• Sonuç bulunamadı

Direklerarası:ramazan takvimi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Direklerarası:ramazan takvimi"

Copied!
13
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

C

BAŞLARKEN...

RAMAZAN

TAKVİMİ

1

B

U sütunu otuz gün sürecek bir Ra­

mazan takvimi savın. Her sabah bir yaprak kaldırdıkça bu sütunda eski Ramazanları yansıtan bilgiler, hatıra­ lar, fıkralar, resimler, karikatürler, eğlence­ li oyunlar bulacaksınız.

Direklerarası’nm ünlü sanatçılarının, Or- taoyununun, tuluatm komiki şehirlerini (meşhur komik),meddahlarmı, kantocuları­ nı tanıyacaksınız. Zaten tanıyor idiyseniz,

bir kere daha hatırlayacaksınız. Sade

Direklerarası dünyasını değil, o devrin başlıca renkli sinemalarım da nefis nüktele­ riyle burada anacağız. Hafızalarda unutul­ maya yüz tutmuş, eski gazete sahifelerinde sararmış Direklerarası dönemini raftan alıp

tozlarını silkeleyip bir Ramazan boyu

huzurunuzda yeniden canlandırmaya çalı­ şacağız. Yanm yüzyıl hatta, yarım yüzyıl­ dan da daha geride kalmış o günlerle bu günümüz arasında yaşam tarzı, anlayış, zevk bakımından ne değişiklikler olduğunu göreceksiniz. Bazısı lehte bazısı aleyhte. Lehte olanları ile övünüp aleyhte olanları ile yerineceksiniz.

Evet bu ay boyu sizleri günlük kaygı­ larınızdan on-onbeş dakika uzaklaştırıp o demlere götüreceğiz. Bir sinema şeridi gibi

o neşe panayırım, bir orasından bir

burasından göstermeye çalışacağız.

H AY D İ BA ŞLIYO R B E YLER . B A Ş ­ LIYOR H A N IM LA R , ASKER, ÇOCUK ON P A R A ,B A Ş IB O ZU K OTUZ PA R A .

Söz paradan açılmışken soralım. O günkü rayiç bile sizi gülümsetmedi mi?

İki buçuk liranın tedavülden çekildiği, en küçük para biriminin on lira olduğu günümüzde tiyatro giriş biletlerinin hele biraz da müzikli ise, üçyüz lirayı bulduğu bir ortamda Direklerarası'nda gezinmek, bırakın eğlencesini, sırf getirdiği bu inanıl­ maz ucuzluk bakımından gönlünüzü on beş dakika olsun biraz ferahlatmaz mı?

S

ÖZ konusu ettiğimiz dönemi biraz

tanıyalım. Beyler fesli, hanımlar henüz kapalı. Bugün artık tarihe karışmış bir meslek o günlerde çok revaçta.

19. yüzyılın sonlarında bir İngiliz şirketine yaptırılan Galata Köprüsü, aynı yerde iki sahili birleştirenn köprülerin üçüncüsüdür. iskeleti demirden olmakla beraber, döşemesi tahta idi. Yukarıda 1912 yılına kadar hizmet eden bu köprünün fotoğrafını görüyorsunuz.

Ramazan'ı yiyen

ya açlıktan,

ya susuzluktan....

Ramazan'da yalan

söyleyenin (oruç yiyenin)

Bayram'da yüzü kara olur

v_______ _______

J

Ortaoyunlarda kadın rolleri olan zenneyi erkekler oynuyor. Tiyatroda kadın rollerine Türk ve Islâm kızlarının çıkması ne mümkün. Bu görevi onların yerine Uk başlarda Ermem hanım sanatçılar üstlen­ mişler. Hasılı? dünya bir erkekler dünyası. Kadına özlem o kadar büyük ki, biraz kolunu budunu gösteren, şarkı söyleyip göbek atan kantoculara tutulan tutulana, ilerde meşhur kantocuları bir bir tanıtaca­ ğız...

Fes kalıpçılığı. Her köşe başında bir kalıpçı. Ayakkabısını boyatmak gibi hafta­ da bir fesini kalıplatmak da en basit medeni ihtiyaç. Caddelerde henüz ne otobüs var, ne

taksi, nede dolmuş. Koca İstanbul’da

resmî birkaç otomobille bazı sefaretlerin özel otomobilleri var. Toplasanız yirmiyi geçmez. Atlı tramvaylar kalkmış yerini elektriklileri almış, taksinin işlevini henüz atlı arabalar, fay tonlar,bazı bazı da kupa arabaları yapıyor. Kilo daha kullanılmıyor. Okka ile çeki revaçta. Daha ne steno biliniyor ne daktilo. Divit devri geçmiş ama kamış kaleme hadi bilemediniz madenî uç takılı mürekkepli kaleme gelinmiş. Radyo ne gezer. Borulu gramofon devri. Galata Köprüsü’nün tahta zemini taş olmuş ama, iki yakada iri elli kumbaralı biletçiler sizi bir yandan öbür yana on para, daha sonrada köprü jetonu vermeden geçirmi- orlar. Beyoğlu tarafında şapkalılar görebi- rsiniz. Bunlar ya ecnebilerdir ya da bazı azınlıkların kibarlarıdır.

KAÇ-GÖÇ HAREM SELAMLIK

Biz yine gelelim asıl İstanbul’a, yani köprünün beri yanma. Harem selâmlık her

R A M A Z A N 'A İLİŞKİN

ATASÖZLERİ

alanda hükmünü sürmede. Tramvayda ka­ dınlar bölümü ile erkekler bölümü kalın perde ile ayrılmış.

Tiyatrolarda kadınlar için ayn temsil verilirken daha sonraları aynı çatı altmda bulunmalarına ancak erkekler parterde hanımlar balkonda olmak şartiyle ruhsat

çıkmış. Balkonu olmayan sinemalarda

salonu ikiye bölen tahta perde var. Bu­ yanda erkekler bir yanda kadınlar.

(2)

R

AM AZAN bugün de on bir ayın şul - tanı am a.;O zamanlar ki şevketi, saltanatı çok daha başka idi. Mü­ minler Ramazan’ı bütün bir yıl “ Rama­ zan’a dört ay kaldı, üç ay kaldı, beş hafta kaldı” diye iple çekerlerdi. Ramazan gel­ meden, daha aylarca önceden, hazırlığı başlardı. O ay<Ja herkes bir başka havaya bürünürdü.

R A M A ZA N M Ü TE A SSIPLAR I

Zaten duasında namazında olan köklü müminler dışında yıl boyu dinî ödevlerini pek önemsememiş büyük bir kalabalık da Ramazana hürmeten birden bire koyu dindar kesilirdi. Gerçek dindar, sürekli dindar, samimi dindardır, hoşgörülüdür. Semuh olur. Asıl müteassıpları çoğu za­ man geçici dindarlarda aramalı. Bu Ra­ mazan dindarları, cuma namazı dindarla­ rına benzerler. Hafta boyu namaz kılacak vakit bulamayıp da Cuma namazına katı­ lıp bunu telafi ettiğini sananlar gibi bütün bir yıl dinin emrettiği yumuşaklığı, alçak­ gönüllülüğü başkalarına insaf ve sevecen­ liği unutup hırsla çıkar peşinde koşmuş o- lanlar bile ¡ister istemez Kutsal ayda her­ kese uyar oruçta, niyazda, namazda ku­ sur etmemeye özen gösterirlerdi.

Oruç yiyenlere Ramazan'da Ramazan’a yakışmayan bir yaşam sürenlere en çok sinirlenen de her zamanki dindarlardan çok bu ğeçici Ramazan dindarlan idi. Sanki oruç tutuşlannm, ibadet edişlerinin hıncını tutmayanlardan alırlardı.

--- •

---Zahid bizi tahvif ile teşvişe düşürme Sen rnahkemey-l ruzu cezadan mı gelirsin

J N abi

B a k ış ın la b izi ş a ş ırt m a d in a d a m ı

S e n y a rg ıç m ıs ın , y ü c e m a h k e m e d e n m i g e lirs in ?

Sahurdan iftara kadar dinî farizeleri ye­ rine getirenlere bir mükâfat gibi iftardan sahura kadar da bir eğlence panayırı su­

nulurdu ki bunun toplu adına

DİREKLERARASI denirdi.

D İK E K L E R A R A S I bugün seks sine­ malarının bulunduğu Vezneciler'den baş­ layıp Vefa Lisesinin bulunduğu sokağa kadar uzanan Şehzadebaşı'nm bir bölü­ müne verilen addır. Bunun nedeni resim­ de görüldüğü gibi oradaki dükkânlarla cadde arasında kaldırımı örten arkadları taşıyan direklerden kinayedir.

O zamanın ünlü Karagöz ve Meddah kahveleri, tiyatroları operetleri işte hep bu alanda olduğu içindir ki, Londra’daki Tiyatrolar semti Shaftesburry Avenue,

New York’tâki Brodway, Berlin’deki

Kurfürstendamm ne ise, yüzyılımızın ba ­ şındaki DİR E K LER A R ASI da işte onla­ rın bizdeki bir benzeri ve alaturkası idi. Bu curcunalı cadde sadece bizim Brod- wayi’miz değildi. Işıklı mı ışıklı, fıkır fıkır kaynayan bir insan meskeni idi. Piyasalar bu caddede yapılır, kaçamak gönül o y ­ naşları burada cereyan ederdi

--- •

---Bilmedik kimdi şu afet çerkes güftar idi Arkasında bir şarabî mor ferace var idi Gül yüzün setr eyleyen şemsiye zertar idi Ol periye hep mesire halkı hayran oldular. Rengi buyunu şüküfte bir demet gülden nişan Aşıkın hali perişan kükulünden müsteban Hasılı tarife gelmez bir acaip hüsnü an Ol periye hep mesire halkı hayran oldular.

