• Sonuç bulunamadı

Türk-Rus enerji jeopolitiğinde boru hatları ve lojistiğin önemi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Türk-Rus enerji jeopolitiğinde boru hatları ve lojistiğin önemi"

Copied!
122
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

TÜRK-RUS ENERJİ JEOPOLİTİĞİNDE BORU HATLARI VE LOJİSTİĞİN ÖNEMİ

(Yüksek Lisans Tezi)

Rıdvan İNÖNLÜ

(2)

T.C.

DUMLUPINAR ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı

Yüksek Lisans Tezi

TÜRK-RUS ENERJİ JEOPOLİTİĞİNDE BORU HATLARI VE

LOJİSTİĞİN ÖNEMİ

Danışman:

Dr. Öğr. Üyesi Barış ADIBELLİ

Hazırlayan: Rıdvan İNÖNLÜ

(3)

Kabul ve Onay

Rıdvan İNÖNLÜ’nün hazırladığı “Türk-Rus Enerji Jeopolitiğinde Boru Hatları ve Lojistiğin Önemi” başlıklı Yüksek Lisans tez çalışması, jüri tarafından lisansüstü yönetmeliğinin ilgili maddelerine göre değerlendirilip oybirliği / oyçokluğu ile kabul edilmiştir.

20/04/2018

Tez Jürisi İmza

Kabul Red

Dr. Öğr. Üyesi Barış ADIBELLİ (Danışman) Dr. Öğr. Üyesi Cantürk CANER

Dr. Öğr. Üyesi Volkan TURAN

Doç. Dr. Ayhan KAHRAMAN Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü

(4)

Yemin Metni

Yüksek lisans tezi olarak sunduğum “Türk-Rus Enerji Jeopolitiğinde Boru Hatları ve Lojistiğin Önemi” adlı çalışmamın, tarafımdan bilimsel ahlak ve geleneklere aykırı düşecek bir yardıma başvurmaksızın yazıldığını ve yararlandığım kaynakların kaynakçada gösterilenlerden oluştuğunu, bunlara atıf yapılarak yararlanılmış olduğunu belirtir ve bunu onurumla doğrularım.

07/05/2018

(5)

Özgeçmiş

01.01.1991 Kütahya’da doğdu. İlköğretimini Abdurrahman Paşa İlköğretim okulunda lise öğrenimini Kütahya Kılıçarslan Anadolu lisesinde tamamladı. 2009 yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümünü kazandı. 2014 yılında buradan mezun oldu ve 2015 yılında Dumlupınar Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Anabilim dalında yüksek lisansına başladı.

(6)

ÖZET

TÜRK-RUS ENERJİ JEOPOLİTİĞİNDE BORU HATLARI VE LOJİSTİĞİN ÖNEMİ

İNÖNLÜ, Rıdvan

Yüksek Lisans Tezi, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı Tez Danışmanı: Dr. Öğr. Üyesi Barış ADIBELLİ

Nisan, 2018, 107 Sayfa

Enerji, yaşamsal faaliyetlerin sürdürülebilmesi için çok önemli bir girdi olup; 21.yy. ile birlikte kalkınmanın önde gelen unsurlarından biri haline gelmiştir. Dünya nüfusunun giderek artması, hızla yaşanan teknolojik gelişmeler ve devletlerin büyüme gereksinimleri nedeniyle enerjiye olan ihtiyaç da giderek artmıştır. Bu dönemde alternatif enerjiler üretilememiş ve enerji talebi artış göstermiştir. Bu artış, fosil yakıtların tükenmesine neden olmuştur. Bu talep doğrultusunda, enerji her alanda önem arz ederken; özellikle de uluslararası ilişkilerde, karar vericilerin devletler arası ilişkileri düzenlemede kullandıkları bir “diplomasi aracı” haline gelmiştir. Enerji kaynaklarına verilen bu değerin sürekli artan bir gidişat izlemesi, petrol ve doğal gazın, ekonomik ve politik açıdan stratejik önem kazanmasına neden olmuştur. Dünya’da enerji kaynakları eşit dağılım göstermemiştir. Bundan dolayı devletler açısından enerji koridorlarında bulunmak, enerji rezervlerini etkin kullanmak önemli hale gelmiştir. Bu durum ülkelerin uluslararası alanda söz hakkı olmasına neden olmuştur. Bu açıdan bakıldığında boru hatlarının önemi de her geçen gün artmıştır. Petrol ve doğal gazın üretici devletlerden tüketici devletlere gönderilmesinde genellikle kullanılmakta olan boru hatlarının güzergahı ve bu güzergahın hakimiyeti, uluslararası alanda en önemli unsur olarak ortaya çıkmıştır.

Günümüzde, dünyada en fazla enerji ihraç eden ülkelerden olan Rusya Federasyonu, enerji alanındaki hegemonyasını sürdürebilmek adına enerji kaynakları ve boru hatlarını başarılı bir dış politika aracı olarak kullanmaktadır. Bölgede bulunan devletler üzerinde de kontrol sahibi olan Rusya, yeni oluşturulacak olan enerji politikalarını ve bölge devletlerinin politikalarını da kendi istediği doğrultuda yönlendirebilmektedir.

Bu araştırmada, Rusya Federasyonu ve Türkiye ilişkisinde boru hatlarının dış politikaya etkileri, Türkiye’nin boru hatları ile enerji naklinde stratejik bir ülke haline gelebilmesi için gereklilikleri problem olarak ele alınmıştır.

Araştırmada, enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi ve nakli konusunda çeşitli politikaların geliştirilmesine yardımcı olmak için yapılan çok sayıda çalışma incelenmiştir. Türkiye’nin enerji konusunda söz sahibi olması için; başarılı bir boru hattı diplomasisi gerçekleştirilmeli, kendi çıkarlarını koruyan ve gözeten bir enerji politikası geliştirilmeli, bunlar gerçekleştirildiği takdirde Türkiye’nin enerji alanında en önemli başat devletlerden biri olacağı sonucuna varılmıştır.

