılahat, I/86.

15 Bardakoğlu, “Delâlet”, DĐA. IX/121.

(15)

gündüzün aydınlığının başlangıcı; siyah iplikten murad ise gecenin karanlığının sonudur. Bu ikisinin inceliği ipe benzetilmiştir. Fecr beyaz iple kayıtlanmıştır ki, bundan murad gündüzün ışıklarının, ufukta belirerek fecrin doğuşuyla gecenin karanlığından ayrılmasıdır. Bu âyet asıl olarak bu işlerin mübahlığını bildirmek için sevk edildiğinden dolayı buna ibâretü’n-nass denir. Bu mânâ da siyaktan anlaşılır.17

Mesela Bakara Sûresi’ndeki ﺎﺑﺮﻟﺍ ﻡﺮﺣﻭ ﻊﻴﺒﹾﻟﺍ ﻪﱠﻠﻟﺍ ﱠﻞﺣﹶﺃﻭ “Oysa Allah alış-verişi helal, ribâyı haram kılmıştır”18 âyetinin ibâresi iki mânâya delâlet etmektedir:

a- Alış-verişin helal, ribânın haram olduğu,

b- Alış-verişle ribânın aynı şeyler olmayıp farklı telakki edilmesi gerektiği, birinin helal, diğerinin ise haram olduğu,

Bu âyet-i kerîmeden her iki hükümde anlaşılabilmektedir. Ancak âyetin sevk ediliş amacına baktığımız zaman burada öncelikli olarak/birinci derecede kastedilen, alış-verişle ribânın aynı şeyler olmadığını ortaya koymaktır. Çünkü âyet-i kerîme “alış-verişte ribâ gibidir” diyenlere cevap vermek ve onların bu iddialarını reddetmek içim nazil olmuştur.19

Başka bir âyet-i kerîmede ise ﺍﻮﹸﻟﺪﻌﺗ ﺎﱠﻟﹶﺃ ﻢﺘﹾﻔﺧ ﹾﻥﹺﺈﹶﻓ ﻉﺎﺑﺭﻭ ﹶﺙﺎﹶﻠﹸﺛﻭ ﻰﻨﹾﺜﻣ ِﺀﺎﺴﻨﻟﺍ ﻦﻣ ﻢﹸﻜﹶﻟ ﺏﺎﹶﻃ ﺎﻣ ﺍﻮﺤﻜﻧﺎﹶﻓ ﻢﹸﻜﻧﺎﻤﻳﹶﺃ ﺖﹶﻜﹶﻠﻣ ﺎﻣ ﻭﹶﺃ ﹰﺓﺪﺣﺍﻮﹶﻓ “… Size helal olanlardan ikişer, üçer, dörder kadınla evlenin. Eğer onlar arasında adâleti sağlayamayacağınızdan endişe ederseniz bir tane ile veyahut sahip olduğunuz cariyelerle yetinin…”20 buyrulmaktadır. Bu âyet-i kerîme ibâresiyle üç hükme delâlet etmektedir.

a- Evlenmenin mübah olduğu,

b- Eşlere haksızlık ve eziyet etme endişesinin bulunmaması halinde ve dört ile sınırlı olmak kaydıyla birden fazla kadınla evlenmenin câiz olduğu,

17 Şâşî, Usûlü’ş-Şâşî, s. 82; Vefâ, Delâletü’l-Hıtâbi’ş-Şer’î Ale’l-Hükm, s. 39–40.

18Bakara, 2/275.

19 Şelebî, Usûlü’l-Fıkhi’l-Đslâmî, I/478; Şa’ban, Đslam Hukuk Đlminin Esasları, s. 393; Zuhaylî, el-Vecîz,

s. 164; Zeydan, el-Vecîz, s. 352.

(16)

c- Birden fazla kadınla evlenme neticesinde eşler arasındaki adâleti sağlama hususunda haksızlığa yol açma endişesinin bulunması halinde tek bir kadınla evlenmenin/ yetinmenin vâcib olduğu,

Âyet bu üç hükmü açıklamak üzere sevk edilmiştir. Ancak buradaki üç hüküm de aynı derecede âyetin sevk ediliş amacını oluşturmamaktadır. Birinci hüküm, ikinci ve üçüncü hükümlere tâbi olarak kastedilmiştir. Burada birinci derecede ve özellikle maksud olan ikinci ve üçüncü hükümlerdir. Zira âyet, bir sayıyla sınırlı olmaksızın ve aralarında adâleti gözetmeksizin dilediği kadar kadını nikâhları altında tutmaktan hiçbir manevî rahatsızlık duymadıkları halde, yetimler üzerindeki vesâyetleri sırasında haksızlık etme ve onların mallarını yeme durumuna düşmekten huzursuz olan vasîler hakkında gelmiştir. Yüce Allah onlara hitaben şöyle buyurmuş oluyordu: Madem yetimlere zulmetmekten çekiniyor ve onlar üzerindeki velâyetinizden ötürü huzursuz oluyorsunuz, o halde kadınlara haksızlık etmekten, zevceler arasında adâletsiz davranmaktan da sakının; eş sayısını azaltın, dördü aşmayın; şâyet birden fazla kadınla evlenmenin haksızlığa yol açmasından korkarsanız, bir zevce ile yetinin.21

b. Đşâret’in Delâleti

Yani nassın sevk edilişinde aslî veyahut da ona tâbi olarak bulunan mânanın kastedilmediği, sözün doğru ve şerî yönden sağlıklı bir biçimde anlaşılması kendisine bağlı olmayan; fakat asıl maksat olan mânânın gerekli kıldığı hükme delâletidir.22 Bir başka ifadeyle, sözün lâfzından herhangi bir çaba sarf etmeksizin anlaşılan lafzî mânâya değil de, bu hükümden hareketle dolaylı olarak elde edilen hükme delâletine denir.23 Ancak şu var ki lâfzın, dolaylı olarak elde edilen bu hükme delâletinin kabul edilmesi ya da edilmemesi, sözün lâfzından anlaşılan mânânın sıhhatine herhangi bir halel getirmez.24

21 Şelebî, Usûlü’l-Fıkhi’l-Đslâmî, I/478; Şa’ban, Đslam Hukuk Đlminin Esasları, s. 394; Zuhaylî, el-Vecîz,

s. 165; Zeydan, el-Vecîz, s. 352; Bardakoğlu, “Delâlet”, DĐA. IX/121.

22 Bkz. Şâşî, Usûlü’ş-Şâşî, s. 80–81; Abdü’l Azîz el-Buhâri, Keşfü’l-Esrâr, II/393; Sadru’ş-Şerîa,

et-Tavdîh Şerhu’t-Tenkîh, s. 164; Vefâ, Delâletü’l-Hıtâbi’ş-Şer’î Ale’l-Hükm, s. 40; Şa’ban, Đslam Hukuk Đlminin Esasları, s. 395; Bardakoğlu, “Delâlet”, DĐA. IX/121; Koca, “Mantûk”, DĐA. XXVIII/33.