--- •

---Bakınız eski bir İstanbul Efendisi Selim Nüzhet gerçek D lR E K L E R A R A S I’nı na­ sıl anlatıyor.

Ramazan gelince tiyatrolar biraz tamir görür bunlara salaştan yenileri eklenirdi.

Hayalhaneyi Osmanî, Eğlencehaneyi Os- manî, Handanaheyi Osmanî gibi muhtelif isimler taşıyan dar koridorlu, dar localı, dar koltuklu, dar sandalyeli bu muhtelif tiyatrolar bu bir ay zarfında dolup dolup boşalırdı. Çünkü buralara koşanlar tehli­ keye, darlığa bakmazlardı.

Haklan da yok değil. Işki gönüller hoş olsun. Bunlar arasında Mardiros Minak- yan efendinin idaresindeki Osmanlı Dram Kumpanyasının müstesna bir mevkii vardı.

Bu tiyatro Paris'in Grand Guigno’ lü g i­ bi dehşet piyesleri ve içinde en az üç-dört kişinin öldüğü aşk melodramlan oynardı. Bu melodramlann müşterisi hiç de güldü- rülerdekinden az olmazdı.

Gülmek kadar, ağlamanın, korkmanın başkalarının başına gelen felâketlerle h e­ yecanlanmanın da bir ihtiyaç olduğuna bundan güzel ispat olur mu?

Tevekkeli bugün de bazı ağlamçklı film yapımcıları. Halk ne kadar ağlarsa ya ­ pımcının yüzü o kadar güler demiyorlar.

Tiyatro ve sinemanm yanı sıra hokka­ baz, karagöz, kukla, cambaz, meddah, pehlivan güreşleri gibi eğlenceler de hep orada idi. Yarın bu civcivli caddeyi bir baştan bir başa dolaşmaya başlayacağız.

(3)

o

10

liü

81

AĞIRBAŞLI OYUNLARIN BÜYÜK USTASI

MARDİROS MİNAKYAN

RAMAZAN

TAKVİMİ

3

T" ' i ; : ^ * « ş . < * v'* *

M

ARDÎROS Mmakyan Türk Tiyat­ rosu 'nun gelişmesinde Güllü Agop'tan sonra en çok emeği g e ç­ miş tiyatroculardan biridir. Saygın bir kişiliği vardır. Tiyatroyu ciddiye alışı, ağırbaşlı rolleri seçip bunları büyük bir vakar ve kendine özgü bir deklamationla oynayışı zamanının seyircilerini çok etki­ lemiştir. Türk Tiyatrosu'nun bir numaralı adamı Muhsin Ertuğrul, anılarında o ta­ rihte kendini en fazla etkileyen sanatçının Mmakyan olduğunu anlatır. Mınakyan 'm Osmanlı Tiyatrosu bazen Osmanlı Dram Kumpanyası adı altında oynadığı oyu n ­ ları çoğu zaman melodramlardı: ^Kıs- kançlık Belâsı), (Mağdur Kalp yahut Fedakâr Valide'nin Fedakâr Çocuğu),

tAmerika Korsanlan), (Angelo Malipiye- ri), {La Dame A u x Camélias), (Talihsiz Kızcağız yahut Muradına Kavuşmak), (Fakir Delikanlı), (Sefil Familya), (Bir Peder Ne Kadar Sefih Düşse Yine Peder­ dir), (Servetle Saadet Olmaz)L (A fif Anne­ lik), (Demirhane Müdürü), (Ekmekçi K a­ dın), (Paris Paçavracıdan) ve benzerlerin­ den oluşan repertuvan o zaman seyirci­ lerinin gustosunu ve duyarlılık skalasmı yeterince yansıtmıyor mu?

Mmakyan 'm meslektaşlan arasındaki değerlendirilişi üzerine Sersem Kocanın Kurnaz Kansı adlı oyunumdan bir parça­ yı aktanyorum.

H O L A S —Asalet dediğin insanın ken­ dinde olmalı. İşte Atam yan’ı Atamyan yapan da bu asalet-i ruhiye idi.

F A S U L Y E C İY A N -M m a k ya n ’ı di­

yecektiniz, sürç-ü lisan vaki oldu. H O LA S—Hayır A tam yan’ı diyorum.

FASU LYECİYAN -(S in irli) A tam ­

yan benim bildiğim öyle gösterişsiz bir aktördü.

H O LA S—Malumunuz her rolü için g i­ der yerinde tetkikat yapar idi. Hamlet’i Omlet gibi yutmuştu. Bu piyesi hazırla­ mak için Elzenor Şatosu’na gittiğinde oranın eski kapıcısı gerçek Hamlet geliyor sanmış bayılmışsa üç saat ayıltama- mışlar. Prens gibi adamdı. Mmakyan’ın onun yanında lafı olur?

F A S U L Y E C İY A N —A , şuraya bakm. Mmakyan’ı beğenmor. Ha ha hay serseri.

(Sinirli sinirli güler). Tencere yuvarlanmış

kabuğunu beğenmor. Onların ikisi de be- nimşakird-i marifetimdir be.Müsade et de hangisi hakiki aktördür hangisi kalptır

ben bileğim. Mmakyan’m yanmda

“ Hakiki Nedamet” oyunundan bir görüntü

Atamyan

Fasuiyeciyan

Atamyan’m lafı olur. Minakyan üstün bir

teatrocudur. (Satenik'e) Onun “ Hakiki

Nedamet” piyesindeki rolünü hatırlarsın? S A T E N ÎK —Ah ne pozdur o, hiç ha­ tırlamam, O pozu dünyada başka hiçbir aktör alamaz.

F A S U L Y E C İY A N -O pozu ona ben örğetmiş idim. Ne ki söyledi isem papiye büvar gibi almış idi. Her şey bir yana prens gibi bir heriftir. (Poz alır). O pozda hem yevropalılık hem dünya görmüş bir hom dü mondluk, hem şefkat-i pederane, hem de kahramanca bir istiğna. Bakm kaç tabaka hissiyat bir arada mevcuttur.

K. ÎS M A ÎL —Herife bak be, tabaka tabaka katmerli ekmek kadayıfı sanki.

SA TE N lK — Dünyanın neresine gitse birinci sınıf trajedisyen olduğu hıp deyi anlaşılır.

V lR J lN Y A — ister Zola’nın

“ Assomoire” ni oynasın, ister Victor

H ugo’nun “ Sefiller’’inde pıynm pıynm bir haneberduş olsun. Seyirci bilir ki, bu paçavraların altında bir gran senyör var­

dır.

AHM ET F E H ÎM —Beyefendi gibi, â- yan âzası gibi adamdır. Hele Paris’ten sa­ tın aldığı melonla Beyoğlu’nda bir yürür. Her gören Fransız Başkonsolosu sanır. Herkese müthiş hürmet telkin eder.

V lR J lN Y A —Sade herkeşin ona değil, kendinin de kendine karşı aşın derecede hürmeti vardır. Her aynanın önünden g e ­ çerken gayri ihtiyari durur, şapkasını ç ı­ karır, kendi kendini selâmlar. Ne deorsun

M uhsin Ertuğrul

Mmakyan için diyor ki:

Abdürrezzak'm Küçük İsmail'in orta- oyunları belirli nüktelerin içinde kalmış görünüyordu.

Bir Minakyan temsili, bin kat daha ilginç gelirdi bana.

60 Sanat Yılında Muhsin Ertuğrul'la yaptığım bir röportajdan.

(4)

ö

"VO

1—3

NAŞİD BEY

Direklerarasının kahkaha krallarından biri de muhakkak ki Naşid B ey’di. Rekoru galiba hâlâ kınlamadı.

Naşid B ey’i öbür komik-i şehirlerden a- yıran nitelikler zekâsı sahnedeki elektriği ve canlılığı idi. Şeytan tüyü denen şey­ den onda bol miktarda vardı. Kâvukluya çıktığı zaman da tuluat oynadığı zaman da sahneye hâkim olup karşısındakini adeta silerdi. Taklid ve mimik yeteneği de her­ kesi şaşırtacak kertede idi.

Büyük merakı da gardrobu idi, Millet tiyatrosunun en üst katını kendine lojman seçmişti. Buradaki gardrobu büyük tiyat- rolann gardrobunda bile bulunamayacak çok çeşitli giysiler ve aksesuarlarla dolu i- di.Bonjur redingot îstanbuli’nin her çeşidi­ ni, balıkçı poli, itfaiyeci, tulumbacı kılık­ larını ince dantelalı ağır hanım giysilerin­

den, sadakor maşlahlara kadar her türlü eski zaman ve modem tuvaletlere kadar ne ararsanız bu gardropta bulursunuz. Naşid Bey bunları üşenmez bir bir oradan buradan eskicilerden ölmüş kişilerin vere­ sesinden itina ile toplardı.

TELGRAFIN TELLERİNE SADE KUŞLAR MI KONAR?

Naşid B ey’in orta oyununda kavukluya çıktığı zamanlardan kalma unutulmaz bir muhaveresini verelim.

Kavuklu Naşid Bey pişekarı Küçük İs­ mail’e bir oyunun muhavere bölümünde başından geçen bir olayı anlatıyor. Bu­ lunduğu üç katlı evin ilk iki katı tutuş­ muş, Naşid Bey üçüncü katta kalmıştır.

K. İsmail?- Merdivan da yandı mıNaşid- ciğim?

Naşid- Alevler kapı merdiven dinlemi­ yor hepsi kül oldu.

K. İsmail- Eyvah. Merdiven de yan­ dığına göre at kendini pencereden.

Naşid- Ben de öyle yaptım zaten. Can havliyle fırlattım gödeyi entariyi de para­ şüt yaptım.