(7)

ABSTRACT

THE IMPORTANCE OF PIPELINES AND LOGISTICS IN TURKISH-RUSSIAN ENERGY GEOPOLITICS

İNÖNLÜ, Rıdvan

M. Sc. Thesis, Department of International Relations Supervisor: Assoc. Prof. Barış ADIBELLİ

April, 2018, 107 pages

Energy is a very important input for the sustainability of vital activities; and it has become one of the leading elements of development together with 21st Century. The need for energy has also increased steadily due to the increasing world population, rapid technological developments and the growth needs of the states. The inabilities to produce alternative energy sources and the rapid increase in demand have led to the rapid depletion of fossil fuels which are in limited quantities in the world. In the direction of this demand, while energy is important in every area; especially in international relations, has become a "diplomatic instrument" in which decision-makers have used to regulate inter-state relations. The steadily increasing trend of this value given to energy resources has caused oil and natural gas to gain strategic importance in economic and political area. Since energy resources have an “unequal” distribution table in the world's geography, being in a position to control energy reserves and transport lines for states has begun to have the same meaning as having a say in the international system. From this point of view, the importance of pipelines is increasing day by day. The route of pipelines widely used in transporting oil and natural gas from the producer countries to the consumer countries and the dominance established on these lines have become very important in foreign policy. Today, Russian Federation, one of the world's largest exporters, uses energy resources and pipelines as a successful means of diplomacy to maintain its dominance in the energy field. Russian Federation, which also has great control over the regional states, is influencing the emerging energy policies and states' developing behavior in this direction. In this research, the effects of pipelines on foreign policy in relationship of Russian Federation and Turkey have been considered as a problem for Turkey necessities to become a strategic country in pipeline energy transmission.

A number of studies have been examined in the research to assist in the development of various policies on transport and diversification of energy resources. With this research if it develops an energy policy that is stable and protects national interests and is reinforced by a successful pipeline diploma; Turkey will become a country that has a say in the field of energy, it will be one of the most important actors in providing world energy security and it will reach its goal of being an energy center.

(8)

İÇİNDEKİLER Sayfa ÖZET ... v ABSTRACT ... vi İÇİNDEKİLER ... vii TABLOLAR LİSTESİ ... x KISALTMALAR ... xi GİRİŞ ... 1 BİRİNCİ BÖLÜM KURAMSAL ÇERÇEVE 1.1. ENERJİ KAVRAMININ ÖNEMİ ... 5

1.2. ENERJİNİN DIŞ POLİTİKADAKİ YERİ ... 6

1.3. BORU HATLARININ DIŞ POLİTİKA ARACI HALİNE GELMESİ ... 7

İKİNCİ BÖLÜM SOVYET ENERJİ JEOPOLİTİĞİNİN DÖNÜŞÜMÜ 2.1. GORBAÇOV DÖNEMİ VE SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN ÇÖKÜŞÜ ... 12

2.1.1. Perestoryka Politikası ... 14

2.1.2. Glasnost Politikası ... 16

2.2. YELTSİN DÖNEMİNDE SİYASİ SÜREÇ ... 18

2.2.1. Yeltsin Dönemi Dış Politikası ve Amaçları ve Dış Politikayı Şekillendiren İç Gelişmeler ... 18

2.2.2. Dünyada Yaşanan Siyasi Değişim ve Rusya Federasyonu ... 20

2.2.3. Rusya Federasyonu 1990’lı Yıllar Dış Politika Analizi ... 21

2.2.4. Dış Politika Uygulamaları ve Yakın Çevre Politikası... 22

2.2.5. ABD ile İlişkiler ... 23

2.3. YELTSİN DÖNEMİ EKONOMİSİ ... 25

2.3.1. Kriz Gölgesinde Rusya Ekonomisi ... 25

2.3.2. Rusya’da 17 Ağustos Krizi ve Dünya Ekonomisine Etkisi ... 26

2.3.3. Krizler Gölgesinde Türk-Rus İlişkileri ... 27

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM RUSYA FEDERASYONU’NUN ENERJİ POLİTİKASI 3.1. RUSYA FEDERASYONU’NUN ENERJİ KAYNAKLARI ... 31

(9)

3.1.1. Doğalgaz ... 31

3.1.2. Petrol ... 33

3.2. RUS ENERJİ POLİTİKASINDA TARİHSEL SÜREÇ ... 35

3.3. RUSYA FEDERASYONU’NDA ENERJİ İHRACI ... 37

3.3.1. Doğalgaz Boru Hatları ... 40

3.3.2. Petrol Boru Hatları ... 45

3.4. ENERJİDE RUS HAKİMİYETİ VE ENERJİ GÜVENLİĞİ ... 48

3.4.1. Rusya Federasyonu Açısından Enerji’nin Önemi ... 48

3.4.2. Enerji’de Rus Hegemonyası ve Küresel Rekabet ... 49

3.4.3. Rusya Federasyonu’nun Enerji Güvenliği ... 54

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM PUTİN DÖNEMİ VE TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİ 4.1. PUTİN’İN SOVYET MİRASINI DEVRALMASI ... 59

4.2. TÜRK-RUS İLİŞKİLERİNDE BÖLGESEL ETKENLER VE ÇATIŞMA ALANLARI ... 63

4.2.1. Kafkasya ve Orta Asya ... 64

4.2.2. İran ... 65

4.3. TÜRK-RUS İLİŞKİLERİNDE DIŞ AKTÖRLER ... 66

4.3.1. Amerika Birleşik Devletleri ... 66

4.3.2. Avrupa Birliği ... 68

4.3.3. NATO ... 70

4.4. TÜRK-RUS İLİŞKİLERİNDE EKONOMİK ETKENLER ... 72

4.5. RUS İÇ POLİTİKASINDA PUTİN VE YELTSİN ARASINDAKİ FARKLAR ... 73

4.6. TÜRK-RUS İLİŞKİLERİNDE ERMENİSTAN FAKTÖRÜ ... 76

4.7. TÜRK-RUS İLİŞKİLERİNDE AVRASYACILIK ... 78

BEŞİNCİ BÖLÜM ENERJİ JOPOLİTİĞİ BAĞLAMINDA TÜRK-RUS İLİŞKİLERİ 5.1. TÜRKİYE’NİN ENERJİ VE BORU HATLARI POLİTİKASI ... 82

(10)

5.3. TÜRK-RUS İLİŞKİLERİNDE BORU HATLARI DİPLOMASİSİ ... 87

SONUÇ ... 96

KAYNAKÇA ... 101

(11)

TABLOLAR LİSTESİ

Sayfa Tablo 3.1: Rusya Federasyonu’nun Yıllar Bazında Doğalgaz Üretim, Tüketim

Kanıtlanmış Rezervleri ... 32 Tablo 3.2: 1999-2009 Yılları Arası Rusya Federasyonu’nun Günlük Petrol Üretimi

(Günlük Varil Sayısı x 1000) ... 34 Tablo 3.3: Avrupa Ülkelerinin Rus Gazına Bağımlılıkları (2016) ... 39

(12)

KISALTMALAR AB Avrupa Birliği

ABD Amerika Birleşik Devletleri

AGİT Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı AKP Adalet ve Kalkınma Partisi