23 Semerkandî, Mîzânu’l-Usûl, s. 397; Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 31.

(17)

Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: اً<ْ>َ@ َنBُDEَFَD ُGُHEَIِKَو ُGُFْMَNَو “… Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer…”25 âyeti ibâresiyle annenin çocuğu için sıkıntılara katlandığına delâlet eder ve َOْPَQEَR SِK ُGُHEَIِKَو “… Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur…”26 âyetiyle beraber ise işâret yoluyla hamilelik müddetinin en azının altı ay olduğuna delâlet eder.27 Mesela Bakara Sûresi’ndeki ِفوُ<ْ]َMْHEِ^ VOُ>ُ_َBْTِآَو VOُ>ُWْزِر ُGَH ِدBُHْBَMْHا [َFَRَو “…Onların örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi babaya aittir…” 28 âyet-i kerîmesi ibâresiyle annenin nafakasının babanın üzerine farz kılındığına delâlet etmektedir. Đşâretiyle ise bazı hususlara delâlet eder. Bunlar, “Lam” harfi ceriyle babaya izafe edildiğinden dolayı, çocuğun babaya nisbet edileceğine, babanın muhtaç olması halinde karşılıksız olarak çocuğunun malı üzerinde kendi mülkü gibi tasarrufta bulunabileceğine, aralarındaki nikâh devam ettiği sürece annenin süt emzirmesi için sütanne kiralamasını istemesinin câiz olmadığı hükümleridir. Nitekim bu son hükümle ilgili olarak Allah (c.c.) ِOْPَFِQEَآ ِOْPَHْBَN VOُهَدaْوَأ َOْ]ِcْ<ُd ُتاَfِHاَBْHاَو “Emzirmeyi tamalatmak isteyen (baba) için, anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler…”29 buyurmuştur. Zaten bir iş içinde iki bedel vâcib kılınmaz.30

Mesela Bakara Süresi 187. âyette oruçlu kimse için haram olma bakımından yeme, içme ve cinsi münasebetin eşit olduğuna bir işâret vardır. Çünkü Allah (c.c.) VgُD

َمEَPiIHا اBjMِ_َأ

ِkْPVFHا [َHِإ buyurmuştur ki bunun anlamı, bütün bu fiillerden el çekmektir. Cinsi münasebetin haram olma bakımından yeme ve içmeden farklı bir özelliği yoktur. Nitekim ramazan da gündüz bilerek cimâ yapmak keffâreti gerektirdiği gibi; aynı şekilde bilerek yeme ve içme de keffâreti gerektirir. Bunların hepsi haramlık ve ramazana karşı suç işlemek bakımından aynıdır. Âyetten işâret yoluyla cünüb olarak sabahlamanın câiz olduğu anlaşılır. Çünkü gecenin sonuna kadar cimâyı uzatmak câizdir. Bu durumda cünüb olarak sabahlamak kaçınılmaz olur. Bu da cünüb olmanın oruca zarar vermediğini gösterir.31

25 Ahkâf, 46/15.

26 Lokman, 31/14.

27 Serahsî, el-Usûl, I/237. 28 Bakara, 2/233.

29 Bakara, 2/233.

30 Serahsî, el-Usûl, I/237; ayrıca bkz: Abdü’l Azîz el-Buhâri, Keşfü’l-Esrâr, II/397–398; Sadru’ş-Şerîa,

et-Tavdîh Şerhu’t-Tenkîh, s. 165.

(18)

c. Nass’ın Delâleti

Nass’ın delâleti, nasta ifade edilmiş olan hükmün, herhangi bir araştırma ya da bir ictihad ameliyesinde bulunmaya ihtiyaç bırakmaksızın ve sadece dil kurallarından hareketle tesbit edilip anlaşılabilen müşterek illet sebebiyle, nasda belirtilmeyen durum içinde geçerli olduğunu göstermesidir.32 Sadru’ş-Şerîa (747/1346) bu delâlet türünü fahve’l-hıtâb olarak isimlendirir.33

Allah (c.c.) َ<َmُأ ٍمEVdَأ ْOِQ ٌةVfِ]َK ٍ<َqَr [َFَR ْوَأ Eًsdِ<َQ ْgُtْuِQَنEَآ ْOَMَK “…Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa (tutamadığı günler saysısınca) diğer günlerde kaza eder…”34 buyurmuştur. Allah (c.c.), bu âyette ramazanda yolculuk, hastalık vs. gibi özür sebebiyle orucunu bozan kimseye kazayı farz kılmıştır. Bu âyetten anlaşıldığına herhangi bir özür olmaksızın orucunu bozan kimseye nassın delâletiyle kaza farzdır. Bu hükme kıyasla ulaşılmamıştır. Çünkü her iki durumda da farz olan orucun vaktinde eda edilmemesi söz konusudur. Hastalık ve yolculuk, orucu vaktinde tutmayı iskat içindir yoksa onun farziyetini ortadan kaldırmak için değildir. Bu durumda özürsüz olarak iftar eden kişi hakkında kazanın farz olduğu hükmüne nassın delâletiyle ulaşırız.35

Semerkandî (539/1145) nassın delâleti ile celî kıyasın aynı şeyler olduğunu ifade etmektedir.36

Mesela ﺎﳝﹺﺮﹶﻛ ﺎﹰﻟﻮﹶﻗ ﺎﻤﻬﹶﻟ ﹾﻞﹸﻗﻭ ﺎﻤﻫﺮﻬﻨﺗ ﺎﹶﻟﻭ ﻑﹸﺃ ﺎﻤﻬﹶﻟ ﹾﻞﹸﻘﺗ ﺎﹶﻠﹶﻓ ﺎﻤﻫﺎﹶﻠﻛ ﻭﹶﺃ ﺎﻤﻫﺪﺣﹶﺃ ﺮﺒﻜﹾﻟﺍ ﻙﺪﻨﻋ ﻦﻐﹸﻠﺒﻳ ﺎﻣﹺﺇ “Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlılık çağma ulaşırsa, onlara öf bile deme, onları azarlama. Onlara güzel söz söyle.”37 âyeti, ibâresiyle, çocuğun ana-babasına “öf” demesinin haram kılındığını göstermektedir. Bu ifade duyulduğu zaman, bu hükmün illetinin “öf” sözünün ana babayı üzmesi ve onlara sıkıntı/eziyet vermesi olduğu anlaşılır. Buradaki illet olarak kabul edilmiş olan sıkıntı/ezâ verme durumu ise, haram kılınmış olan öf sözünden daha ileri seviyede olan dövme, sövme, hapsetme, yiyecek vermeme gibi fiillerde de bulunmaktadır. Bu durumda yukarıda anne babaya

32 Bkz. Serahsî, el-Usûl, I/241; Semerkandî, Mîzânu’l-Usûl, s. 399–400; Şâşî, Usûlü’ş-Şâşî, s. 83; Abdü’l

Azîz el-Buhâri, Keşfü’l-Esrâr, II/414; Sadru’ş-Şerîa, Tavdîh Şerhu’t-Tenkîh, s. 166; Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 108; Şa’ban, Đslam Hukuk Đlminin Esasları, s. 399; Bardakoğlu, “Delâlet”, DĐA. IX/121.

33 Sadru’ş-Şerîa, et-Tavdîh Şerhu’t-Tenkîh, s. 168. 34 Bakara, 2/184.

35 Serahsî, el-Usûl, I/246.

36 Semerkandî, Mîzânu’l-Usûl, 399.

(19)

eza ve sıkıntı veren öf sözünün haram kılındığını gösteren âyet, bunları da kapsamına almakta ve o öf sözü için sâbit olan haram hükmü nassın delâletiyle sövme, dövme, vurma, hapsetme gibi anne babaya öf sözünün vermiş olduğu sıkıntı ve ezâdan daha fazla ezâ verecek olan durumlar hakkında da sabit olmaktadır. Burada sözde zikri geçmeyen/meskût anh hakkındaki hükmün sübûtu, sözde zikredilen durum hakkındaki hükmün sübûtundan daha üstündür. Bu da kıyasla değil nassın delâletiyle bilinir. Çünkü işâret edilen fiillerde ana-babaya eziyet verme durumu “öf” demekten çok daha fazla bulunmaktadır.38 Meskûtu anhın hükmü, ictihad ve kıyas yapmaksızın sadece dil ve mantık kâideleri sayesinde nastan anlaşılmasına rağmen, anne babaya eziyet içeren bu fiillerin haram olduğuna illetten hareket edilerek ulaşıldığı için buna celî kıyas da denmiştir. Semerkandî (539/1145) bu hükme nassın delâletiyle değil de celî kıyasla ulaşıldığını ifade etmektedir.39 Nassın delâletiyle ulaşılan hüküm, lafzın bizzat kendisinden değil de; lafzın mânâ ve mütekellimin maksadından çıkarıldığından dolayı bazı usûlcüler bu nev’i delâleti, “delâletin delâleti”; bazıları da “fahve’l-hıtâb”; Şâfiîler de “mefhûmu’l-muvâfaka” diye isimlendirmişlerdir.40

d. Đktizâ’nın Delâleti

Sözlükte, “bir şeyin yapılmasını ya da terk edilmesini istemek/taleb etmek” anlamına gelmektedir.41