K. İsmail- Bir yerin incindi mi?

Naşid- Yok efendim. Telgraf tellerine takılıp havada kaldım.

K. İsmail- Kuş misali desene.

Naşid- Öyle ama, neler oldu bitsen. A n ­ nem bana her zaman (lafa karışma) derdi. Üzerine düştüğüm telgraf tellerinde me­ ğer o dakika bir bir muharere varmış ben de lafa karışmayayım mı?

N A S İD İN BİR B A Ş K A NÜKTESİ

Naşid yoldan gelmiş Asım babayı kar­ şılıyor.

Naşid- Vay efendim kaç yıldır hasret kaldık nerelerdeydiniz.

Asım Baba- Bir hayli zaman Kıbrıs’ta idim. Oradan geliyorum.

Naşid- Nasıl yerdir orası nesiyle meş­ hurdur.

Asım Baba- (Naşid’i eliyle gösterir) Size yakın iri ve kuvvetli merkepleri vardır.. İstanbul’a da en iyisi oradan gelir bu mü­ barek mahlukların.

Sahnede bulunan Küçük İsmail işi kı­ zıştırmak için itiraz ediyor.

K. İsmail- Hayır oradan gelmez.

Asım Baba- Siz ne biliyorsunuz. Ora­ dan geliyor işte.

K İsm ail- Hayır efendim gelmez.

Asım Baba- Oradan gelir.

K. İsmail- Gelmez.

Asım baba- Gelir.

Naşid- Sen sus . E lbette beyefendi daha iyi bilir. Oradan geldi kendileri.

SON B İR N Ü KTESİN İ D A H A N A K L E D E L İM

Naşid’in, henüz çıraklık devridir. H e­ nüz küçük rollere çıkmaktadır. Bir kere­ sinde patrondan avans ister. Terslenince

kafası atar. Ben de oynamam diye kendi kendine karar verir. Pürhiddet Şehzade- başı’na çıkar. Oyuna beş dakika vardır. Gişeci durumu görür. Yukarıya bildirir. Naşid’in rolü o tercüme piyeste bir yüzba­ şının emir eridir. Bir ara elinde bir tepsi ile yüzbaşıya:

“ -Size bir mektup var Yüzbaşım” diye

gelecektir. Bu önemsiz rolü perdeci yama­ ğı bile yapabilir.

Patron perdeci yamağını hazırlar. Ama caddenin serinliği bu arada Naşid’in sini­ rini yatıştırmıştır. Rolü bırakmak aktöre yakışmaz der. Oynanm. Sonra yine avan­ sımı isterim diye düşünür. Salona gider tepsiyi bulamaz. Kahvecinin tepsisini a- lır. Üstüne de bir zarf kor. Rolü gelince sahneye girer. Bir de bakar ki öbür uçtan perdeci yamağı elinde tepsi o da mektup getirmede. Olup bitenlerden habersiz Yüzbaşı bu işe şaşa kalır. Bir sağa bir sola bakmaktadır.

Yüzbaşı- Yahu benim bir tane emirerim yok mu idi?

Naşid- Emireriniz yine bir tane yüzba­ şım. Ama siz akşamdan fazla kaçırmış o- lacaksmız ki biri iki görüyorsunuz.

Naşid Bey, sahnede hayli yorulup has­ talıklar kendini sıkçana yakalamaya baş­ ladığı dönemde Beyazıt’ta bir Piyango bayii dükkâm açmıştı. Bakın kendisiyle röportaj yapan bir gazeteciye ne söylüyor.

-Ne satıyorsunuz Naşid Bey? - Görmüyor musunuz talih ve ..şans. - Demek siz de talih dağıtıyorsunuz.

-Yo biz talih kuşunu uçuralı çok oldu.

Şimdi para kazanıyorum diye evdekile- re balon uçuruyorum Bana bu aklı bir Müsevi dostum verdi. ‘ ‘Naşid eğer piyan­ godan mutlak kazanmak istiyorsan bilet sat” dedi. Ben bu sözü Şehir Tiyatro­ su 'ndan Hazım'a söyledim. O B eyoğ­ lu ’nda ben Beyazıt’ta bu dükkânları aç­ tık. Fakat oyunları ihmal ettik

Denizden kavanoza alınmış balığa dön­ düm bu dükkânda.

Dükkân açmak ne hikmetse bazı aktör­ lerin tutkusu oluyor. Belki de mesleklerini yeterli derecede sağlam ve güvenceli bul­ mamaktan. Belki yine de halkla bu sefer seyirci olarak değil de müşteri olarak te­ mas kurabilecekleri bir başka meşgale a- ramak ihtiyacı.

- s * 1 f /- f ' v r A* *

İiaşid Rıza’nın Galatasaray’da Bizim lokanta diye bir lokal açışım eskiler hatır­ layacaklardır.

Zamanımızın sevilen iki komiği Zeki Alasya ile Metin Akpmar’ın da eşya dükkâm açmaları bu yolun bir uzantısı sayılabilir.

(5)

18 eylül 1910 Ramazan ayı tarih­ li bir gazete ilanından:

SİNEMATOGRAF

Bu sene Şehzadebaşı’nda en iyi

geceler Vezneciler’de Merdivenli

Hamam Sokağı’ndaki Patefrer’in

sinematografında geçiyor. Hiç

şehrimizde görülmemiş renksiz

numaralar, en mühim vakalar,

fiyatlar ucuz. İstirahat da mükem­

mel. Zaten Patefrer’in sine­

matografisi dünyanın her yanında Şöhret bulmuştur. Bizim fazla m et­ hetmemize hacet yoktur.

Sehzadebaşı 'nda Fevziye Tiyatrosu ’nda

ŞEVKİ EFENDİ KUMPANYASI

Amerika sinematrograf M ösyü Ristoni idaresinde işbu Ramazah-ı Şerif'te beher gece kumpanyayı âci- zanem tarafından komediler, dram­ lar ve şarkılar, lubiyatlar, Peruz Santram ve Minyon Virjin ve Mari hanımlar tarafından fevkalâde kan­ tolar, duettolar icra olunacağı gibi Am erika’dan yeni gelmiş olan M ösyö Ristoni idaresindeki si­ nematograf tarafından beher gece hayretbahş manzaralar gösterile­ cektir. Ve bir gece gösterilen numa­ ralar bir daha gösterilmeyip beher gece değişecektir.

Perde aralarında ve perde açıl­ mazdan önce Keman-i şehir A şki E fendi’nin idaresinde altı kişilik in­ cesaz takımı tarafından, icra-yı âhenk olunacaktır. \

filmleri olurdu. Daha sonra Alemdar Sineması da bunlara katıldı. Ana filmden önce [Manzara] denilen kısa metraj belgeselimsi ve yabancı şehirleri yansıtan filmler gösterilirdi. Ondan sonra sıra, komik kısa filimlere gelirdi. Zamanın başlıca komikleri M ax Linder, Zigoto, Fati, Düztaban, Bastıbacak, Sarlo, Kısaca Lui diye anılan Harold Loyd, M a­ lek diye bilinen Buster K ea ton ’du. Zama­ nın çocuk yıldızı da Jacqvi Coogan’dı

Ciddi filmler içinde dramlar çok sevilirdi. Bunların başlıca yıldızları da M ya May, Greta Garbo, Pola Negri, er­ kek aslan da Rudolf Valentino, Emil Janings, John Jilbert, Ramon Novarro ve benzerleri olurdu. Hafiye filmleri için­ de Harry Pill rağbette idi. A li Efendi Sineması ise on iki kısım tekmili birden kovboy serileri gösterirdi. William adlı bir kovboy çok daha sonra 'Gary Coop e r l e ­ rin, William Holden ’lerin yolunu açmakta idi

Sinemanın öncülerinden Şarlo...

(

' f ÖRÜLÜYOR ki ilk adı ile (si-

nematograf) olup sonra sinemaya * dönüşen gösteri türü de bazen tek başına, bazen tuluat kumpanyalarının programına nev icad bir çerez olarak katı- hyormuş.

İlkin Fevziye Kırathanesi’nde ve ti­ yatro salonunda, sonra Felek Sineması denen aynı salonda, daha sonra Ferah Ti- yatrosu'nun karşısındaki Milli Sine- m a’da, bazı açık arsalarda ve bahçelerde, daha sonra şimdi bir restoran olan Ankara Caddesi’nin başlangıcındaki bir lokalde Ali Efendi Sineması olarak bilinen yerde, yine Sirkeci'de Kemal B ey Sinemasında geçilen ilk filmler umumiyetle Patefrer'in

O zamanın seyircilerini kasıp kavuran Rudolf Valentino'nun etkisini bugünün en ünlü stadan ile kıyas bile edemezsiniz. Ne James Dean Humphrey Bogart onun gölgesi olabilirler

Çok mu güçlü bir sanatçı idi? Hayır, ama çok iyi Arjantin tangosu yapardı. Zaten bir barda dansörlük ederken keşfe­ dilip aktör yapılmıştı. Briyantinli saçları sımsıkı taralı ihtiraslı gözlü bir jigolo tipi idi. Kadınların rüyalarına girerdi, kartlan elden ele dolaşırdı. En beğenilen filmle­ rinden biri de Şeyhin Oğlu idi. Apandisit­ ten öldüğü zaman bütün dünya ve bu arada İstanbullu hanım seyirciler matem­ lere boğulmuşlardı. Onun ölümünü A m e­ rika'da birçok kadının intihan takip etti.

Bizim yerli filmciliğimize gelince B i­ rinci Dünya Savaşı sırttsmda bir hayır cemiyeti ilkin buna önayak olmuştu. İlk rejisörü Ahmed Fehim Efendi olan bu il­ kel filmlerin Hüseyin Rahmi 'nin [Müreb - biye]si ile başladığı bilinir. Daha sonra {Rican Efendi Vekilharç) ve Yusuf Ziya Ortaç'm ünlü manzum trajedisi (Binnaz) da bunu takip etti.