ANAP Anavatan Partisi AR-GE Araştırma Geliştirme AT Avrupa Topluluğu

BDT Bağımsız Devletler Topluluğu

BOTAŞ Boru Hatları ile Petrol Taşıma Anonim Şirketi BP British Petroleum

BPS Baltık Boru Hattı Sistemi BTC Bakü-Tiflis-Ceyhan BTE Bakü-Tiflis-Erzurum BTK Bakü-Tiflis-Kars

CENTO Central Treaty Organization DGBH Doğal Gaz Boru Hattı DRH Demokratik Rusya Hareketi DYP Doğru Yol Partisi

EPDK Enerji Piyasası Denetleme Kurulu FSB Rusya Federal Güvenlik Servisi G7 Gelişmiş 7

G8 Sekizler Grubu

GSMH Gayri Safi Milli Hasıla GSYİH Gayri Safi Yurtiçi Hasıla IMF International Monetary Fund

(13)

KGB Rusya Devlet Güvenlik Komitesi NATO North Atlantic Treaty Organization

OPEC Organization of Petroleum Exporting Countries PBH Petrol Boru Hattı

PKK Partia Karkeren Kürdistane ŞİÖ Şangay İşbirliği Örgütü TBMM Türkiye Büyük Millet Meclisi UES Unifred Energy Systems of Russia

UNESCO United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization WMO World Meteorological Organization

(14)
(15)

GİRİŞ

Enerji, toplumların gelişmişlik düzeyini gösteren önemli bir kavramdır. Sanayi Devrimi’nden sonra önce buharlı makineler için kömüre gereksinim duyulmuş ve kömür, I. Dünya Savaşı’nın enerji-politik tarafını oluşturmuştur. Daha sonradan devrin küresel güçleri, enerjiyi çeşitlendirmek ve üretimde maksimizasyonu gerçekleştirmek adına yeni kaynaklar arayışına girmişlerdir. 20. yy’da özellikle petrol, en gözde enerji kaynağı olarak dünya siyasi tarihinde yerini almış, aynı zamanda II. Dünya Savaşı’nın da enerji-politik nedeninin açıklanmasında bizlere ipucu vermiştir.

Rusya Federasyonu, sahip olduğu enerji kaynaklarıyla dünyanın önde gelen havzalarına sahiptir. Rusya Federasyonu, Dünya doğalgaz üretiminde ilk sırayı alırken, petrol üretiminde 2, elektrik üretiminde 4. ve kömür üretiminde ise 5. sırada yer almaktadır. Özellikle Sovyetlerin yıkılmasından sonra Soğuk Savaş’ın ağır hasarlarını onarmaya çalışan Rusya için bu enerji kaynakları adeta “can simidi” görevi görmüştür. Soğuk Savaş Rusya’ya pahalıya mal olmuş ve Sovyetler Birliği parçalanırken Rusya Federasyonu’na bir enkaz devretmiştir. İlk iş olarak hantal durumda olan devlet kurumları hızla özelleştirilmiş ve ülkenin iç ve dış sorunlarına yönelik, politika ve doktrinler ortaya atılmıştır.

Vladimir Putin’in iktidara gelmesinden sonra hızla bir değişim süreci içine giren Rusya Federasyonu, çalışmamızın da konusunu kapsayan enerji bağlamında bir takım yeni stratejiler geliştirerek Rusya’nın ekonomik kalkınması sağlamıştır. Avrupa Birliği, Baltık, Asya ve Pasifik ülkelerine yaptığı enerji yatırımlarıyla, bu sektörde dünya lideri konumuna gelme hedefini pekiştirmiştir. Rusya’nın dünyaya kendini kabul ettirme stratejisi böylelikle “ideoloji” değil, “boru hatları” olmuştur.

Devletler ulusal çıkarlarına uygun olarak kendilerine bir takım hedefler belirlemişlerdir ve dış politikada da bu hedeflere ulaşmak için kullanılan en etkili araçlardan biri diplomasi olmuştur. Son yıllarda devletlerin boru hatları üzerinden geliştirdikleri diplomasi de devletlerin dış politikalarında ve uluslararası sistemde belirleyici bir etken haline gelmiştir. Günümüzde, dünyanın en büyük doğal gaz ihracatçısı ve üçüncü en büyük petrol ihracatçısı olan Rusya Federasyonu, zengin enerji rezervlerine sahip olmanın yanında, petrol ve doğal gazı tüketici ülkelere ulaştırmada da sahip olduğu boru hatları ağı ile stratejik açıdan önemli bir konumdadır. Bu nedenle

(16)

enerji alanında hakimiyetini sürdürmek için enerji kaynaklarını ve boru hatlarını başarılı bir diplomasi aracı olarak kullanmaktadır. Bölge devletleri üzerinde de büyük kontrole sahip olan Rusya Federasyonu, oluşturulmakta olan enerji politikalarını ve devletlerin bu yönde gelişen davranışlarını etkilemektedir.

Türkiye’nin ise bu tablodaki yeri, jeopolitik konumu nedeniyle oldukça önemlidir. Petrol ve doğal gaz rezervi açısından kıt kaynaklara sahip olan bir devlet olarak Türkiye, enerjinin nakli konusunda önemli bir kilit noktadadır. Çünkü dünyadaki kanıtlanmış doğal gaz rezervlerinin %71.8’i, petrol rezervlerinin ise; %72.7’si Türkiye’nin çevresindeki coğrafyada yer almaktadır (TSAE, 2007). Balkanlar, Orta Doğu ve Kafkaslar arasında olan bölgede yer alan Türkiye, buradaki kaynakların Batılı devletlere ulaştırılması konusunda bir köprü görevi üstlenmektedir.

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla değişen dengelerden etkilenen Türkiye, özellikle eski Sovyet Cumhuriyetleri ve Rusya Federasyonu ile enerji konusunda daha fazla etkileşim içerisine girmiştir. Türkiye’nin köprü olarak önemli bir rol üstlenmesi, bölgede kilit ülkelerden biri olması, petrol ve bilhassa doğal gazda yaşadığı dışa bağımlı olma durumunu ortadan kaldıramamıştır. 2009 yılında Türkiye, yaklaşık olarak 35.7 milyar metreküp doğal gaz (The World Factbook, 2011) ve yaklaşık 13.6 milyon ton (T.C. Petrol İşleri Genel Müdürlüğü, 2010) petrol ithal etmiştir. Bu noktada yaşanan bağımlılık Türkiye’nin izlemiş olduğu politikalara da etki eder hale gelmiş; enerji konusunda ulusal çıkarları doğrultusunda, bağımsız politikalar izlemesine engel olmaya başlamıştır.