Istılahta ise, sözde kastedilen ve sözün aklen ve dînen doğru bir anlam ifade edebilmesi için takdir edilmesi gerekli olan ilave/ek ifadeye verilen isimdir.42 Çünkü burada Şârî’nin kasdetmiş olduğu anlamın doğru bir şekilde kavranabilmesi için böyle bir takdire ihtiyaç duyulmakta ve dolaysıyla mantûk olanın doğru anlaşılabilmesi, mantûk olmayan bir ifadenin mantûk olarak kabul edilmesine bağlıdır.43

38 Cessâs, el-Fusûl, I/290; Serahsî, el-Usûl, I/241–242; Şâşî, Usûlü’ş-Şâşî, s. 84; Abdü’l Azîz el-Buhâri,

Keşfü’l-Esrâr, II/416; Vefâ, Delâletü’l-Hıtâbi’ş-Şer’î Ale’l-Hükm, s. 41–42.

39 Semerkandî, Mîzânu’l-Usûl, s. 399.

40 Bardakoğlu, “Delâlet”, DĐA. IX/121.

41 Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 37.

42 Cessâs, el-Fusûl, I/289,(Muhakkikin dipnotu); Serahsî, el-Usûl, I/238; Semerkandî, Mîzânu’l-Usûl, s.

402; Âmidî, el-Đhkâm, III/61; Şâşî, Usûlü’ş-Şâşî, s. 87; Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 37; Bilmen, Istılahat, I/90; Şelebî, Usûlü’l-Fıkhi’l-Đslâmî, I/486; Vefâ, a.g.e., s. 43; Bardakoğlu, “Delâlet”, DĐA. IX/121; Koca, “Mantûk”, DĐA. XXVIII/28.

(20)

Bâkıllânî (403/1013), delâletü’l-iktizâyı mefhûmu’l-hıtâb olarak isimlendirmek- tedir.44

Bir nassın hüküm ifade edebilmesi kendisine bağlı olup, metne eklenmesi de bir zorunluluk olan ilave, takdir edilmeksizin o nasla amel etmek mümkün olmaz.45

Mesela Hz. Peygamber (s.a.v.) GْPَFَR اBُهِ<ْtُvْrا EَQَو َنEَPْTiuHاَو َwَxَyْHا SِvVQُأ ْOَR َzKر “Ümmetimden hata, unutma ve zorlandıkları söz ve fiiller kaldırılmıştır”46 buyurmuştur. Bu hadisin zâhirinden ümmette hata, unutma ve ikrahtan hiçbirinin bulunmadığı anlaşılmaktadır. Ancak bu, bütün ümmetin bu hallerden hâli olduğu anlamına gelir ki; bu da ümmetin unutma, hata ve ikraha düştüğü gerçeğine aykırıdır. Bunun içindir ki hadisin mânâsının doğru ve vâkıaya uygun olarak anlaşılabilmesi için cümleye “günah” ya da “hüküm” gibi bir kelimenin takdir edilmesi gerekir.47

Đşte burada sözün vâkıaya uygun olarak, Şâr’in maksadını doğru bir şekilde anlayabilmek için “günah” ya da “hüküm” gibi bir kelimeye delâleti, iktizâ’nın delâleti olarak isimlendirilir. Bunun içindir ki takdir edilen kelimenin doğru ve vâkıaya uygun olması büyük önem arz etmektedir.

Mesela “Fey” de yani düşmandan savaşılmaksızın alınan mallarda payı olan kimseleri açıklayan ﻪﱠﻠﻟﺍ ﹶﻥﻭﺮﺼﻨﻳﻭ ﺎﻧﺍﻮﺿﹺﺭﻭ ﻪﱠﻠﻟﺍ ﻦﻣ ﺎﹰﻠﻀﹶﻓ ﹶﻥﻮﻐﺘﺒﻳ ﻢﹺﻬﻟﺍﻮﻣﹶﺃﻭ ﻢﻫﹺﺭﺎﻳﺩ ﻦﻣ ﺍﻮﺟﹺﺮﺧﹸﺃ ﻦﻳﺬﱠﻟﺍ ﻦﻳﹺﺮﹺﺟﺎﻬﻤﹾﻟﺍ ِﺀﺍﺮﹶﻘﹸﻔﹾﻠﻟ ﻪﹶﻟﻮﺳﺭﻭ (Allah’ın verdiği bu ganimet malları) yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan, Allah’ın lütuf ve rızasını arayan, Allah’ın dinine ve Peygamber’ine yardım eden fakir muhacirlerindir…”48 âyetindeki “Fukara” lafzı Mekke’den Medine’ye hicret eden mü’minler için kullanılmıştır. Ancak “fakir” dendiği zaman malı, mülkü olmayan kimse anlaşılmaktadır. Oysa âyette sözü edilen muhâcirlerin ise, Mekke’de iken malları ve mülkleri vardı. Đşte bu açıdan bakıldığı zaman “Fukara” lafzının onlar hakkında kullanılmaması gerekirdi.

44 Bkz. Bâkıllânî, et-Takrîb ve’l-Đrşâd, III/331 (muhakkikin dipnotu).

45 Koca, “Mantûk”, DĐA. XXVIII/28.

46 Đbn Mâce, “Talâk”, I/16, no: 2045 ( ﻪﻴﹶﻠﻋ ﹶﺍﻮﻫﹺﺮﹾﻜﺘﺳﺍﺎﻣﻭﹶﻥﺎﻴﺴﻨﻟﺍﻭﹶﺄﹶﻄﺨﹾﻟﺍﻲﺘﻣﹸﺃﻦﻋﻊﺿﻭ).

47 Serahsî, el-Usûl, I/251; Şelebî, Usûlü’l-Fıkhi’l-Đslâmî, I/486; Vefâ, Delâletü’l-Hıtâbi’ş-Şer’î

Ale’l-Hükm, s. 43; Bardakoğlu, “Delâlet”, DĐA. IX/121; Koca, “Mantûk”, DĐA. XXVIII/32.

(21)

Ancak sözün Allah’tan (c.c.) sâdır olması, o sözün doğru olmasını gerektirir. Bu yüzden de, sözün doğru ve kendi içerisinde tutarlı olabilmesi için burada bir mânânın takdir edilmesi gerekir ki bu mânâ da söz konusu muhacirlerin malları üzerindeki mülkiyet haklarını Mekke’den Medine’ye hicret etmeleri neticesinde kaybetmiş oldukları ve bu mülkiyetin o mallara el koymak sûretiyle kafirlerin eline geçmiş olmasıdır.

O halde “Fakirler” lafzının bu hükme delâleti ‘iktizâ’nın delâleti’ nev’indendir. Çünkü nassın doğru ve şer’î yönden sağlıklı anlaşılması ancak bu hükmün takdir edilmesine bağlıdır.49

Bu delâlet şekline verilebilecek örneklerin sayısı artırılabilir. Mesela ْgُtْPَFَR ْ{َQi<ُN ْgُtُ_Eَuَ^َو ْgُtُ_Eَ>VQُأ “Analarınız, kızlarınız… size haram kılındı”50

âyetine baktığımız zaman haram kılınan anne ve kızların bizzat kendisi değil, onlarla nikahlanmaktır.51

Yine ...ِ<dِ}ْuِyْHا ُgْ~َHَو ُمVfHاَو ُ|َvْPَMْHا ُgُtْPَFَR ْ{َQi<ُN “Leş, kan ve domuz eti… size haram kılındı”52 âyetinde de leş, kan ve domuz etinin haram kılındığı bildirilmektedir. Burada haram kılınan bunların bizzat kendileri değil, bu maddelerin yenilmesi, satılması… vs gibi hususlardır.