1920'de Ali Efendi ile Kemal B ey bir- leşerek Eyübsultan’daki A skeri Dikimha­ neyi stüdyo yaptılar. Bu seferki rejisör si­ nemayı dışarda görmüş az çok öğrenmiş bir rejisördü. Muhsin Ertuğrul. Sişli’de gerçekten olmuş Mediha Hanimin Aşk Macerası’nı filmleştiren (İstanbul’da Bir Facia-yı Aşfc) filmi o zaman çok ilgi topla­

mıştı. Muhsin Ertuğrul aynı, zamanda filmde başrolü oynuyordu.

Daha sonra çevrilen (Boğaziçi Esrarı) İstiklâl Savaşı'nı konu alan Halide Edib'in yazdığı (Ateşten Gömlek) de aynı büyük ilgiyi topladı. Bu son filmin bir özelliği de ilk defa olarak Gazi'nin emri ile Bedia Muvahhid ve Şaziye Moral adında iki Türk hanımın ilk defa olarak bir filmde rol almaları idi.

O dönemde kadınların rüyasına giren Rudolf Valentino’nun filmlerinden iki görüntü...

(6)

TO ööööl

RAMAZAN

TAKVİMİ

6

BEKTAŞİ FIKRALARI

E K TA ŞÎLÎK hep bilindiği gibi bir tarikattı.

Ama öbür tekkelerden ayılılı­

yordu. Bir bakıma öbür tarikatları

kucaklıyordu. Medrese bu tekkeye öbür tekkelerden daha düşmandı. Bektaşiler

“ Her tavladan boşanan bizim tavlada

karar kılar” diyorlardı. Bektaşilik Yeniçe­ ri O cağına dayanıyordu. Zamanla geniş görüşe,her şeyi hoş görmeye, kabahatleri, günahları örtmeye ve aşk kapısını ardına kadar açmaya dayanan bir hayat görüşü­ ne Bektaşi felsefesi denip çıkılmıştır.

Yeniçeri Ocağı 1826’da kanlı bir şekilde ortadan kaldırıldıktan sonra, Bektaşi Ta­ rikatı da yasaklandı. Vak’a-i H ayriye’den sonra bu tarikatın kaldırılmasından bah­ seden Cevdet Paşa bakın ne diyor:

“ Bu mülhidlerin yeni Yeniçerileri ifsad ettikleri tahakkuk etmiştir. Ekserisinin şer-i şerife m ugayiref’»li ve mezmum hare­ keti görülmüştür.”

O zamandan sonra Bektaşîliği küçük görmek âdet olmuştur.

Kırk Kocalı Hanife adlı bir halk hikâye­ sinden bir pasaj verelim.

On beşinci kocası Çıktı zaman kallâşi Mezhebi ga yet geniş Belli herif Bektaşi

B E K T A Ş İ F IK R A L A R I

Felsefî ve tasavvuf! anlamı ile değil de, günlük konuşma dilindeki mecazî m a­ nâsı ile Bektaşi denince akla gelen, rind, kalender, ipini satmış, pervasız, her hali hoş görür, lâubali ayyaş tiplerdir. Bu ka­ lender meşrep (can)lara yakıştırılan nice fıkralar Bektaşi fıkraları adı altında miza­ hımızın ayrı bir kategorisini oluştururlar. Ramazan’da Bektaşi hikâyelerinin b ol­ ca anlatdışının nedenine gelince,din di­ siplininin daha yoğun olarak duyulduğu bu ayda, bu sıkı ve mutaassıp havaya b i­ raz mizahî ferahlık getirme ihtiyacıdır de­ nebilir. Bektaşi’ye hem gülüp, hem ayıp­ layarak ve bu arada kendi dindarlığının bilincine ve övüncüne bu başıboş örnekle­ rin kıyaslamasıyla daha da bir vararak herkes iftar sofralarında ille birkaç Bekta­ şi fıkrası anlatırdı.

Bektaşi fıkralarının işlevi şu halde

ciddiyete biraz alay karıştırmak, günahı onların boyunlarına olmak üzere bir an

için dinin sıkı disiplininden ve yüzü

asık havasından sıyrılmak sonra yine ağ­ zını çalkalayıp tövbe tövbe deyip züht ü takvasına dönmekti. Gölge, ışığı nasıl daha vurgular, belli ederse, bu zındık fık­ ralar da din yolunda oluşu daha ortaya çıkarırdı...

Bir Bektaşi nefesi:

A rif isen özün yokla Tevekkül kapusun bekle Genç buldun ise pek sakla Duyurmak olmaz nâdâna Besleme gazap atını Çekersin zulumatım Tepele nefsin itini Zarar gelmesin bedene Gönlünü yüksekten indir A r etm e alçağa kondur A çı doyur, susuz kandır İbade borcun ödene

Bir fıkra:

Bektaşinin biri, Ramazan’da bir gün namaza katılacak olmuş. Tam camiden çıkarken başına bir karga pislemiş.

Bektaşi, minarenin alemindeki karga­ ya bakıp:

Kırk yılda bir namaz kıldım de­ miş. Müslümansan başıma pislemek niye? Yok Müslüman değüsen, o zaman mina­ renin aleminde işin ne?”

Hatayi 'den

Gel gönül pirlerin nasihatini Biz tutalım tutmayanda nemiz var

Canımıza dostun muhabbetini Biz katalım, katmayanda nemiz var Bize diyen bunu böyle demiştir Bir lokmayı bin can ile yemiştir Erler bize bir doğru yol komuştur Biz gidelim, gitmeyende nemiz var Yine hak şendedir sen sana baka Sen sana bakıp da sen senden korka Ihlas ile niyazımızı H a k k ’a

Biz edelim, etmeyende nemiz var

Gel H atayi ikrarımız güdelim Biz bizi görelim ili nidelim Harab gönülleri mamur edelim Biz edelim, etmeyende nemiz var

Bir Bektaşi’ye “ Bugün Kandil, içki içilir mi?” demişler.

Bektaşi, “ Kandil gecesi meyhanede bir-iki tek attım. Gönlümdeki minarede kandilleri yaktım .” diye cevap vermiş.

Nasreddin H ocanın Ramazan’a ilişkin fıkraları da bazen Bektaşi fıkralarının iş­ levini görür.

Hoca ile kansı Ramazan'da oruç, tu t­ madıkları halde her gece sahura kalkar, yemek yerlermiş. Kansı sonunda isyan etmiş:

— Hoca madem oruç tutmuyoruz, ni­ çin geceki sahura kalkıp uykumuzu böle­ lim, deyince Hoca,

— Sus hatun demiş. Günaha girme. Oruç tutmayız, namaz kılmayız, sahura da kalkmazsak Müslümanlığımız nerden belli olacak?

(7)

RAM AZAN

DAVULU

R

AM A Z A N ’m on beşinden sonra

mahalle bekçileri bir mânici tutarak elinde davul kapı kapı dolaşıp mâ­ niler söyletir, para toplardı, Bunlar her evin beyinin ismine, şöhretine göre dü­ zenlenmiş mâniler olabildiği gibi, her ev için geçerli kalıplardan da oluşurdu:

Meselâ:

Yeni cami direk ister, Söylem eye yürek ister Benim karnım toktur ama Arkadaşım börek ister.

Beyliğinize yakışır mı?

Gelin de şimdi bekçi babaya börek pa­ rası vermeyin.

Ramazan davulu Ramazan’m en b e­ lirgin çağrışımlarından biridir. Ne var ki sahur davulu ile teravihden sonra kapıla­ rın önünde mâni söyleyerek para toplayan davulcularla sahur davulunu karıştırma­ mak gerek. Sahur davulu, oruç tutanlara sahur zamanmı hatırlatan bir çalar saat işlevi görürdü. Eskiden bu davulla kalkı­ lır, yemek yenir, sonra yine yatılırdı. Ba­

zen ta öğleye kadar. Böylece orucun yarısı da uykuya tutturulmuş olurdu, öğleden sonra da, ya hiç çalışılmaz ya da surdinli, ağır tempolu, yorulmayacak şekilde çalı­ şılırdı. Ramazan ayının iş hayatında o aya özgün bir hoşgörüsü vardı. Çalışma büsbütün durmasa bile temposu çok ya­ vaşlamış olurdu. Bu da doğal karşılanırdı. Bugün oruç tutanlar sabah erkenden yine işbaşı yapmak zorundalar. Gece da­ vulla uyandınlsalar bile uykuları bölünür diye çoğu sahursuz orucu tercih ediyorlar. Çalışma hayatı Ramazan’da yavaşlamı­ yor. Daha doğrusu zaten yavaş olan her günkü tempo Ramazan’m onuruna daha yavaşlatılmıyor

“ Sahur davulu Ramazan’ın geleneksel bir parçasıdır” diyen ve ihyasını isteyen­ ler yanında, çalışma zorunluluğunda olan­ ların gece uykularından uyandınlmasım günah sayanlar da yok değil.

Ne demiş Rıza Tevfik:

Kûşe-i uzlette (uzak köşesinde)

kaygusuz yatan Rahat uykusunda hiç ses istemez.

DÜN BUGÜN

ÜNKÜ insanların boş vakti çoktu. Bu boş vakti kısmen dolduran her olay onların yaşamında önemli bir yer tutardı.