Türkiye ve Rusya Federasyonu ilişkileri özellikle 2000‟li yıllardan bu yana çok hızlı gelişim göstermiştir. Rusya Federasyonu’nda, Boris Yeltsin sonrasında iktidara gelen Vladimir Putin ile birlikte, iki devlet arasındaki ilişki farklı bir boyut kazanmıştır. Putin, ilk dönemlerde Türkiye’ye karşı mesafeli bir politika izlemişse de her iki devletin enerji konusunda olan çıkarları, Türkiye’nin enerji ihtiyacı ve kaynak ülke olan Rusya Federasyonu’nun enerjiyi siyasi ve ekonomik bir araç olarak kullanması, onları zaman zaman yakın ilişkiler izlemeye itmiştir. Rusya Federasyonu’nun “enerji” konusunda geliştirdiği stratejiler ve uyguladığı politikalar, bölge devletlerini etkilediği gibi Türkiye’yi de oldukça etkilemiştir.

(17)

Yukarıda da değinildiği gibi Rusya Federasyonu, sadece Türkiye ile olan bire bir ilişkileri ile değil, diğer kaynak ülkeler ve geçiş ülkelerinde izlediği politikalar ile de Türkiye’yi etkilemiştir. Geçiş ülkesi olan Ukrayna ile Rusya Federasyonu’nun yaşamış olduğu doğal gaz krizi buna verilebilecek iyi bir örnektir. Yaşanan kriz esnasında Rusya Federasyonu’dan doğal gaz temin eden Batılı ülkelerin duyduğu tedirginliği Türkiye de hissetmiştir. Enerjinin temini konusunda güvenilirlik önemli bir boyut kazanmış ve Rusya Federasyonu’nun etkinliğini kırmak için çeşitli boru hattı projeleri geliştirilmiş, Türkiye bu projeler neticesinde doğrudan veya dolaylı olarak etkilenmiştir. İşte bu noktada boru hatları diplomasisi büyük bir işlerlik kazanmıştır. Rusya Federasyonu, geçiş güzergâhları ve kaynaklar üzerindeki kontrole sahip olmak için boru hatları diplomasisini yoğun bir şekilde uygulamış, Türkiye ve diğer ülkeler de bu çerçevede çeşitli stratejiler geliştirmişlerdir.

Bu araştırmada, Rusya Federasyonu ve Türkiye ilişkisinde boru hatlarının, dış politikaya etkileri, Türkiye’nin boru hatları ile enerji naklinde stratejik bir ülke haline gelebilmesi için nasıl bir boru hatları diplomasisi uyguladığı, problem olarak ele alınmıştır. Araştırmada, enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi ve nakli konusunda çeşitli politikaların geliştirilmesine yardımcı olmak için yapılan çok sayıda çalışma incelenmiştir. Bu inceleme ile daha önce yapılmış çalışmaların güncelliği, var sayımları gözden geçirilerek; varsa eksiklikler ortadan kaldırılmaya çalışılarak bu konu ile ilgili literatüre yeni bir çalışma kazandırılmaya çalışılmıştır.

(18)

BİRİNCİ BÖLÜM

(19)

Uluslararası İlişkilerde tarih boyunca devletlerin birbirleri olan ilişkilerinde birçok konu etkili olmuştur. Devletler, hedeflerine ulaşabilmek için ve ulusal çıkarlarını koruyabilmek adına dış politikalarında, büyük mücadeleler vermişlerdir ve günümüzde de bu süreç hala devam etmektedir.

Özellikle Soğuk Savaş sonrasında uluslararası sistemdeki köklü değişim, sistemin aktörlerini de önemli değişikliklere zorlamıştır. Bu değişiklikler, hem yeni oluşan uluslararası sisteme dahil olurken; hem de değişim sürecinde iç politikanın kazandığı yeni dinamiklerin dış politikayı belirlemesi aşamasında gündeme gelmiştir. Devletler arasındaki ilişkilerde, dış politikalar alanında ekonomik unsurların öne çıktığı yeni bir ortam oluşmuştur. Yeni oluşan bu tabloda etken unsurlar arasında öne çıkan en önemli alan ise enerji olmuş, devletler enerjiyi bir diplomasi aracı olarak kullanmış ve bu süreç son yıllarda artarak devam etmiştir.

1.1. ENERJİ KAVRAMININ ÖNEMİ

Kelime anlamı olarak ele alındığında enerji, herhangi bir hareketi yapabilme yeteneğine sahip olan, kısaca “iş yapma kabiliyeti” olarak tanımlanmaktadır (Nükleer Teknoloji Bilgi Platformu, 2007). Bu tanım, bugün enerjinin önemini açıklamakta yeterli olmamakta çünkü artık enerji kavramı, uluslararası sistemde, daha çok ekonomik ve politik gelişmelere yön veren stratejik bir araç olarak yer almaktadır. Enerji kaynakları, dünya coğrafyasında “eşit olmayan” bir dağılım tablosu sergilediği için, enerji rezervlerini ve nakil hatlarını kontrol ediyor konumda olmak, uluslararası sistemde de söz sahibi olmakla aynı anlama gelmektedir.

Birincil enerji kaynakları ve ikincil enerji kaynakları olarak ikiye ayrılan enerji kaynaklarından, fosil enerji kaynakları (kömür, ham petrol, doğal gaz, rüzgar, güneş, nükleer enerji kaynakları, jeotermal, hidrolik) birincil enerji kaynaklarını oluşturmaktadır. İkincil enerji kaynakları ise birincil enerji kaynaklarının kullanılması sonucunda ortaya çıkmaktadır. Yine birincil kaynaklar, “yenilenebilir” ve “yenilenemeyen” enerji kaynakları olarak da sınıflandırılabilir. Burada ise kömür, ham petrol ve doğal gaz yenilenemeyen kaynak olarak kabul edilirken; rüzgar, hidrolik, güneş ışığı, yenilenebilir olan kaynaklar içinde sınıflandırılmaktadır.