Bu delâlet yollarından en kuvvetlisi ibâre’nin delâletidir. Çünkü kelamın sevk edilmesinden asıl maksat odur. Đbâre’nin delâleti diğerleriyle teâruz ederse o zaman, diğerleri terk edilerek bu delâlet türü esas alınır.53 Đşâret’in delâleti ise nassın delâletinden daha kuvvetlidir.54 En zayıf delâlet şekli ise iktizâ’nın delâletidir.55

49 Serahsî, el-Usûl, I/236; Şa’ban, Đslam Hukuk Đlminin Esasları, s. 403. 50 Nisâ, 4/23.

51 Đbn Rüşd, ez-Zarûrî, s. 118–119. 52 Mâide, 5/3.

53 Bkz. Bilmen, Istılâhat, I/87–88; Vefâ, Delâletü’l-Hıtâbi’ş-Şer’î Ale’l-Hükm, s. 41.

54 Vefâ, a.g.e., s. 42.

(22)

2. MÜTEKELLĐMÛN METODUNA GÖRE

a. Mantûk’un Delâleti

Đslam hukuk usûlünde, lafızların teşkil etmiş olduğu öneme binâen mantûk, lafzın zâhirinden kolaylıkla ve doğrudan anlaşılan mânâ olması itibariyle büyük önem arz etmektedir. Çünkü lafzın bizzat kendisinin ortaya koyduğu en açık ve kuvvetli mânâ olup, mefhûmun delâletine de temel oluşturduğu için mefhûmdan önce gelir.

Lügatte (n-t-k) kökünden türemiş olan nutk kelimesinin, ismi mefulu olarak kullanılmakta olup söylenen, konuşulan şey gibi anlamlara gelir.56

Istılahta ise mantûkun delâleti, lâfzın, sözde zikri geçen ve ifade edilen bir şeyin hükmüne delâlet etmesi demektir.57

Âmidî (631/1234), ise iktizâ’nın delâletinde gizli olan hükümler sözün söylendiği alanda bizzat lafızdan anlaşıldığı halde bunlardan hiçbirine lafzın mantûku denemeyeceğini belirterek; mantûkun yukarıda verilen tanımının doğru olmayacağını ileri sürerek; kendisi, mantûku “sözün söylendiği alanda delâletinden kesin olarak anlaşılan mânâ” şeklinde tarif eder.58

Şevkânî (1250/1834) mantûku iki kısma ayırır. Bunlardan birincisi “te’vîle ihtimali olmayan ki bunu nass”, ikincisi ise “te’vîle ihtimali olan ki bunu da zâhir” olarak tanımladıktan sonra da birincisini ikiye ayırır:59

aa. Sarih Mantûk

Lafzın kendisi için konup mutâbakat ya da tazammun yoluyla delâlet etmiş olduğu şeydir.60 Bir lafzın kendisi için konmuş olduğu manayı tam olarak ifadecek bir şekilde kullanılmasına mutâbakat (delâletü’l-mutâbaka); mânânın tamamını değil de sadece bir kısmını ifade etmek üzere kullanılmasına tazammun (delâletü’t-tazammun)

56 Cevherî, es-Sıhâh, IV/1059; Đbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, X/356.

57 Bkz. Şevkânî, Đrşâdu’l-Fuhûl, s. 587; Vefâ, Delâletü’l-Hıtâbi’ş-Şer’î Ale’l-Hükm, s. 4; Bardakoğlu,

“Delâlet”, DĐA. IX/121.

58 Âmidî, el-Đhkâm, III/63. 59 Şevkânî, Đrşâdu’l-Fuhûl, s. 587.

(23)

adı verilir.61 Hanefîler bu delâlet türüne “nassın ibâresinin delâleti” adını vermektedirler.62

Mesela ‘Te’fîfin’ haramlığı, Allah’ın (c.c.), Đsrâ Süresi’nde ﺎﻤﻫﺪﺣﹶﺃ ﺮﺒﻜﹾﻟﺍ ﻙﺪﻨﻋ ﻦﻐﹸﻠﺒﻳ ﺎﻣﹺﺇ ﺎﳝﹺﺮﹶﻛ ﺎﹰﻟﻮﹶﻗ ﺎﻤﻬﹶﻟ ﹾﻞﹸﻗﻭ ﺎﻤﻫﺮﻬﻨﺗ ﺎﹶﻟﻭ ﻑﹸﺃ ﺎﻤﻬﹶﻟ ﹾﻞﹸﻘﺗ ﺎﹶﻠﹶﻓ ﺎﻤﻫﺎﹶﻠﻛ ﻭﹶﺃ “…Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlılık çağına ulaşırsa, onlara ‘öf!’ bile deme, onları azarlama. Onlara güzel söz söyle.”63 şeklinde buyurmuş olduğu âyetin mantûkudur. Başka bir örnekte ise davarların zekâtının vucûbiyeti, ة[آز ^_`aا cde[f gh “Sâime koyunlarda zekât vardır”64 hadisinin mantûkudur.65

ab. Sarih Olmayan Mantûk

Lafzın konulmuş olduğu mânâ olmayıp, o mânânın ayrılmaz parçasıdır. Lafzın hükme iltizam (gerektirme) yoluyla delâletidir.66 Sarih olmayan mantûk üç’e ayrılır:

aba. Đktizâ Delâleti

Mütekellimin maksadı ve kelâmın doğruluğu, aklen veyahutta şer’an sahih olması kendisine bağlı olan mânâya lafzın delâletidir.67

Mesela Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: EَQَو َنEَPْTiuHاَو َwَxَyْHا SِvVQُأ ْOَR َzKر GْPَFَR اBُهِ<ْtُvْrا “Ümmetimden hata, unutma ve zorlandıkları söz ve fiiller kaldırılmıştır”68

Bu hadisin zâhirinden ümmetten bunların kaldırıldığı anlaşılır. Fakat bu vâkıaya terstir; çünkü bütün bu fiillere ümmette rastlanmaktadır. O halde bu rivâyetin yanlış olması gerekir ki kendisinden boş söz sâdır olmayan Allah Rasulü’nün vermiş olduğu haberin yanlış olması düşünülemez. O zaman bu haberi doğru anlayabilmek için bir ziyâdenin yapılması gerekir. Bu ziyâde yapılarak cümlenin takdiri: “Ümmetimden unutma, hata ve

61 Koca, “Mantûk”, DĐA. XXVIII/32.

62 Bardakoğlu, “Delâlet”, DĐA. IX/121.

63 Đsrâ, 17/23.

64 el-Müsned, V/76; Nesâî, “ Tefsîru’l-Fer’i Ve’l Atîra”, 7/41, no: 4226, ( ة[آز yerine عjh lafzı

kullanılmıştır).

65 Bkz. Âmidî, el-Đhkâm, III/61; Vefâ, a.g.e., s. 4–5.

66 Bkz. Şevkânî, Đrşâdu’l-Fuhûl, s. 587; Vefâ, a.g.e., s. 5; Bardakoğlu, “Delâlet”, DĐA. IX/121; Koca,

“Mantûk”, DĐA. XXVIII/32.

67 Bkz. Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/186–187; Şevkânî, Đrşâdu’l-Fuhûl, s. 588; Vefâ, a.g.e., s. 5; Koca,

“Mantûk”, DĐA. XXVIII/32.