Meselâ Ramazan aylarca önce bek­

lenir, lâfi edilir, hazırlığı yapılır, yaklaşın­

ca sevinilir, gideceği sırada üzülünür,

gittikten sonra da yine aylarca üzerinde

konuşulurdu. Sade Ramazan için değil

her olay için geçerli idi bu değerlendiriş. İnsanların tuzu kuru idi. Keyifleri yerinde idi. Soluk soluğa bir aceleleri yoktu. Y ü ­ rekleri genişti. Bakınız ünlü Türk roman­ cısı Abdülhak Şinasi Hisar bu söylediği­ mizi başka bir planda ne kadar güzel ifade ediyor:

“ Şimdi Boğaziçi'nin o his bakımından dolu günlerini hatırladıkça, bunlarla m u­ kayese ile, şehir hayatının işleri ve zah­ metleriyle çabucak solup giden günleri­ mizin, birer göç arabası gibi her çeşit yüklerle dolu geçen günlerimizin duygu­ dan yana fakirliğine acıyorum. Hisleri­ mizin hiçbirini doya doya duymaya, işle­ meye vaktimiz kalmıyor. E ski zamanın o işsiz ve tembel günleri ruhun büyük bir küşayişi içinde geçerdi. H er hissin ruh içinde doğup gelişmesi için bol bol zaman vardı. Yalıların hayatında çarşıya hiçbir vakit ayrılmaz, alışverişlerle ne bey, ne hanım meşgul olur, alınacak şeyleri hep uşaklar alıp gelirlerdi. Şehre ancak beyler gidip gelirler ve onlar da her gün inmezler­ di. ”

Abdülhak Şinasi Hisar

Değerli romancının dediği gibi şimdi­ lerde zamanın, olayların tadım çıkarma hassamız körleşti. Nasıl körleşmesin ki, herbirimiz hızlı ve hoyrat bir yaşam seli­ nin içinde nefes nefese,soluk soluğa ak­ maktayız. Frensiz birer otomobile benzi­

yoruz. Başdöndürücü bir hız ve telâş

içinde yanımızı yöremizi görecek halimiz

yok. Olayları uzun uzun tatmak,

hazmetmek, öğütmek lüksü çok gerilerde kaldı. Şimdi son süratle yaşanıyor. İzle­ nimler, şöyle geçerken, ayaküstü, yanm yamalak ediniliyor. O kadar çok yoğun ve kısa zamana sıkıştırılmış izlenimler ki, çoğu bozuk bir fotoğrafın süperpoze bula­ nık resimlerine benziyor. Hafızada bile kalmıyor.

DEVE KÎNÎ GÜTMEK

ÎYÎ DEĞÎLDÎR

Ramazan’da tekrar hatırlanmasında ya­ rar olan bir söz var:

“ Bir Müslüman’m dargınlığı bir tülbent kuruyana kadardır.”

Modem tıp da uzun süreli kinin ve dar­ gınlığın stress yaptığım ortaya çıkardı. Demek bunu modem tıptan önce sezenler de varmış. Latinlerin de buna koşut başka bir sözleri vardır:

“ İyilik eden kendisine de iyilik etmiş olur” derler.

Garezin kana toksin oluşuna karşın iyi­ liğin kana kan kattığı anlatılmak isteni­ yor.

Aklın yolu demek, her yerde sağduyu­ nun uzantısında oluyor.

Bu konuda en kısa ve en güzelini yine halk dili,halk felsefesi söylemiş. Şu atasö- zünün güzelliğine bakın:

Keskin sirke kabma zarar

(8)

R

AM A Z A N ’da bazı kahveha­

nelerin baş numarası da

Meddah, Karagöz ya da kuk­ la oyunu olurdu. Meddahlar om uz­

larında koca mendilleri, ellerinde sopalan kahvehane halkına g ü ­

lünçlü hikâyeler anlatırlardı.

Modem anlamıyla bir One man

show sayabilirdiniz onu. Meddah

öyle bir gösteri türü idi ki, perdesi, dekoru, effekti, takdimcisi, kişileri

tek kişide toplanmıştı. Söze

başlaması belli bir usul ve âdâb içinde olurdu.Belli bir girizgah ile dinleyenlerin ilgisini çekerdi.

Bu bazen klasik bir girizgâh olurdu:

Edeyim meclise bir kıssa beyan Kıssadan hisse ala Arif olan.

MEDDAHLAR

Selim-i, Salis ile II. Mahmut devirlerinde bir çeşit saray meddahı sayılan musahib-i has ve nedimi has olarak vazife görüp, esprili diyalogları He bu padişahları güldüren Müsa- h ib -i Hayâli Sait Efendi ile arkadaşı Abdi Bey’in (Meşhur Abdürrezak değil) elde bulunan fotoğrafları.

Bazen de daha uzunca bir g i­ rizgah kullanırdı.

Sühansaz-ı gülistan-ı nezaket Nihal-i gence-yi bad-i zerafet Söyledikçe sergüzeşti verir bez­ me letafet

Dinle şimdi bende-yi âcizden bu hoş h ik â yet.

Meddah bazen de hikâyesine uyumsuz, ipe sapa gelmez bir g i­ rişle başlar. Böylece dinleyicilerini şaşırtarak onları konusuna çekmek yolunu tutardı.

Laleli minaresi kaba kulak sepe­ tini mezada verip atlı karınca huzu­ runda tevellüd eden zerzevatçı küfeleri aklına hiffet getirip darülşi- faya bendi zincir olmuşlardı. Dahi hatta geçen ayın çarşambasından bu ayın perşembesine yedi buçuk metre kısa gelmiş. Bilmem ki bun­ lar ne kadar kayısı pestili idare eder. E vet, bunu her halde yemiş iskelesindeki manavlardan sormak gerek. Simdi gelelim hikâyemize.

Böylece ilgisi çekilip kulak kesi­ len dinleyicüere hikâyesini anlat­ maya başlardı.

Meddahın ustalığı anlattığı ola­ ya karışan kişilerin her biriyle ayrı ayn özdeleşip onların şivesini, leh­

çesini, cümle yapısını ve dolayı-

sıyle psikolojisini yansıtması idi. Meddah her şeyden önce bir taklid virtüözü idi. Değil kişileri, hayvan­ ları bile taklid edebilirdi. Hatta sokaktan geçen atlı bir arabanın taşların üzerindeki tıkırtısını, deni­

zin sahile vuran hışırtısını bile ay- bir gravür...Eski kahvelerde Meddah dinleyenleri gösteren

nen verirdi. Kısacası canlı bir effekt makinası idi diyebiliriz.

Omuzunda asılı duran mendil onun kaçınılmaz bir aksesuarı idi. Bu mendille iki de bir ağzmı yüzünü silme bahanesiyle soluk alır, anlatı­ sının birteviyeliğine kısa bir ara v e ­ rir, seyirciyi merakla bekletir. Belli etmeden onlar üzerindeki etkisini ölçer sonra mendilini yine omuzuna atıp sözüne devam ederdi. Medda­ hın bir başka aksesuarı da elindeki değnekti. Meddah bu değneği kapı çalmak sert vuruşları ifade etmek için kullanır. Bu değnek bazen tüfenk bazen saz olabilirdi. Meddah sözün tadını çıkaran herkesi ağzına baktıran bir anlatı ustası idi.

Anlattığı hikâyelerin çoğu daha önce başka ustalardan alınma idi. Uzunluğu kısalığı en uygun orantısı denenmiş tespit edilmiş olurdu. O anda onu anlatana bu hikâyeyi olsa olsa kendi taklit kâbiliyeti ile yeni bir canlılık ve tempo katmak düşer­ di.

Meddahlar anlatılarının sonunda bunu belirtirler.

Bir kıssadır. Bir mecmua kenarına kaydolunmuş.

Biz de gördük söyledik. Sakiya sohbet kalmaz mış. Baki.

Her ne kadar sürçü lisan Eyledikse affalo.

Eski İstanbul ramazanlarının ünlü Meddahları arasında Meddah

Şükrü Efendi, Meddah İsmet,

Meddah Aşkî ve onun talebesi olan Meddah Sururi,Borazan Tevfik ilk akla gelenlerdir, meddahları daha sonra monologcu sıfatı da alır oldu­

lar. Eski bir kitaptan

“ İnsan âlemi—kebi­ rin—mikrokozmusun yavrusu bir âlemi sagirdir. Mikrikozmostur.

Yani insan büyük evrenin içinde kendi başına bir küçük evrendir. Çünkü eliyle her sureti, şekli tasvir edebilir, resmini yapabilir. Ağzıyla her sesin taklidini yapabi­ lir. Ve behayim misillus gibi ne­ b a t—bitki yediği gibi hayvanlar gi­ bi et de yiyebilir ve kendisinden her cins hayvanın ahlâkından bir par­ ça vardır. ”

Belki bundan dolayı meddahla­ rın çoğu hayvan taklidlerini de çok iyi yaparlardı.

(9)

KAVUKLU HAMDİ

M

U HAYYEL bir ülkenin padi­şahı rolü oynayan Pişekâr

Küçük İsmail, Kavuklu

Hamdi’ye soruyor:

“ Canım bu ne garip konuşmadır seninki? Nedir o yem ek memek, el­ bise melbise, saray maray? Birinci­ leri anladık ya, İkincileri ne ola k i?"

Kavuklu Hamdi yerden bir te­ menna çakıp:

“Arzedeyim efendimiz” diyor

“ Yemek sizin taam buyurduğu- nuzdur, memek bizim tıkındığımız. Elbise sîzlere mahsus, melbise ise bizim çulumuz çaputumuz Sarayda siz ikamet buyurursunuz maray ise bizim kulübemiz” ve tekerlemenin

sonuna jçelince nüktesini yapıştırı­ yor:

“Padişah rahmetli ecdadınızdı. Madişah da siz. ”

Hoca bir gün varlıklı bir adamın iftarına gidip elinde dürülü, üstü balmumlu kâğıdı kapıdakiîere g ö s ­ termiş:

“ Efendiye mektup getirdim ” de­

miş. İçeri almışlar, Hoca mektubu ev sahibine vermiş, sofranın başına geçip oturmuş, atıştırmaya başla­ mış. Ev sahibi elindeki tomara b a ­ kıp:

c

^

ZEKİ MEKİ

Hoşsohbet, hazırcevap ve sem­ patik gazetecilerden rahmetli (Top­ lu İğne) Nurettin Artam ’ın da buna benzer bir nüktesi vardır:

Ankara Palas’ta karşılıklı içerler­ ken Aka Gündüz sormuş:

“H er kelimenin bir de me ile baş­ layan kafiyelisini ille lafa katmanın âlemi var mı. Meselâ Zeki M eki de­ riz Zeki'yi anladık, Meki'nin ne g e­ reği var?