(20)

İnsanoğlu ilkel çağlardan günümüze kadar enerjiye ihtiyaç duymuştur. İlk dönemlerde insan gücü ile başlayan bu süreç toplumsallaşmanın artması ve endüstrileşmeye geçiş ile birlikte şekil değiştirmiştir. Enerji tüketiminin de giderek artması alternatiflerin geliştirilmesine yol açmış; su ve rüzgar gücü sonrasında buhar gücüden yararlanılmaya başlanmıştır. Sanayi devrimi ile kömür, yeni bir girdi olarak önem kazanmış ve teknolojinin gelişmesi yine enerji çeşitliliği ihtiyacını doğurmuş, petrol, elektrik, doğal gaz gibi kaynakların kullanımı hızla artmıştır. Alternatif enerji kaynaklarının üretilememesi ve talebin hızla artması dünyada sınırlı miktarda bulunan fosil yakıtların hızla tükenmesine sebep olmaktadır. Özellikle petrol ve doğal gaz, birincil enerji kaynakları içerisinde büyük önem taşımakta ve yaygın olarak kullanılmaktadır. Dünya enerji ihtiyacının % 41.6’sı petrolden, %15,6’sı da doğalgazdan karşılanmaktadır (IEA, 2010: 30). Bu sebepten bu petrol ve doğal gaz, teknolojinin gelişmesi ve enerji kullanımının artmasıyla ekonomik olarak önem taşımalarının yanında stratejik olarak da değer kazanmıştır.

Enerji tüketimi gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, ABD, Japonya, Çin ve AB ülkeleri gibi, artan nüfusa, ilerleyen teknolojiye bağlı olarak yükselen bir grafik izlemektedir. 2035 yılına varıldığında dünya enerji tüketiminin %49 oranında artacağı tahmin edilmektedir (EIA, 2010b). Bu denli artan bir tüketim tablosunda enerjinin önemi her geçen gün daha da dikkat çekici bir konuma gelmektedir.

1.2. ENERJİNİN DIŞ POLİTİKADAKİ YERİ

Günümüzde insanlar için temel ihtiyaçlardan biri olan enerji, hızla gelişen ve değişen uluslararası sistemin de en önemli parçalarından biri haline gelmiştir ve enerji politikaları, sanayileşme ve sürdürülebilir büyüme hedeflerine ulaşmada da itici güç olmuştur. Dünyamızda enerji rezervleri homojen bir dağılım tablosu sergilemediği için, özellikle petrol ve doğal gaz kaynaklarında, gelişmiş ve gelişmekte olan bir çok ülke enerji konusunda bağımlılık yaşamaktadır. Özellikle fosil enerji kaynaklarından petrol ve doğal gazın yenilenemeyen kaynaklar olması da devletlerin bağımlılığını giderek artırmakta ve devletlerin bu yönde politikalar ve stratejiler geliştirmelerine neden olmaktadır. Bağımsız bir dış politika izleyebilmek için ise petrol ve doğal gazda yaşanılan bağımlılığı ortadan kaldırmak veya en aza indirmek gerekmektedir. Doğal gazda oluşan bağımlılıklar, “gaz kesintileri” ile cezalandırılmakta ve yaşanan buna

(21)

benzer durumlar uluslararası ilişkilerde ve dış politikada enerjinin önemini vurgulamaktadır.

Uluslararası ilişkiler ve dış politika birçok değişkenden farklı oranda etkilenmeye açık olmakla beraber, enerji de her dönemde dış politikayı etkileyen bir alan olmuştur. 19. Yüzyılın başında, petrol alanlarında söz sahibi olma ve kontrolü elde tutma mücadelesi, uluslararası sistemi etkileyen en temel belirleyicilerden biri olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise enerji kaynaklarınca zengin, önemli bir bölge olan Orta Doğu üzerindeki çekişmeler, dünya politikası açısından dikkat çekmiştir. 1950’lerden sonra görülen ulusçuluk akımları, bu akımlar doğrultusunda devletlerin kendi çıkarlarını maksimize etmek için geliştirdiği politikalar sonucunda petrol şirketlerinin millîleştirilmesi ve OPEC’in kurulması gibi gelişmeler, yine İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, devletlerarası ilişkilere damgasını vuran gelişmeler arasında yer almıştır (Akbulut, 2001).

Küresel olarak enerjinin kullanılmasında devletlerarası işbirliği giderek artmaktadır ve birçok alanda olduğu gibi enerji konusunda da devletler birbirlerine daha bağımlı hale gelmektedir (Tuncer, 2009:95). Bu nedenle özellikle enerji nakli alanında geliştirilen boru hatları üzerinde yaşanan ilişkiler, devletlerin dış politikalarında fazlasıyla yer almaya başlamaktadır. Çünkü enerjinin kendisi kadar, arz güvenliği de çok büyük önem taşımaktadır. Burada kastedilen, enerjiye kesintisiz, ucuz, güvenilir, zamanında ulaşabilmek ve kaynak çeşitliliğini sağlayabilmektir (Pamir, 2005b: 68). Enerji arz güvenliğinin sağlanması hem gelişmiş ülkeler hem de gelişmekte olan ülkeler için çok önemlidir. Bilhassa petrol ve doğal gazın üretici ülkelerden, tüketici ülkelere taşınması her iki tarafla birlikte, boru hatlarının bulunduğu güzergâhtaki ülkelerin dış politikalarını da etkilemektedir. Gelinen nokta enerjinin dış politikada önemli bir belirleyici olduğu ve devletlerin çıkarları ortak bir paydada buluşturulamadığı takdirde, uluslararası ilişkilerde krizlere bile yol açtığı gerçeğidir.

1.3. BORU HATLARININ DIŞ POLİTİKA ARACI HALİNE GELMESİ

Daha önce de belirtildiği gibi enerji, devletler için hayati açıdan önem taşıyan bir noktaya ulaşmıştır. En önemli enerji kaynaklarından olan petrol ve doğal gazın da artan önemi göz önünde bulundurulduğunda; enerji arzının güvenilir bir şekilde sağlanması ve enerjinin ulaşılabilir olması devletler için vazgeçilmez bir hale gelmiştir.

(22)

Çünkü enerji kaynaklarına sahip olan ve enerji üreticisi olan ülkeler, bu kaynaklardan ekonomik gelir elde ettikleri için tüketici seçeneklerini çeşitlendirmek istemişler; tüketici ülkeler de kaynak çeşitliliği için alternatifler oluşturma gayesinde olmuşlardır. Bu kapsamda enerjinin nakli için geliştirilen boru hatları devreye girmiştir.

Boru hatları, petrol ve doğal gazın üretici ülkelerden tüketici ülkelere taşınmasında yaygın olarak kullanılan en önemli araçlardan biridir. Petrol ve doğal gaz, günümüzde dünyanın ekonomik ve siyasi olarak en önemli enerji kaynaklarından olduğu için, bu kaynakların naklinde kullandığımız boru hatlarının güzergahı ve bu hatlar üzerinde kurulan hakimiyet, yaşanan mücadele de dış politikada büyük önem taşımaktadır.