(24)

zorlandıkları söz ve fiillerin günahı kaldırılmıştır” şeklinde olur. Cümle de ancak bu şekilde doğru anlaşılabilir.69

Bir başka örnekte Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: …|َdْ<َ‡ْHا ِلَwْrاَو “Köye sor”70 bu kelâmın aklen sahih olabilmesi için bu cümleye bir kelime takdir edip ilave etmek gerekir. Bu cümleye yapılacak takdir ‘halk’ kelimesidir. Bu takdirle beraber cümle “köy halkına sor” şeklinde olur ve akla uygun bir anlam kazanmış olur. Çünkü binalardan oluşan köye soru sormak aklen doğru değildir.71

Bir diğer örnek ise bir kimse, kölesi olan bir efendiye “Benden bin dinara köleni azad et” demesidir. Bu ifade temlike delâlet eder. Yani sanki şöyle demiş olur: “Onu bana bin dinara sat, sonra benim adıma onu azad et.” Çünkü azad etmek için önce bir mala sahip olmak gerekir.72

abb. Đşâret Delâleti

Lafzın, mütekellimin maksadı olmayan lazım/dolaylı mânâya delâletidir.73 لEW Š نEI‡‹ EQ GH kP‡K Odد و k‡R تEIWE‹ ءETuHا ءETuHا SK gFrو GPFR [F O>ud د

E>vP^<]W SK OهاfNا tM_ لEW

مBI_ aو [FI_a Eه<هد <x@ Rasulullah (s.a.v.) kadınlar hakkında “Kadınların aklı ve dini noksandır” dedi. Rasulullah’a (s.a.v.) onların dinlerinin noksan olması nedir? diye soruldu. “Onlardan her birinin zamanlarının yarısını evlerinde namaz kılmaksızın ve oruç tutmaksızın oturarak geçirmeleridir”74 buyurdu.

Bu rivâyetin sevk ediliş amacı kadınların dinlerinin noksan olduğunu beyan içindir. Yoksa onların hayız sürelerinin en çoğunu; temizlik sürelerinin de en azını bildirmek için gelmemiştir. Bununla beraber bu rivâyetten onların hayız sürelerinin en fazla onbeş gün; temizlik sürelerinin ise en az onbeş gün olduğu buradan zarûri olarak anlaşılmaktadır. Ancak Rasulullah (s.a.v.), “Zamanlarının yarısı” ifadesini onların

69 Bkz. Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/187; Âmidî, el-Đhkâm, III/61; Vefâ, a.g.e., s. 5–6. 70 Yusuf, 12/82.

71 Bkz. Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/187; Semerkandî, Mîzânu’l-Usûl, s. 403; Đbn Rüşd, ez-Zarûrî, s. 118;

Âmidî, el-Đhkâm, III/62; Sadru’ş-Şerîa, et-Tavdîh Şerhu’t-Tenkîh, s. 174; Vefâ, a.g.e., s. 6.

72 Bkz. Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/187; Âmidî, el-Đhkâm, III/62; Vefâ, a.g.e., s. 6.

73 Bkz. Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/188; Şevkânî, Đrşâdu’l-Fuhûl, s. 589; Vefâ, a.g.e., s. 6; Koca, “Mantûk”,

DĐA. XXVIII/33.

74 Müslim, “Đman”, 1/34, no: 132. “Bu hadisi yukardaki lafız ile bulamadım. Farklı lafızlarla rivayet

edilmiştir. ﺎﻣﻭ ﺖﻳﹶﺃﺭ ﻦﻣ ﺕﺎﺼﻗﺎﻧ ﹴﻞﹾﻘﻋ ﹴﻦﻳﺩﻭ ﺐﹶﻠﹾﻏﹶﺃ ﻱﺬﻟ ﺐﹸﻟ ﻦﹸﻜﻨﻣ ﺖﹶﻟﺎﹶﻗ ﺎﻳ ﹶﻝﻮﺳﺭ ﻪﱠﻠﻟﺍ ﺎﻣﻭ ﹸﻥﺎﺼﹾﻘﻧ ﹺﻞﹾﻘﻌﹾﻟﺍ ﹺﻦﻳﺪﻟﺍﻭ ﹶﻝﺎﹶﻗ ﺎﻣﹶﺃ ﹸﻥﺎﺼﹾﻘﻧ ﹺﻞﹾﻘﻌﹾﻟﺍ ﹸﺓﺩﺎﻬﺸﹶﻓ ﹺﻦﻴﺗﹶﺃﺮﻣﺍ ﹸﻝﺪﻌﺗ ﹶﺓﺩﺎﻬﺷ ﹴﻞﺟﺭ ﺍﹶﺬﻬﹶﻓ ﻧ ﹸﻥﺎﺼﹾﻘ ﹺﻞﹾﻘﻌﹾﻟﺍ ﹸﺚﹸﻜﻤﺗﻭ ﻲﻟﺎﻴﱠﻠﻟﺍ ﺎﻣ ﻲﱢﻠﺼﺗ ﺮﻄﹾﻔﺗﻭ ﻲﻓ ﹶﻥﺎﻀﻣﺭ ﺍﹶﺬﻬﹶﻓ ﹸﻥﺎﺼﹾﻘﻧ ﹺﻦﻳﺪﻟﺍ

(25)

dinlerinin noksan olduğunu açıklamak için mübalağa olarak zikretmiştir. Şâyet hayız onbeş günden fazla; temizlikte onbeş günden az olsaydı onu muhakkak söylerdi.75

Bir başka örnekte ise, Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: ﻪﺘﹶﻠﻤﺣ ﺎﻧﺎﺴﺣﹺﺇ ﻪﻳﺪﻟﺍﻮﹺﺑ ﹶﻥﺎﺴﻧﹺﺈﹾﻟﺍ ﺎﻨﻴﺻﻭﻭ ﺍﺮﻬﺷ ﹶﻥﻮﹸﺛﺎﹶﻠﹶﺛ ﻪﹸﻟﺎﺼﻓﻭ ﻪﹸﻠﻤﺣﻭ ﺎﻫﺮﹸﻛ ﻪﺘﻌﺿﻭﻭ ﺎﻫﺮﹸﻛ ﻪﻣﹸﺃ “Biz insana ana babasına iyi davranmasını tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer…”76 diğer bir âyet-i kerîmede ise ﻪﹸﻟﺎﺼﻓﻭ ﹴﻦﻫﻭ ﻰﹶﻠﻋ ﺎﻨﻫﻭ ﻪﻣﹸﺃ ﻪﺘﹶﻠﻤﺣ ﻪﻳﺪﻟﺍﻮﹺﺑ ﹶﻥﺎﺴﻧﹺﺈﹾﻟﺍ ﺎﻨﻴﺻﻭﻭ ﹺﻦﻴﻣﺎﻋ ﻲﻓ “Biz insana ana babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur …”77 buyrulmuştur.