“ Y o k " demiş, Nurettin Artam. “ Zeki uyanık demektir. M ekki ise Cumhuriyet'in Meclis muhabiridir. ”

“ Bunun üzerinde yazı yok ” de­

miş. Hoca bir yandan atıştırmasına devam ederken:

“ Kusura kalmayın ” demiş, “A - celeye geldi. Onun içi de yazılı de­ ğildir... ”

Sırası geldiği için H oca’dan özür dileyerek dilimizin ucuna gelen bir meseleyi hatırlatalım:

Çağrıldığın yere gitmekten

ar eyleme, Çağrılmadan gidip de yerin

dar eyleme

PRATİK

VE

FİLOZOF

r i l ÜRK Sanat Tarihi alanının [ ünlü bilim adamı Prof. Celal

Esad Arseven gençliğinde

Avrupa’da iken ilk Türk filmlerin­ den birkaçım çevirmiş orada o y ­

natmıştı. Ayrıca kendi yazdığı

ŞABAN adlı bir operasının da o d ö ­ nemde birkaç kere Viyana’da o y ­ nandığı büinir.

Aşağıda onun (Dirilen ölü ) adım taşıyan ilk filminin broşürünün ka­ pağını görüyorsunuz.

Üstat Celal Esad Arseven evini dostlara açar, orada edebiyat, ti­ yatro, müzik sohbetleri yapılırdı. Doksam aşkın yıl hep zinde, hep canlı ve neşeli yaşadı.

Son zamanlarda yaşlılıktan göz- kapaklarmm sinirleri işleyemez o l­ muştu. Üstad gözkapakları düşme­ sin ' diye sabahlan kalkınca onlan hansaplast ile kaşının üstüne tuttu­ ruyor ve bütün gününü böyle geçi­ riyordu .

öylesine pratik ve filozoftu. Bir keresinde. Kadıköy’de henüz tramvaylar varken bana şöyle de­ mişti:

“Bazen bakıyorum, yer olmuyor. Yaşlı taklidi yapıyorum. Bana bir yerini veren çıkıyor. ”

Bunu söylediği zaman doksamna yaklaşmıştı.

(10)

SAİT FAİK'E

GÖRE

NAŞİD

»

AKIN IZ (Kumpanya) adlı uzun hikâyesin­hikayeci Sait Faik de kişilerini Naşid üzerinde nasıl konuşturuyor:

Dayı Remzi, Salih’e kırpılan gözü görmemezlikten 'geldi:

— Bilirim ki, hepiniz,her şeyi yapabi­ lecek insanlarsınız. Ben, bir gün Naşid'i

sahnede Kürt kıyafetinde mangal

karıştırır, kahve pişirir, çubukla tütün içerken görmüştüm. Ortada, ne mangal, ne maşa, ne ateş, ne çubuk, ne cezve, ne fincan vardı. Ama, Naşid, sanki bü ­

tün bu saydıklarım önündeymiş gibi

hareketler, mimikler yapıyordu. Seyirci­ lerden pek hödükler müstesna, hemen hepsinin gülmekten yerlere yatıp katıl­ dıklarını gördüm, bendeniz de hâşâ hu­ zurdan, sancılandım. Hatta biraz da pa- tistiskayı ıslattım.

— Ondan sonra eve gidip talim et­ tin...

— Ettim de ne halt karıştırdım? Sah­ nede ben de yapayım dedim. Seyirciler­ den külhanbeyin birinin: “ Ulan Sezai! O köşedeki herif, keçileri kaçırdı galiba! Ne yapıyor öyle, yahu?” diye bağırdığı­ nı duydum. En önden birisi de, arkasına dönüp o lafı söyleyene: “ Hindistan dan­ sı oynuyor ulan, eşek!” deyince, dersimi de aldım.

Soluk yüzünde bir sahne aşkı tüten gençlerden biri:

— Nasıl yapıyordu be, dayı? dedi. — Nasıl yaptığını bilsem ben de ya­ pardım. Ama, yapıyordu. Basbayağı, şu bizim gibi olan elleriyle maşayı yerinden çıkarıyor, mangalı karıştırıyor, marsık­ ları ayırıyor, kenara koyuyor, bir ateş alıp tütünü yakıyor, dumanını da üflü- yordu. Biz dumanı göremiyorduk ama, dumanın çıktığına inanıyorduk. Biraz dişimizi sıksak, dumanı da görürdük. Sonra çubuğu ihtiyatla tablaya bırakı­ yor, cezveye şekeri, kahveyi atıyor, su­ yu dolduruyor, cezveyi sürüyor, fincana boşaltıyor, afiyetle de içiyordu.

Üsküdarlı bügiç genç:

— Aksesuara hiç lüzum yokmuş, de­ di.

Dayı Remzi:

— Lüzumundan geçtim; o “ arkası var” dediğin şey, acaba Naşid’in önünde olsaydı, bu hareketlerin keyfi mi kalırdı? O dediğin şeyle, böylece alay ediyordu,

Naşid Bey

HOCA BİR GÜN!

Nasreddin Hoca Ramazanda zamanı ölçüp bilmek için her akşam bir çömleğe bir taş atarmış. Ramazanın kaçı olduğu­ nu çömlekteki taşları sayıp bulurmuş. Muzibin biri onun bu huyunu bildiğin­ den çömleğe gizlice bir kucak taş boşaltmış, ertesi gün de H oca’mn karşı­ sına geçip:

— Hocam acaba bugün Ramazanın kaçı? demiş.

Hoca doğru çömleğinin yanına varıp taşlan saymış.

Ne görsün? Üçyüz beş taş. Hiç ekini belli etmeden sorana gitmiş:

— Bugün Ramazanın kırk beşi oğul, demiş.

— Aman Hocam bir ay hiç kırk beş gün olur mu?

Hoca:

— Sen yine şükret demiş. Çömlek hesabına kalsaydı bugün Ramazanın üçyüz beşi idi.

alay! Büyük adamdı, çocuklar, büyük adamdı. Bir eksiği vardı, yazı yazmazdı. Yazabilseydi, bak ne piyesler çıkaracak­ tı. Bizim de bugün bir M olyer’imiz olur­ du. Sen bilir misin onun Otello’da Yago rolüne çıkışım?.. Güya, onu kepaze et­ mek için bu rolü vermişlerdi. Sahnede Desdamona, mendilini düşürmüştü, Na­ şid gözlerini aça aça bir “ Mendil! Ah, mendil!” diye feryat edince, onu küçük düşürmeğe çalışan düşmanların saçım başını yolduklarını gördüm. Seyirciler arasında Şekspir otursaydı, faciasım komediye niçin çevirdiğini anlar, hoş görür: “ Yes! Olrayt!” derdi. (....)

BİR DEYİŞ

Çeşmi insaf gibi kâmile mizan olamaz Kişi noksanım bilmek gibi irfan olamaz Eylesek her ne kadar tutiye talimi zeDan Papağana konuşma öğretsek de Sözü insan olur ama özü insan olmaz.

Talih

• «CEHENNEM »E

GİDİYORUM !

İçtihad dergisini çıkaran rahmetli Abdullah Cevdet'in kendine özgü bir düşünüş tarzı ve (içtihad)ı vardı. Hiç ör­ tüsüz ve sakınmasız olarak savunduğu bu fikirleri zamanın genel teamülüne u y­ madığından kendisi dinsiz olarak damgalanmıştı.

Bundan ötürü yakındığı da yoktu. Bir Ramazan gecesi Darülbedayi Tiyatrosu Muhsin Ertuğrül'un çevirip yönettiği Cehennem piyesini oynamaktadır. Dr. Abdullah Cevdet de Hamlet'in ilk çeviri­ sini yapmış bir tiyatrosever olduğu için bu piyesi görmek ister. Vezneciler'den Sehzadebaşı'na doğru giderken yolda Süleyman Nazif'e rastlar. Süleyman Nazif onun acelesini görüp:

—■Üstat bu ne acele? der. Nereye gidiyorsun böyle pürtelâş?

Dr. Abdullah Cevdet piyesi ima ederek:

(Cehennem)e gidiyorum. Geç kalır­ sam yer bulamam diye acele ediyorum, der.

Süleyman Nazif doktorun dinsizliğini telmihen:

A cele etme üstadım, der. Cehen­ nemdeki yerin her zaman hazırdır.

(11)

RAMAZAN

TAKVİMİ

13

HALDUN

TANER

KEL HAŞAN

CLENCE Hane-i Osmanî Kumpan-< yasının sahibi, başaktörü komik-i

^ şehir Kel Haşan Efendi

Abdürrazak’ın çırağı, Naşid’in de ustası idi.

Bugün artık kalmadı ya, bir vakitler yırtık mahalle çocukları sağ el ayasını sol koltuklarında pırtlatarak hampir çeker­ lerdi. İşte Kel Haşan da Kuşdili Çayın’nda Kızıltoprak’ta mahalle aralarında kahve­ ciye hampir, bakkala hampir diye koltuk altı pırtlatarak komikliğe başlamış bir y o ­ ğurtçu çırağı imiş. Ahmet Rasim ustamız onu daha on yedi yaşında iken tanımış.