Uluslararası alanda birçok boru hattı projesi gerçekleştirilmekte, işlerlik kazandırılmakta ve hali hazırda da tamamlanması beklenen projeler mevcut olmaktadır. Fakat boru hatları bazı devletlerin çıkarları için uygunken, bir diğerini ekonomik ve politik anlamda olumsuz yönde etkilemektedir. Tamamlanmış olan Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı Projesi, bunlardan biridir.

Sovyetlerin dağılmasından sonra, Eski Sovyet Cumhuriyetleri sahip olduğu petrol ve doğal gaz kaynaklarını değerlendirmek için atılım yapmaya başlamışlardır. BTC Ham Petrol Boru Hattı da bu doğrultuda geliştirilmiştir. BTC Ham Petrol Boru Hattı, ABD destekli olan, Hazar Bölgesinin kaynaklarını Batı pazarına ulaştıran bir proje olmuştur ve bunu gerçekleştirirken Rusya Federasyonu’nu güzergâh dışında bırakmıştır. Rusya Federasyonu’nun çıkarlarına ters düştüğü, bölge devletleri ve enerji kaynakları üzerindeki hâkimiyetini azaltacağı için karşı çıktığı bir proje olmuştur. Bölge devletlerinin Batı’ya yönelmesini istemeyen Rusya Federasyonu, projenin ilk aşamasından beri olumsuz tavrını ortaya koymuştur ve güzergâhın Türkiye üzerinden geçmesi, Rusya Federasyonu ile Türkiye’yi karşı karşıya getirmiş, süreç içerisinde PKK ve Çeçenistan sıklıkla gündemde yer almıştır (Oğan, 2005).

Rusya Federasyonu’nun BTC Ham Petrol Boru Hattı nedeniyle Azerbaycan’a karşı geliştirdiği diplomasi ise birçok alanda uygulanmıştır. Dağlık Karabağ ve Hazar’ın statüsü bunlara örnek verilebilir. Azeri topraklarının işgal edilmesine izin veren Rusya Federasyonu, Ermenistan’a askeri güvence vererek Azerbaycan’ı baskı altına almak istemiştir (Turan, 2010: 42).

(23)

Boru hatlarının ve enerjinin uluslararası ilişkilerde bir diplomasi aracı olarak kullanılmasına verilebilecek en iyi örneklerden bir diğeri de 2006 yılında Rusya Federasyonu ile Ukrayna arasında yaşanan doğal gaz krizidir. Rus doğal gaz şirketlerinden olan Gazprom’un Ukrayna’ya karşı doğal gaz ücretlerini artırması ve Ukrayna’nın borcuna istinaden doğal gazı kesmesi ile başlayan bir süreçtir. Fakat burada yatan asıl sebep tamamen ekonomik değildir. Rusya Federasyonu, Ukrayna’yı AB ve NATO’ya yönelişinden ve Rusya Federasyonu ile tarihi bağlarını koparmasından dolayı cezalandırmak için böyle bir strateji izlemiştir (BBC, 2006). Satır aralarında algılanması gereken, yani Rusya Federasyonu’nun Ukrayna’ya anlatmaya çalıştığı, Ukrayna’nın batı bloğunda olmayı tercih ettiği, Rusya Federasyonu’nun arka bahçesini terk ettiği, o zaman onun da Avrupalı ülkeler gibi, doğal gaz için aynı ücreti ödemesi gerektiğidir (Pamir, 2005a: 72).

Dört günlük doğal gaz kesintisinden sonra birçok Avrupalı ülke ve ABD, enerjiyi bir araç olarak kullanmasından dolayı Moskova’yı suçlamıştır (Trenin, 2008:15) ve Avrupa Rusya Federasyonu’ndan aldığı doğal gazın yaklaşık %75’ini Ukrayna üzerinden geçen boru hatları ile temin ettiği için yaşanan kriz ile birlikte Rusya Federasyonu’nun güvenilirliği tartışmaya açılmıştır (Gülşen, 2009: 52). Yaşanan kriz, hem politik hem de ekonomik olarak değerlendirilmiştir. Çünkü petrol ve doğal gaz kaynaklarının ve boru hatlarının politik araç olarak kullanılmaları fiyatları yükseltmeye de yaramıştır (Political Oil Supply, 2003: 17). Daha sonraki süreçte Ukrayna, Rusya Federasyonu’ndan aldığı doğal gazı çok yüksek ücretler karşılığında temin etmeye başlamıştır.

Her iki örnekte de görüldüğü gibi petrol, doğal gaz ve bu kaynakların naklini sağlayan boru hatları, devletler arasında diplomatik bir araç haline gelmeye başlamıştır. Rusya Federasyonu’nun geçiş ülkelerine ve kaynak ülkelere karşı geliştirmiş olduğu boru hattı diplomasisine dair ayrıntılar çalışmanın diğer bölümlerinde analiz edilmiştir.

(24)

İKİNCİ BÖLÜM

(25)

Rusya, 15. Yüzyıldan başlayan yükselişini 18. Yüzyılda Avrupa endüstriyel devriminden elde ettiği teknolojik performans ile birlikte ulusal gücüne transfer ederek sürdürmüştür. Dünyanın merkezi kabul edilen Avrasya jeopolitiğinde yer alan Rusya, otokratik ve milliyetçi prensiplere dayalı Rus İmparatorluk Stratejisi’yle dünya güç merkezleri arasında yer almıştır. Çarlık Rusyası’nın ömrü Bolşevik devrimiyle sona ermiş ve Rus İmparatorluğu’nun ikinci halkası olarak adlandırabileceğimiz Sovyetler Birliği’nin doğuşu gerçekleşmiştir (Caşın, 2006: 129-131). Avrasya kıtasının zengin coğrafyasında doğan Sovyetler Birliği, I. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımla birlikte kuruluşunun ilk döneminde ekonomik sıkıntılar içinde olmuştur. Sovyetler Birliği bu süreçte uyguladığı ekonomik programlarla hızlı bir kalkınma sürecine girmiş ve uygun konjonktürün oluşmasıyla birlikte II. Dünya Savaşı sonrasında hegemon güçlerden biri durumuna gelmiştir. Soğuk savaş boyunca iki kutuplu sistemin doğu blokunu oluşturan Sovyetler Birliği Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin karşısındaki yerini almıştır. Ancak Sovyet sisteminin yükselişi çok uzun sürmemiştir. Piyasa sistemini tanımayıp arz ve talep gibi uzun süre karşısında durulamayacak güçleri karşısına alan Sovyet sistemi, ekonomik faaliyetlerin en güçlü motifi olan özel mülkiyet, hür teşebbüs, miras ve kâr sistemini reddetmekle çöküşün dâhili sebeplerini işin başında bünyesine almıştır. Kapalı ve rekabetten yoksun bir yapı içinde monotonlaşan Sovyet ekonomisi zamanla dinamizmini kaybetmiştir (Özsoy, 2006: 163-194).