Bu iki âyet, işâret yoluyla hamilelik müddetinin en azının altı ay olduğuna delâlet eder. Ancak bu iki âyetten maksad bu değildir. Maksat, âyette ana hakkının, hamilelikte ve süt emzirmede katlandığı sıkıntı ve yorgunlukların açıklanması; ikinci âyette kastedilen ise en uzun süt emzirme müddetinin açıklanmasıdır. Fakat bu, yani hamilelik müddetinin en az altı ay olması, o mânânın ayrılmaz bir parçasıdır.78

Bir başka örnek ise, Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: ﻢﹸﻜﹶﻟ ﻪﱠﻠﻟﺍ ﺐﺘﹶﻛ ﺎﻣ ﺍﻮﻐﺘﺑﺍﻭ ﻦﻫﻭﺮﺷﺎﺑ ﹶﻥﺂﹾﻟﺎﹶﻓ ﺩﻮﺳﹶﺄﹾﻟﺍ ﻂﻴﺨﹾﻟﺍ ﻦﻣ ﺾﻴﺑﹶﺄﹾﻟﺍ ﹸﻂﻴﺨﹾﻟﺍ ﻢﹸﻜﹶﻟ ﻦﻴﺒﺘﻳ ﻰﺘﺣ ﺍﻮﺑﺮﺷﺍﻭ ﺍﻮﹸﻠﹸﻛﻭ “… Artık (ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için takdir ettiklerinden isteyin, sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayrılıncaya kadar yeyin için…”79

Bu âyetin birinci bölümü olan “Artık (ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın”, fecrin doğuşuna kadar cinsel münasebeti mübah kılmıştır. Đkinci kısım ise, “sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayrılıncaya kadar yeyin için” bu âyetin maksadını açıklamak için sevk edilmiştir. Bununla beraber ramazan gecelerinde cinsel münasebette bulunup, cünüp olarak sabahlayan kişinin orucu bozulmaz. Çünkü gecenin sonunda cimâ eden kişinin guslünü gündüze ertelemesi

75 Bkz. Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/188; Âmidî, el-Đhkâm, III/62; Vefâ, a.g.e., s. 7. 76 Ahkâf, 46/15.

77 Lokman, 31/14.

78 Bkz. Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/189; Âmidî, el-Đhkâm, III/62; Vefâ, a.g.e., s. 7. 79 Bakara, 2/187.

(26)

kaçınılmazdır. Bunda dolayı oruç bozulmadığına göre, gecenin son kısmında/anında cimâ mübah olur. Ancak bununla beraber kelamın sevk ediliş maksadı bu değildir.80

abc. Îmâ Delâleti

Mütekellimin kasdettiği mânânın ayrılmaz parçası lafzın delâletidir ki kelâmın doğruluğu, aklen veyahut da şer’an sahih olması o mânâya bağlı değildir. Çünkü hüküm vasıfla beraber bulunmaktadır. Şâyet vasıf vb. ta’lil için olmasaydı, hükümle beraber bulunması câiz görülmezdi. Dolaysıyla o vasfın ta’lil için olduğu, sarih olmasa bile, ona delâlet ettiği anlaşılır.81 Mesela Ebû Hureyre’nin (r.a.) rivâyet etmiş olduğu bir hadisi şerifte, َلEَ‡َK َنEَsَQَر SِK Sِ_َأَ<ْQا [َFَR ُ{ْ]َWَو َلEَW ََtَFْهَأ EَQَو َلEَW ُ{ْtَFَه َلEَ‡َK ٌkُَر َgVFَrَو ِGْPَFَR ُGVFHا [VFَŠ VSِ‘VuHا [َ_َأ |َ‘َWَر ْ’ِvْRَأ GْPَFَR GVFHا [VFَŠ jSِ‘VuHا Bir bedevî Rasulullah (s.a)’e gelerek,

— “Helak oldum ya Rasulullah!” dedi.

— Rasululah (s.a.v.), “Seni helak eden şey nedir?”

— Bedevî, “Ramazanda ailemle cinsî münasebette bulundum.”

— Rasulullah (s.a.v.), “Bir köle azad et”82 buyurdu. Bu hadis, ramazan günü

oruç esnasında cinsi münasebette bulunmanın köle azadı için bir illet olduğuna delildir. Sanki Hz. Peygamber (s.a.v.) o sahabiye “cinsi münasebette bulunduysan keffâret öde” demiş oluyor.83

b. Mefhûm’un Delâleti

Lügatte (f-h-m) kökünden türemiş olan mefhûm kelimesi, ismi meful olarak kullanılmakta olup “bilinen, akledilen, anlaşılan şey” anlamlarına gelmektedir.84

Istılahta ise, lâfzın, sözde zikri geçmeyen ve ifade edilmeyen bir şeyin hükmüne delâlet etmesi demektir.85

80 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/189; Âmidî, el-Đhkâm, III/62–63.

81 Bkz. Vefâ, a.g.e., s. 6; Koca, “Mantûk”, DĐA. XXVIII/32.

82 Müslim, “Sıyâm”, 13/14. no: 71; Đbn Mâce, “Sıyâm”, I/14, no:1671.

83 Vefâ, a.g.e., s. 6.

84 Đbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, XVI/459.

85 Bkz. Âmidî, el-Đhkâm, III/63; Şevkânî, Đrşâdu’l-Fuhûl, s. 587; Vefâ, a.g.e., s. 8; Bardakoğlu, “Delâlet”,

(27)

Âmidî (631/1234), mefhûmu da mantûk’un kısımlarından birisi olarak ele alır. Çünkü ona göre, mantûk mefhûm için bir asıl; mefhûm da mantûk için bir karşılıktır.86

Cüveynî (478/1085), Şâfiî usûlcü ve fakihlerinden Ebû Bekir b. Fûrek’in (?) bu iki mefhûm kavramını lafzî bir ayrıma tâbi tutarak, şâyet lafız muvâfakata delâlet ediyorsa “mefhûmu’l-hıtâb”; muhâlefete delâlet ediyorsa “delîlü’l-hıtâb” denir; şeklinde bir isimlendirmeye gittiğini nakleder.87 Mefhûm lafzını sadece mefhûmu muvâfakaya hasredenler mütekellimin en alt/düşük seviyeden haber vererek en yükseği amaçladığını söylerler. Onlar bunu nass olarak var olan ve zâhir/açık-seçik olarak var olan diye ikiye ayırarak nas olarak zâhir olana “فُأ EَMُ>َH ْkُ‡َ_ EَFَK 88 âyetini; zâhir olarak vâki olana da َkَvَW ْOَQَو ٍ|َuِQْ”ُQ ٍ|َ‘َWَر ُ<dِ<ْ~َvَK ًwَxَm EًuِQْ”ُQ 89

âyetini örnek olarak verirler.90 Cumhura göre mefhûmun delâleti ikiye ayrılır:

ba. Mefhûmu’l-Muvâfaka (Mefhûmu’l-Hıtâb)

Mefhûmu’l-muvâfaka, lâfzın, herhangi bir ictihad ya da araştırmaya gerek olmaksızın, illetteki müştereklik sebebiyle, dilin kuralları göz önününe alınarak, mefhûma temel oluşturan mantûkun bihin hükmünün meskût anh için de sabit olduğuna delâlet etmesidir. Buna mefhûmü’l-muvâfaka denmesi, meskût anh olan hükmün mantûk bih olan hükme muvâfık bulunmasından ötürüdür.91 Cürcânî (816/1413) ise, mefhûmu’l-muvâfakayı mutabakat yoluyla kelamdan anlaşılan şey diye tarif eder.92 Hanefîler ise bu delâlet türünü nassın delâleti olarak isimlendirirler.93

Cüveynî’ye (478/1085) göre ise mefhûmu’l-muvâfaka, meskût’un anh’ın hükmünün, mantûk’un bih’in hükmüne evlâ yönünden delâlet etmesidir.94

86 Âmidî, el-Đhkâm, III/63.

87 Cüveynî, el-Burhân, I/299; Ayrıca bkz. Vefâ, a.g.e., s. 8. 88 Đsrâ, 17/23.

89 Nisâ, 4/92.

90 Cüveynî, el-Burhân, I/300.

91 Bkz. Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/190; Âmidî, el-Đhkâm, III/63; Şevkânî, Đrşâdu’l-Fuhûl, s. 589.

92 Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 221.