Bir aralık yanımıza başında yağlı, yır­ tık bir fes, sırtında alaca bir mintan, b e­ linde, kırmızı kuşak, rengi atmış yarım şalvar, on yedi yaşlarında biri geldi. Keli, burnunun basıklığı, vücudunun cılızlığı, ön dişlerinden bir ikisinin eksikliği yü ­ zünden telâffuzuna ânz olun pıspıslık ve gözlerinin içi güle güle söz söylediği halde bütün endamıyla gösterdiği şaşılacak ç e ­ viklik onu biranda dikkatleri çeken, gülme uyandıran bir kişi yapıyordu diyor! —

Aradan yıllar geçmiş Rasim Usta (Da- rüşşafaka'ya girm iş,bir gün Abdürrazak Efendi (Abdi efendi) kolu Darüşşafaka’da

iki üç senede bir yapılan sünnet düğü­

nünde ekibi ile gelip oynamış, öğrencileri kınp geçirmiş. Bu arada kumpanyanın genç elemanlanndan biri de vaktiyle Yoğurtçu Ç ayın’nda hampir çeken o cılız

delikanlı değil mi imiş? Kel Haşan ne ö ğ ­ rendi ise Abdi Efendi’den öğrenmiş. Yine

yıllar geçmiş. Kendi adına kumpanya

kurmuş. Ama o dönemde, Abdi Efendi, bir yandan, Hamdi Efendi Handehane-î Osmani adındaki kendi heyeti ile öte yan­ dan, Direklerarası’nın kahkaha kırallığını kimseye bir akmadı klanndan ve de hele Abdi Efendi ekibinde Büyük Almanya,

Hamdi Efendi’nin heyetinde Küçük

Verjin.Aranik, Petalya.Peruz gibi kanto­ cular ortalığı kasıp kavurduğundan H a­ şan T pek alıp satan olmazmış Fakat iki as komik-i şehir, yavaş yavaş kocayıp piyasadan çekilince meydan sonunda H a­ şan’a kaldı.

Haşan Efendi, başındaki yırtık takkesi, bazen de yamuk kalıpsız fesi, sırtında uzun ceketi, ayağında bir paçası uzun öbürü kısa pantalonu, yırtık yemenileri, bir elinde süpürgesi diğer elinde içi boş bir gaz tenekesi ile temaşa dünyamıza apayrı bir (İbiş) tipi getirmişti. Kaşlarını üçgen

biçiminde siyaha, yanaklarım ve küçük burnunu da kırmızıya boyar, bu haliyle Türk tipi bir klovvn olur çıkardı.

Haşan Efendi’nin özelliği tuluat dediği­ miz (doğmaca) hazır cevaplık sanatındaki gücü idi.

l 9 l 4 ’de Andre Antoine'm Türki­ ye 'ye çağırılması ile Letafet ApartmanTnda (Darülbedayi) adb

bir tiyatro okulunun kuruluşu sırala­ rında Haşan Efendi'ye sormuşlar:

“Bak Haşan Efendi, Avrupa'dan hoca çağrıldı. Tiyatrocular artık e s ­ kisi gibi alaydan {pratikten) değil okuldan yetişeceklermiş, buna ne dersin? " demişler.

“Hiç fütur getirmem (tasalan­ mam), seyirciler okuldan yetişir­ se halimiz asıl o zaman dumandır" diye yanıtlamış ünlü komiğimiz...

V

J

Bu komik-i şehirlerin türlü garip huy­ lan oluyor. Haşan Efendi’nin şaşmaz bir alışkanlığı her gece temsilden önce gişeye inip uygundur diye bir altın alması imiş.

Uğurlu olup olmadığı tartışılabilir ama, her halde kârlı bir merak. Bir he- saplasanıza, ayda tam otuz altın ediyor. Haşan Efendi yine uygundur diye bunu avansa saymaz tiyatronun genel masra­ fına mahsup edermiş.

KOMİKLER YARIŞMASI

Ramazan geceleri bazen komikler ya- nşması da yapılırdı. Bu gecelerde zama­ nın ünlü komikleri bir araya gelir,hangisi­ nin daha güçlü olduğunun takdiri de hal­ ka bırakılırdı. Naşid’i tutanlar onun ka­

zanacağına iddiaya girerken, Haşan’cı-

lar, Kel Haşan’m onun canına okuyaca- ğ n a bahse girer, bazıları da Şevki’yi ya­ bana atma Fahri’nin hazır cevaplığı hep­ sini bastırır gibi tartışmaya girerlerdi. Sonunda ne hikmetse, belki de tuluatın raconu öyle gerektirdiğinden, belki de bambaşka bir nedenle yarışmayı hep H a­ şan Efendi’nin kazandığı duyulurdu.

KAPI Ö N Ü N D E BİR

YU TTU R M AC A YARIŞI

Kuşdili Ç ayın’nda yapılan bir komik ler müsabakasına tanık olmuş Osman Nihad’m bir anısını birlikte okuyalım:

Kapının önünde bekleşiyorduk. Kel Haşan geliyor, dediler. Haşan Efendi semiz, semiz olduğu kadar da semiz bir eşeğin üzerinde göründü. Naşid içerde imiş, dışarı çıktı üstadını karşıladı. H a­ şan Efendi'yi çemenderzâdenin üstünden indirdiler. M eğer üstat Kuyubaşı'nda oturan kardeşinde misafir imiş. O zaman­ lar dolmuş molmuş olmadığından konu komşudan ödünç bir eşek bulup Haşan Efendi'yi bindirmişler. Naşid, ustasının ti­

yatroya eşekle ilk defa gelişini görünce bı­ yık altından gülmüş, ona bir yutturmaca hazırlamıştı:

“ Vay efendim " dedi. “Bu da nereden çıktı. Sizin eşeğiniz yoktu {biraderin) ol­ m asın?" Haşan efendi nin zeki gözleri bir­ den parladı:

“ Yok efendim "dedi. “ Bizim biraderde böyle şeyler ne gezer pederindir pederin. "

(12)

26 TEM M UZ 198C

KEL HASAN

- 2

-Kel HasanEfendi özel hayatında giyi­ mine kuşamına çok özen gösterirdi. Kürklü palto giyerdi. Çoğu komikler g i­ bi özel hayatında ciddi bir yüzü vardı.

H

AŞAN Efendi, Meşrutiyet’in ilânına

kadar Ramazanları ve kışlan

—Ramazan dışında yalnız cumpla-

n — Direklerarası’ndaki Şark T i­

yatrosunda oynardı. Yazlan ise, geçen yazımızda belirttiğimiz gibi, Kuşdili Ça­ yın ’mn dereye bitişik ve Mahmud Paşa mezarlığına karşı —şimdi bu mezarlığın bir kısmından yol geçiyor — bir köşede temsiller verirdi.

Hafta arasında da gelsin Mama, Libade, Bağlarbaşı gibi sayfiyeler...

Haşan’m heyetinin başkadın aktrisi ve kantocusu Peruz’du. Ama Peruz bazen tutkun olduğu Şevki’ye dayanamaz eski­ den beri tutkun olduğu Şevki'nin trupuna kaçardı. Transfer her zaman para ile o l­ maz ya. Aşk bazen daha baskın çıkar.

Kel Haşan Efendi’den ve trupundan söz ederken öksürüklü Kâmil B ey’i de u- nutmamak gerekir. Kâmil Bey, Haşan’m

akıl danışmanı, rejisörü, bir çeşit

dramaturgu idi.

Ana oyunufl adında muharriri ve mü-

rettibi Kâmil Efendi adını görmek

değişmez âdet olmuştu. Bu eser çeviri bile olsa... Trupun hemen hemen hiç değişme­ yen üyelerini de takdim edelim.

Baba: D eveci Agâh

Sirar: (Jön prömiye) Evvela Nuri son­

ra Todori

Tiran: (Hain)) Evvela Püzant sonra

Külhanyan

Bir perdelik komedi komiği: Kambur

Mehmed

Anne: Bay zar Hanım: Alis

Amuröz (Maşuka) Küçük Virjin Hizmetçi: Küçük Amelya

Kantocular da gradolarına göre sıra ile Küçük Virjin, Minyon Virjin, Viktor veya Tereza.Düetocular Küçük Amelya ile eşi Todori

MÜNTEHAB

OPERA PARÇALARI

Orkestraya gelince şef mahallinde kemanı Yorgi Efendi —ki Virjin’in kocası olup karısını aşın kıskandığından o sahneye çıkmca üzüntüden yüzünün asıl­ dığı söylenegelir— onun dışında bir ikinci

keman, bir trombon, bir flüt, bir

kontrbas, bir de Frenklerin grande caisse bizim müzikçilerin grankasa dedikleri zilli trampetli tam teşkilâtlı bir davul.

Oyun başlamadan perde aralığından bir el Yorgi Efendi’ye notalar uzatır, o da bunlan orkestra üyelerine dağıtırdı. A s­ lında notadan çaldıklan filan yok ama işe ciddiyet vermek için buna gerek görülür­ dü. Perde aralarında müntehap seçilmiş opera parçaları terennüm edeceği bildiri­ len orkestranın bu kadarcık bir raconu olmasın mı artık?

/ " •

A

Davuldan, notaya bakıp çalmadan açılmışken aklıma Direklerarası'nın ve daha sonraki döneminde tanınmış ti­ yatro sahibi Fıstıkçı Rasim'e ait bir fıkra geldi.

Fıstıkçı Rasim notalarını önüne koymuş prova yapan orkestrasına bakıyormuş, trampetçinin bir çalıp bir durduğunu görünce işkillenmiş, u- sulca yanma yaklaşmış:

Hayrola ahbap, sen niye kayta­ rıyorsun, demiş.