Sovyetler Birliği kuruluşundan yıkılışına kadar süreç içerisinde daha da derinleşen siyasal, yapısal ve konjonktürel krizlerle mücadele etmiştir. Bunlar içerisinde en büyüğü olan siyasal kriz, demokrasi yokluğu nedeniyle ülke yönetimiyle halk arasında kopukluk yaşanmasına neden olmuştur. Mevcut Sovyet Sistemi, kendi kendini tohumlayan her sistem gibi Sovyetler Birliği’nin içten çürümesine neden olmuştur. Sovyetler Birliği kurulduğunda işsizliği önlemek amacıyla uygulanan yaygın gelişme modeli ile fabrikalar ülke geneline yayılmış ancak iktisadi rasyonellik ilkesi uygulanarak yoğun büyüme aşamasına geçilememiştir. Oysa kapitalizm bu devrede üçüncü sanayi devrimine geçmiş ve Sovyetler Birliği’nde yapısal kriz ortaya çıkmaya başlamıştır. Sosyalist devlet yurttaşların temel gereksinmelerini karşıladığı ve piyasada fazla mal çeşidi bulunmadığı için ücret düzeyi, mal ve hizmet düzeyini aşmış ve zaman zaman talep fazlası doğmuştur. Malların çoğaltılamadığı kısır bir ortamda bu talep fazlası da konjonktürel krize neden olmuştur (Oran, 2004: 13). Son çare olarak görülen

(26)

Gorbaçov’un glasnost ve perestroyka politikaları Sovyetler Birliği’ni tekrar canlandırmaktan daha çok çöküşü hızlandırmış ve kimilerine göre en başından beri gerçekleşmesi beklenen kaçınılmaz sona gelinmiştir. Sovyet sisteminin başarısız olmasıyla birlikte Sovyetler Birliği dağılmış ve yerini varisi sayılabilecek Rusya Federasyonu’na bırakmıştır.

2.1. GORBAÇOV DÖNEMİ VE SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN ÇÖKÜŞÜ

Uzun yıllar boyunca dünyanın harikalarından biri olan, kimilerince hayranlık beslenen kimileri tarafındansa eleştirilen, dünyanın başka yerlerinde uzun süre örnek model olarak alınan Sovyet sistemi, 1980’lerin ortalarında büyük bir ekonomik bulanımla karşı karşıya kalmıştır.

Sovyetler Birliği, Gorbaçov’un göreve geldiği dönemde iki süper güçten birisi konumundaydı. Bu sebeple Sovyetler Birliği’nin başında kim olursa olsun oldukça dikkat çekeceği bilinen bir gerçekti. Ancak Gorbaçov, kendisinden önceki iktidarlarda duyulmayan değişimler ve yeni kavramlar ortaya atarak herkesin dikkatini tamamen Sovyetler Birliği ve kendisine çevirmeyi başaracaktı.

Gorbaçov, 1985 yılında Sovyetler Birliği’nin başına geldiğinde birçok sorunla boğuşan bir ülke bulacağını biliyordu. 1980’lerin ortalarında Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgali devam etmekte ve gün geçtikçe durum kötüleşmekteydi. Gorbaçov’un deyimiyle bu durum Sovyetler Birliği için “Kanayan yara” haline gelmişti. Bu işgalin uluslararası alandaki etkileri de Sovyetler Birliği’ni rahatsız eden siyasi gelişmeler arasında yer almıştı. Doğu Avrupa ülkelerinin birçoğundan siyasi destek alamayan Sovyetler Birliği, bu bölge üzerindeki etkinliğini de giderek kaybetmekteydi. ABD ile yaşanan Soğuk Savaş, özellikle bu dönemde silahlanma yarışının giderek artmasıyla askeri harcamaların yükselmesine ve bu da Sovyet ekonomisinin zor duruma girmesine neden olmuştu.

Gorbaçov, Sovyetler Birliği’nin bu dönemde yaşadığı siyasi, askeri ve ekonomik sorunların farkındaydı. Belirlenen sorunlar arasında ekonomik durgunluk ile birlikte yaşam koşullarında oluşan olumsuzluklar, tarım sektöründe yaşanan durgunluk, askeri harcamalara ayrılan payın GSMH’daki payının büyüklüğü, bilim ve teknoloji alanında yaşanan gerileme yer almaktaydı (Riasanovsky ve Steinberg, 2011: 647-648).

(27)

Özellikle teknoloji alanındaki sorun sadece Batıyla Sovyetler Birliği arasında oluşan teknolojik fark değildi. Artık Sovyetler Birliği’nin elindeki makineler giderek eskiyip dökülmeye ve atıl hale gelmeye başlamıştı. 1980’li yıllarda hâlâ fabrikaların çoğunluğu Stalin döneminden ya da II. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’dan kalan makinelerle çalışmaktaydı (Turan ve Işık, 2007: 57).

Gorbaçov’un göreve geldiği 1985 yılında dünya pazarlarında ABD’nin ticareti 576 milyar dolar, Japonya’nın 308 milyar dolar iken Sovyetler Birliği’nin payı sadece 66 milyar dolardı. Sovyetler Birliği’nin ihraç mallarında doğal kaynaklarının yeri büyüktü. İhraç mallarının yaklaşık %72’si doğal madenlerden sağlanmakta ve toplamda ihraç mallarında ilk sırada %49 ile petrol yer almaktaydı. Ancak Sovyetler Birliği de dâhil tüm komünist ülkelerin ihraç malları dünya genelinin sadece %10’unu oluşturuyordu (Brzezinski, 1990: 197-198). Sovyet ekonomisi için petrolden elde edilecek gelir önemli yer tutmakta ancak dalgalanan petrol fiyatları ve Sovyetler Birliği’nde petrol çıkarmada dönem dönem yaşanılan sıkıntılar bu gelir miktarının dalgalanmasına neden oluyordu.

Gorbaçov göreve geldiği gibi dış politikada da önemli manevralara imza atarak tüm dünyanın dikkatini çekmiştir diyebiliriz. Ortak Avrupa Evi kavramını ortaya atan Gorbaçov, Doğu Avrupa devletlerini kaybetme pahasına Batı ile fikirsel bütünlüğü sağlama yoluna gitmeye çalışmıştır. ABD ve Batı ile silahsızlanma girişimleri içine girerek ülkenin mali enerjisini emen askeri harcamaları azaltma yoluna gitmiştir. Gorbaçov, ulusal sosyalizmlere ve reformlara yeşil ışık yakarak Brejnev doktrini’ ne kuramsal olarak son vermiştir (Oran, 2004: 12-13).