93 Bardakoğlu, “Delâlet”, DĐA. IX/122.

(28)

Zâhirîler dışındaki herkes mefhûmu’l-muvâfaka’nın hüccet olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak mânâya delâletinin lafzî mi yoksa kıyâsî mi olduğunda ihtilaf etmişlerdir.95

Mefhûmu’l-muvâfaka aynı zamanda lahnu’-hıtâb ve fahve’l-hıtâb olarak da isimlendirilir.96

baa. Fahve’l-Hıtâb

Meskût’un anh’ın hükmü, mantûk’un bih’in hükmüne daha yakınsa buna fahve’l-hıtâb denir.97 Ya da dikkat çekme açısından sözün delâlet etmiş olduğu şeydir. Mesela daha üstün olanın hükmünü belirterek daha düşük olanın hükmüne; ya da daha düşük olanın hükmünü belirterek daha yüksek olanın hükmüne dikkat çekmektir.98

Bâkıllânî (403/1013), fahve’l-hıtâbı mefhûmu’l-muvâfakti’l-evlâ olarak isimlendirmiştir.99

Bâcî (494/1100) ise fahve’l-hıtâbı, lügat örfünde hıtâbın bizzat kendisinden mütekellimin maksadının anlaşılması olarak tarif etmiştir.100

Mesela Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur. ﺎﹶﻟﻭ ﻑﹸﺃ ﺎﻤﻬﹶﻟ ﹾﻞﹸﻘﺗ ﺎﹶﻠﹶﻓ ﺎﻤﻫﺎﹶﻠﻛ ﻭﹶﺃ ﺎﻤﻫﺪﺣﹶﺃ ﺮﺒﻜﹾﻟﺍ ﻙﺪﻨﻋ ﻦﻐﹸﻠﺒﻳ ﺎﻣﹺﺇ ﺎﳝﹺﺮﹶﻛ ﺎﹰﻟﻮﹶﻗ ﺎﻤﻬﹶﻟ ﹾﻞﹸﻗﻭ ﺎﻤﻫﺮﻬﻨﺗ “…Onlardan biri ya da her ikisi senin yanında yaşlanırsa, onlara öf!” bile deme; onları azarlama; onlara güzel söz söyle.”101 Bu âyet-i kerîmenin mantûkundan anne babaya “öf!” demenin haram kılınışından, ittifakla meskûtun anh olan dövmenin de haram kılındığı anlaşılmaktadır. Çünkü her iki davranışta “öf!” lafzında müşterek olan, eza vermektir. Dövmek de eza verme bakımından öf demekten daha kuvvetlidir. Zira böylece haramlık hükmünün her iki davranış için de sabit olduğu anlaşılmaktadır.102 Đbn Rüşd (595/1198) bu âyetten anne babaları dövme, onlara sövme

95 Âmidî, el-Đhkâm, III/69. 96 Âmidî, el-Đhkâm, III/63.

97 Cessâs, el-Fusûl, I/289,(Muhakkikin Notu); Đbn Rüşd, ez-Zarûrî, s. 127; Şevkânî, Đrşâdu’l-Fuhûl, s.

589; Vefâ, a.g.e., s. 9.

98 Şîrâzî, Şerhu’l-Lüma’, I/424.

99 Bkz. Bâkıllânî, et-Takrîb ve’l-Đrşâd, III/331 (muhakkikin dipnotu). 100 Bâcî, el-Đhkâm, s. 439.

101 Đsrâ, 17/ 23.

102 Bkz. Şîrâzî, Şerhu’l-Lüma’, I/424; Cüveynî, el-Burhân, I/298; Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/190; Đbn Rüşd,

(29)

gibi fiillerin de yasaklandığı öncelikli olarak (evleviyetle) anlaşılmaktadır der. Çoğunluğun da bunu kıyas olarak değil fahve’l-hıtâb olarak isimlendirdiğini belirtir.103 Ancak buradaki hükmün nasıl anlaşıldığında ihtilaf edilmiştir. Zâhirîler ve Mütekellimîn’nin çoğunluğuna göre, “öf” sözden anlaşılandır; Mütekellimîn’den bir kısım âlime göre ise “o kıyas yoluyla anlaşılandır”. Đmam Şâfiî ise bunu celî kıyas104 olarak isimlendirir ki doğru olan da budur. Şâyet bu metodla delil getirilirse “Te’fif” lafzı dövme ve sövmeyi içermez. O lafızdan anlaşılır; fakat lafız onu içermez. Bu yüzden o, lafzın bir parçası ya da lafza bir ziyade değildir. Çünkü ziyade, câiz değildir. Bu ancak mânâ yönünden bilinebilir.105 Gazzâlî (505/1111) bu yaklaşıma karşı çıkarak “bunun kıyasla anlaşılması için illetin düşünülmesi ve istinbat edilmesi gerekirdi ki bu bir hatadır. Buradaki dövme ve sövme gibi fiillerin de haram olduğu mantûktan anlaşılan meskûttur ki; zaten bu gibi fiillerin haram olduğu, mantûkdan anlaşılanın daha üzerinde/ilerisinde fahve’l-lafız olarak anlaşılır” der.106 Đmam Şâfiî’nin bunu celî kıyas olarak isimlendirmesine karşı çıkanlar ise görüşlerini şöyle delillendirmeye çalışırlar: Dil ehli dövme ve sövmenin yasaklandığını, bunların her birinin eziyet içerdiğini aklî sezgiyle anlarlar. Eğer bu kıyas yoluyla anlaşılsaydı, o zaman onu sadece kıyası bilenler anlayabilirlerdi. Ancak kıyasa gerek olmaksızın bilinen diğer şeylerin bilgisi gibi onun bilgisi de yaratılışta ortaktır.107 Mu’tezîlî fakihlerden Ebû’l-Hüseyn el-Basrî (436/1044), buradaki te’fîfin haram kılınmasından dövme gibi daha ileri derecede ezâ içeren fiillerin de haram olduğunun kıyâs-ı evlâ yoluyla anşılabileceğini söylemektedir.108 Hanefî usûlcülerinden Cessâs (370/980), bu âyetle ilgili olarak yapmış olduğu yorumda, bu âyetin iki mânâya delâlet ettiğini ifade eder. Bunlardan birincisi, bu âyetin bizzat kendisiyle ana babaya karşı “öf” demenin yasaklanmış olması, ikincisi ise, “öf” demekten daha ileri seviyede bir ezâ olan dövme ve sövme gibi fiillerin yasaklığıdır.109

Bir diğer örnekte ise Allah (c.c.), ﻩﺮﻳ ﺍﺮﺷ ﺓﺭﹶﺫ ﹶﻝﺎﹶﻘﹾﺜﻣ ﹾﻞﻤﻌﻳ ﻦﻣﻭ ﻩﺮﻳ ﺍﺮﻴﺧ ﺓﺭﹶﺫ ﹶﻝﺎﹶﻘﹾﺜﻣ ﹾﻞﻤﻌﻳ ﻦﻤﹶﻓ “Kim zerre miktarı hayır işlemişse onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu

103 Đbn Rüşd, ez-Zarûrî, s. 127.

104 Celî Kıyas: Đlletin, fer’de asıldakinden daha açık ve kuvvetli olması halidir. Buna kıyas-ı evlâ da denir.

Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, s. 247.

105 Şîrâzî, Şerhu’l-Lüma’, I/424–425. 106 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/191.

107 Şîrâzî, Şerhu’l-Lüma’, I/425; ayrıca bkz. Bâcî, el-Đhkâm, s. 440.