— Kaytarmıyorum usta çalıyo­ rum.

Deminden beri seni kolladım. Bir çalıp bir duruyorsun.

— Biz notaya göre çalıyoruz us­ tam? Notada sıram gelince çalıyorum sonra duruyorum.

Rasim zekâyı kimseye bırakmıyor ya, ben kül yutar mıyım gibilerden bilmiş bilmiş gülmüş:

Sen onu babana yuttur demiş. Ulan ben sana maaşı sıra ile mi veriyorum. Çalacaksan doğru dürüst

al

__________

J

Virjin Hanım.

Direklerarası tiyatro aslarının komiğe çıkması âdetti. Tabiî Mmakyan bu ku­ ralın istisnasını oluşturuyordu. Komik-i Şehirlerin her oyunda budala,beceriksiz u- şak olmaları, itilip kakılmaları, hırpalan­ maları teamüldendi.

Haşan Efendi (ibiş)’e kendine özgü bir yorum getirmişti. En tutulan oyunları (Aşıklar), (Rüyada Taaşşuk), Firaklı (a- cıklı ) nağmelerdi.

KOMİK GİRER NE HALT

EDECEĞİNİ BİLİR

OM M EDÎA Del Arte kanevalan gibi bizim tuluatın piyes çatıları da telegrafik kısalıkta bir kâğıda yazı­

lır, sahne trafiği aksamasın,

aatör-ler bakıp hatırlasın diye, dekorun arka ta ­ rafına yapıştınlırdı.Bunlarda olsun, piye­ sin ayrıntılı snopsisinde olsun, komiğin yapacağı, onu oynayacak güldürü ustası­ na saygı ve güvenden ötürü uzun uzun yazılmaz “ Komik girer ne halt edeceğini bilir” diye geçiştirilirdi. Her komiğin “ edeceği halt” elbet kendi yeteneği ile o- ranlı idi. Ama şaşmaz bazı ortak trükler de yok değildi. Mesalâ misafire başım

koklatmak, ağzma burnuna sürmek

“ Şifalıdır safra bastırır” demek, kahve fincanına tükürüp eteği ile kurulamak, hatırlı bir kontun yanında ayak ayak üstüne atarken terliğini suratma fırlat­ mak, küçük hanımın beyaz koluna par­ mağım sürüp “ Edirne’nin Kaymağı” diye yalamak .Yarın Peruz Hamm şerefine veri­ len bir jübile temsilinin programını sizler- le birlikte okuyacağız.

(13)

RAMAZAN'İN

ON BEŞİ

SKİ Ramazanlarda “ Ramazan’m

A on beşi” nin ayrı bir anlamı vardı.

Ramazan’m on beşi, mübarek ayın kemal devresi sayılırdı. Artık ay yanlan­ mış, herkes onun gereklerine ve bunlan yerine getirmeye iyice alışmış olurdu. İçten içe bir üzüntü duyulmaya başlanır­ dı. “ İşte geldi gidiyor Ramazan” diye. Aym on beşi, Direklerarası eğlencelerinin de en civcivli dönemi olurdu. İftardan sonra kaldıranlar adam almaz, cadde faytonlardan, kupalardan geçilmezdi.

ÇAYHANELER

Şehzadebaşı’ndaki çayhaneler de dolup dolup boşalırdı. Bunların herbirinin özel- Jiklen vardı. Bu arada, “ Mersin Çayhane­

s i" özellikle temizliği ve çayının nefaseti

ile ün yapmıştı. Bu çayhaneye, emekli valiler, emekli paşalar ve saygın kimseler gelirdi. Çaycı Kâmil’in kahvehanesi de, gözde kahvelerdendi. Yakup’un Çayhane­ si ise, daha ziyade politik tandansı belirgin kişüere mahfel olurdu. Meşru­ tiyetten önce Jön Türkler, Meşrutiyetten sonra da İttihat ve Terakki Fırkası (Partisi) üyelerinin buluşma yeri burası olurdu.

BİR REKOR: SELİMİ SALIS

Ramazanın on be­ şinde tiyatro kum­ panyaları da çok iş yapa rla rd ı. M ınak- yan’ın Osmanlı Dram Kumpanyası, en iyi oyunlarını Ramazan tn ikinci yansına saklar, bir ara saraya alınıp, sonra yine bırakılan Abdi Efendi, Kel Ha­ şan, Kavuklu Ham- di’nin “Handehane-i

Osmanî" adlı güldürü

trupu, en çok seyirci­ yi bu dönemde kaza­ nırlardı. Üçüncü Se- lim’in reform hareke­ tini ve şehit edilmesi­ ni sergileyen ünlü (Se-

lim-i Salis) tragedya­

sını Mmakyan Efendi otuz gece bütün bir Ramazan boyu, ko­ puksuz olarak oyna­ yıp devrin rağbet re­ korunu kırmıştı.

SEMAİ KAHVELERİ

Ramazan'm özelliklerinden biri de, bazı semai kahvehanelerinde yapılan semai yarışmaları idi. Çeşitli semtlerin delikan­ lıları burada toplanıp birbirlerine imalar dolu semailer söylerlerdi. Bu yarışmalar, çoğu zaman kavga ile sonuçlanırdı. Bazen yumrukla da yetinilmez, bıçaklar, saldır­ malar da ortaya çıkardı. Ne var ki, iş polise yansımadan, bu kavgaları İstan­ bul’un ünlü kabadayıları hemen oracıkta işe müdahale edip kapatırlardı. Bu semai yarışmalarında en güçlü iki rakip, Had- dehaneliler (Bahriyeliler) ve Tophaneliler idi.

Minakıyan Efendi

M maki yan'm amblemi

M A H Y A LA R

Ramazan m onbeşine doğru ve onbeşin- den hemen sonra, çifte minareli camilerde kurulan mahyalar da, çok daha manidar, çok daha kapsamlı içerikte olurdu. A yet­ lerin yam sıra, padişahı, din ulularım o- nurlandıran bazı mahyalar da bu sıralarda görülmeye başlanırdı.

HIRKA-İ SAADET A LA YI

Ramazan’m on beşinci gününün belirgin bir olayı da, hiç şüphesiz Hırka-i Saadet Alayı idi. Hünkâr, o gün Topkapı Sarayı’- na ve Valde Sultan’daki Hırka-i Şerif Camii’ne gidip, “Emarıat-ı Peygam berî’yi

(Peygam ber’in kutsal emanetlerim) ziya­

ret ederdi.

O gün hünkâr geçecek diye, Yıldız’la Topkapı Sarayı arasına asker ve mektep­ liler dizilir, yollara kumlar dökülür, halkın ilgisi bu güzergâha çekilir...

Ve bu arada, evhamlı Sultan Abdülha- mid’in sağ gösterip sol vurduğu, karadan gidecekmiş gibi herkesi şaşırtıp gizlice denizden Saraybumu’na çıktığı anlaşılır­ dı.

Ramazan’m hilâlini gökte görme­ nin ayrı bir sevabı vardı. Herkes gökte Ramazan hilâlini beklerdi.

Hoca bir gün Sivrihisar’a gezme­ ye gitmiş. Bakmış millet ilçenin alanında toplanmış, yeni doğacak Ramazan ayı görünecek mi diye havaya bakıyorlar. Hoca kalabalığa dönüp seslenmiş:

— “ Çok garip kişilersiniz. Bizim Akşehir'de sizin beklediğiniz hilâlin ay kadar büyüğü görülür de, kimse başını çevirip bakmaz. Siz kıl kadar incesini göreceksiniz diye boşuna zaman sarf ediyorsunuz. ”

Tiryakinin biri Ramazan’da ay görmeden oruç tutmanın caiz ola­ mayacağını duymuş. Bunun için Ramazan’dan önce önlemini almış,

ayı görmemek için evin her

tarafım, pencerelerini sımsıkı ka­ patmış. Gece de mahalle kahvesine gidecek olunca, daima başını öne eğer, öyle yürürmüş.

Bir gece kahveye giderken, yer­ deki bir su birikintisinde aym yan­ kısını görünce ürkerek:

“ H ey m ü barek"demiş, “ Gözüme mi gireceksin? Anladık, Ramazan

İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

Enza Home International ise Dünya'nın en büyük ekonomilerinden biri olan Amerika pazarında faaliyet gösteren; ana faaliyet konusu tekstil, mobilya ve yatak

Normal ve sirozlu hastalara 150 mg oral dozda uy- gulanan nizatidinin, sirozlu hastalardaki nizati- din plazma seviyesinin, normal hastalarda plaz- ma seviyesi ile

obetirn Plamndaki Meslek Dersleri Oranlan test metodlm, tekstil kimyasi gibi temel tekstil dersle- ri yaninda iplik teknolojisi, dokuma teknolojisi, orme teknolojisi, boya-baslu

Thus, the hard energy spectrum, the high level of timing noise, and the evidence for the presence of a compact jet are all consistent with the source being in the hard state during

Kurumsal yönetimi, iş modeli ve görünüm anlamında şirkete dair daha olumlu olsak da hissede rallinin devam etmesi için yeni bir katalizör göremiyoruz.. Bu sebeple

Bu raporla birlikte Petkim’in Star rafinerisinden sağlayacağı maliyet avantajı tahminlerimizi 100mn ABD$ seviyesine yükseltiyoruz (önceki 72mn ABD$). Bununla

Acil Sağlık Hizmetleri Yönetmeliği’ne göre triaj, çok sayıda hasta ve yaralının bulunduğu durumlarda, bunlardan öncelikli tedavi ve nakil edilmesi gerekenlerin tespiti

Planlama: Operasyon öncesinde olayın nedeni (deprem, patlama, toprak kayması), saati, yaralı sayısı ve biliniyorsa yaralıların sağlık durumları gibi bilgiler alınarak