108 Ebû’l-Hüseyn el-Basrî, el-Mu’temed, I/159.

(30)

görür.”110 buyurmuştur. Bu âyette mantûk zerre miktarı; meskût olan ise zerre miktarından daha fazlasıdır. Her ikisinin hükmü de birdir ki o da “karşılıktır.”111

Başka bir örnek ise, Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: ﻩﺩﺆﻳ ﹴﺭﺎﹶﻄﻨﻘﹺﺑ ﻪﻨﻣﹾﺄﺗ ﹾﻥﹺﺇ ﻦﻣ ﹺﺏﺎﺘﻜﹾﻟﺍ ﹺﻞﻫﹶﺃ ﻦﻣﻭ ﺎﻤﺋﺎﹶﻗ ﻪﻴﹶﻠﻋ ﺖﻣﺩ ﺎﻣ ﺎﱠﻟﹺﺇ ﻚﻴﹶﻟﹺﺇ ﻩﺩﺆﻳ ﺎﹶﻟ ﹴﺭﺎﻨﻳﺪﹺﺑ ﻪﻨﻣﹾﺄﺗ ﹾﻥﹺﺇ ﻦﻣ ﻢﻬﻨﻣﻭ ﻚﻴﹶﻟﹺﺇ “Ehl-i Kitab’dan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iâde eder; onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, tepesine dikilip durmazsan onu sana iâde etmez…”112 âyetinin birinci bölümünden yüklerle kendisine emanet bırakılan kimsenin bunu eksiksiz olarak geri vermesinden, böyle kimsenin yüklerle olmayan emaneti de geri vereceği anlaşılır; ikinci bölümünden ise kendisine bir dinar emanet edilen kimsenin ancak onu başına dikilmekle iâde edeceğine vurgu yapılarak, böyle kimsenin bir dinardan fazla olan emaneti de noksansız olarak geri iâde etmeyeceği anlaşılır. Yani her ikisinde de mantûk ile meskût’un hükümleri birdir.

Bu örnekler de en düşük olanla en yüksek olana dikkat çekme vardır. Yani mantûk’un bih ile meskût’un anh’a dikkat çekme vardır; çünkü meskût’un anhın hükmü mantûk’un bih’in hükmünden evlâdır.113

bab. Lahnu’l-Hıtâb (Dâl Bi’d-Delâle)

Meskût’un anh’ın hükmü, mantûk’un bih’in hükmüne müsâvi ise buna lahnu’l-hıtâb denir.114 Bâkıllânî (403/1013), lahnu’l-hıtâbı mefhûmu’l-muvâfakati’l-müsâvî olarak isimlendirir.115

Allah (c.c.) yetimlerin mallarını haksızca yiyenler hakkında şöyle buyurmuştur: ﺍﲑﻌﺳ ﹶﻥﻮﹶﻠﺼﻴﺳﻭ ﺍﺭﺎﻧ ﻢﹺﻬﹺﻧﻮﹸﻄﺑ ﻲﻓ ﹶﻥﻮﹸﻠﹸﻛﹾﺄﻳ ﺎﻤﻧﹺﺇ ﺎﻤﹾﻠﹸﻇ ﻰﻣﺎﺘﻴﹾﻟﺍ ﹶﻝﺍﻮﻣﹶﺃ ﹶﻥﻮﹸﻠﹸﻛﹾﺄﻳ ﻦﻳﺬﱠﻟﺍ ﱠﻥﹺﺇ “Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar; zaten onlar alevli ateşe gireceklerdir.”116 Âyetin mantûkundan yetim malını yemenin haram oluşu;

110 Zilzâl, 99/7–8.

111 Bkz. Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/190; Âmidî, el-Đhkâm, III/64; Vefâ, a.g.e., s. 9. 112 Âl-i Đmrân, 3/75.

113 Bkz. Şîrâzî, Şerhu’l-Lüma’, I/424; Bâcî, Đhkâm, s. 439-440; Gazzâlî, Mustasfâ, II/190; Âmidî,

el-Đhkâm, III/64; Vefâ, a.g.e., s. 9.

114 Cessâs, el-Fusûl, I/289,(Muhakkikin dipnotu); Şevkânî, Đrşâdu’l-Fuhûl, s. 589; Vefâ, a.g.e., s. 9. 115 Bkz. Bâkıllânî, et-Takrîb ve’l-Đrşâd, III/331 (muhakkikin dipnotu).

(31)

mefhûmundan da onu yakmanın haram olduğu anlaşılır. Çünkü itlâf hüküm bakımından yemeye eşittir.117

bb. Mefhûmu’l-Muhâlefet (Delîlü’l-Hıtâb)

Mefhûmun diğer nev’i olan ve bazı usûlcüler tarafından “delîlü’l-hıtâb” veya “el-mahsûs bi’z-zikr” olarak da isimlendirilen mefhûmu muhâlefe, meskût anh olan hükmün mantûk bih olan hükme muhâlif bulunmasıdır.118

Fıkıh usûlcüleri delîlü’l-hıtâb’ı alt çeşitlere ayırmışlardır. Biz delîlü’l-hıtâbın çeşitlerine bir sonraki delîlü’l-hıtâb kavramı alt başlığı altında değineceğimiz için tekrara düşmemek adına bu konuyu burada ele almayı uygun görmedik.

II. DELÎLÜ’L-HITÂB KAVRAMI

A. KAVRAM TAHLĐLĐ

Delîl ve hıtâb kavramlarının bir araya gelerek oluşturmuş olduğu bu terkip; Đslam hukuk usûlünde mânâya delâlet eden lafızlardan hüküm çıkarmada cumhur ulemânın kullanmış olduğu bir istinbat metodudur.

Bu kavramın ıstılâhî mânâsı üzerinde tam bir ittifak olmayıp; mâhiyeti hakkında mezhepler arasında ihtilaflar vardır. Bu konuda ağırlığını Mâlikîlerin oluşturmuş olduğu cumhura göre: “Delîlü’l hıtâb, nassın hükmü bir vasıfla kayıtlanmış olup, vasfın bulunmadığı durumlarda hükmünde bulunmadığına delâlet etmesidir.”119 Yine nassın hükmü bir isim ile kayıtlanmışsa, bu ismin dışındakilerde de o hükmün bulunmadığına delâlet etmesidir.120

117 Bkz. Âmidî, el-Đhkâm, III/64; Vefâ, a.g.e., s. 10.

118 Bkz. Cüveynî, el-Burhân, I/298; Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/191; Âmidî, el-Đhkâm, III/67; Sadru’ş-Şerîa,

et-Tavdîh Şerhu’t-Tenkîh, s. 178; Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 221;Vefâ, a.g.e., s. 13; Bardakoğlu, “Delâlet”, DĐA. IX/122; Koca, “Mefhûm”, DĐA. XXVIII/351.

119 Bâkıllânî, et-Takrîb ve’l-Đrşâd, III/331; Şîrâzî, Şerhu’l-Lüma’, I/428; Bâcî, el-Đhkâm, s. 446. 120 Bâcî, el-Đhkâm, s. 446.

Referanslar

Benzer Belgeler

Hiçbir .A, B değildir. Kıyasın bu şekli, birinci şekilde olduğu gibi dört farklı şekilde sonuç vermediği için mükemmel şekil olarak kabul edilmez. İbn

İbni Hâcib, Bâci, İbni Rüşd ve Karâfî gibi Mâlikî mezhebi usul otoriteleri telif ettikleri eserlerde şebehi illeti tespit yöntemleri arasında ele almış, kıyas

Gündüz uykululuk durumunun bağımsız de- ğişkenlere göre prevelansı incelendiğinde (Tablo 2) olumsuz ekonomik koşullara sahip olanlarda (asgari ücretin altında geliri alanlar

Çalışmamızda meyve, sebze ve bahçelerdeki böceklere karşı yaygın olarak kullanılan organoklorür bir pestisit olan MXC’nin (8) doz artışına bağlı

Türk Müziği teorisi üzerine önemli çalışmalar yapmış olan Ra’uf Yektâ Bey, Dârü’l Elhân’ın kapatılması nedeniyle, 1926 yılında Kahire’de doğu müzikleri

taken as energy values. Energy efficiency calculations were made to determine the productivity levels of cotton plant production. The units shown in Table 1 have been used to

Üsküdar Belediye Başkanı Necmettin ÖZtürk’ten alman bilgiye göre, Haydarpaşa Hastanesiyle, Askeri Hastane arasından H arem ’e uzanan yolun adı “Burhan Felek

[r]