İzlenen dış politikanın asıl amacı Sovyetler Birliği’ni uluslararası kapitalist sistemin içerisine eklemlemeydi. Ancak bu süreç çeşitli sonuçlar ortaya çıkardı. İlk olarak uluslararası arenada gerilim yaşanan bölgelerde Sovyetler Birliği’nin umulduğu kadar güçlü olmadığı ortaya çıktı. Diğer sonuç içeride düzenlemeler yapılırken Sovyetler Birliği’nin dışarıda da istikrara ihtiyacı olduğunun ortaya çıkmasıydı. Günün şartları ve ekonomik durum göz önüne alındığında Sovyetler Birliği, daha küçük bir savunma ve dışişleri bütçesi yaratmak zorundaydı (Tellal, 2004a: 161). Bu bağlamda izlenen politikalar sonucu Sovyetler Birliği 1979 yılından beri devam eden Afganistan İşgalinden 1988 yılı itibariyle tek taraflı olarak çekilmiş bir yıl sonra ise tamamen sona

(28)

eren savaşın ardından geriye Rus ordusunun sarsılan güveni, prestiji, büyük askeri kayıpları ve yıllarca süren savaşın ekonomik bilançosu kalmıştı.

Çöküş süreci diyebileceğimiz bu sürecin Rus toplumu üzerinde de önemli etkileri olmuştur. Rus toplumundaki durumu kuruluştan bugüne incelersek Sovyetler Birliği her biri egemen ve bağımsız olan 15 birlik cumhuriyeti ve sınırları içinde 100’den fazla ulusun yaşadığı birçok uluslu devlet olarak doğmuştur. Böylesine büyük bir ülkede, kaynakların nasıl dağıtılacağı, nerede, nasıl ve ne kadar üretim yapılacağı ve bir işletmede kaç kişinin çalışacağına sadece merkezin yetkili kılınması, her bölgenin kendine has koşullarından dolayı farklı önceliklere sahip olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesine neden olmuştur. Nihai hedef olan sınıfsız toplum ideali uğruna yapılan iktisadi araçlar tabulaştırılmış ve iktisadi sorunların çözülmesi mümkün olmamıştır. Tek sesliliğin sağlanması için karşıt görüşlere yer verilmediği gibi görsel ve yazılı medya araçlarında da sadece devletin resmi ideolojisine yer verilmiştir. Böylece dış dünya ile bağları kesilmiş olan Sovyet halkları statik bir toplum haline gelmiştir. Perestroyka ve Glasnost politikaları ile birlikte, o zamana kadar üzerinde sürekli olarak hissettiği baskı ve korku kaynaklarının azaldığını gören Rus toplumu, ekonomik zorluklara ve yaşam koşullarına büyük tepki göstermiş, parçalanma sürecinin olguları arasında yer almıştır (Onay, 2002: 99).

1985’te Gorbaçov’un göreve gelerek başlattığı değişim Sovyetler Birliği adına çözüm değil sonun bir başka adı olmuş ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sonuçlanmıştır. Gorbaçov’un uyguladığı politikalar Sovyet ekonomisini canlandırmak yerine işleyen parçalarını da bozmuştur. Yaratılacak özgürlük ortamı ile birlikte reform hareketlerine destek verilmesini bekleyen Gorbaçov için beklenen gerçekleşmemiş ve bu süreç, muhalif seslerin ve eleştirilerin ön plana çıktığı dönem olmuştur. Bu bağlamda Sovyet sisteminin yapısını değiştiren yeniden yapılanma ve açıklık politikaları kuşkusuz Sovyetler Birliği’nin sonunu hazırlayan en önemli etkenler olarak ortaya çıkmıştır.

2.1.1. Perestoryka Politikası

Gorbaçov yönetime geldiğinde Sovyetler Birliği’nin ekonomik sorunlarının temelinin çok eskiye dayandığına inanmaktaydı. Gorbaçov üretim ilişkilerinin 1930’lardaki koşullar üzerine inşa edildiğini ve günün koşullarına yanıt veremediğini dile getirmekteydi. İktisadi bunalım,1970’lerden itibaren Sovyetler Birliği’nin kapitalist

(29)

dünya ekonomisinin bir parçası haline gelmesi, kendiliğinden gelişen piyasa ilişkilerinin düzenlenmesi gereği gibi sebepler Gorbaçov’a göre yeniden yapılanmayı (perestroyka) gerekli kılıyordu (Tellal, 2004b: 159). Perestroyka üç ana bölümden oluşmaktaydı. Birincisi glasnost ile ideolojik kontrolü kaldırmak, ikincisi fazlasıyla merkezileşmiş ve yetersiz iktisadi yapılanmayı yeniden yapılandırılmış bir ekonomiyle değiştirecek iktisadi reformu gerçekleştirmek, üçüncüsü ise Sovyet siyasi kurumlarının demokratikleştirilmesini sağlamaktı (Kotz ve Weir, 2012: 104). Perestroyka ile yapılacak iktisadi reformlar arasında ise işletmelerin özerkliğini genişletmek ve farklı mülkiyet biçimlerini teşvik etmek yer almaktaydı. Perestroyka ile planlamanın yerini piyasanın, devlet mülkiyetinin yerini özel mülkiyetin, ulusal büyüme modelinin yerini kapitalist ekonomiyle bütünleşmenin alması amaçlanmaktaydı (Tellal, 2004c:159).

1986-1990 arası uygulanacak beş yıllık plan, hızlandırma sloganını temel almış ve Sovyet ekonomisindeki büyümenin yavaşlamasını tersine çevirmek, yıllık GSMH artış hızını 1980-1985 arası % 2 olan değeri 1985-1990 arasında % 4’e çıkararak ikiye katlamak olmuştur. Hedefe ulaşabilmek amacıyla bu sorunun işçi disiplinini sıkılaştırarak çözülebileceği düşünülmüş ve alkollü olarak işyerinde bulunmanın çalışma disiplininin olmayışının nedeni olarak görülmüştür. Bu amaçla devlet alkol üretimini keskin bir şekilde azaltmıştır (Kotz ve Weir, 2012: 125). 1980’lerde hazırlanan beş yıllık kalkınma planında alkolün iş verimliliğini %20 oranında düşürdüğü bilgisi yer almış ve 1984’ten 1987 yılına gelindiğinde alkol satışları %61 oranında azalmıştır (Akkan, 2006).

1985-1987 yılları arasında uygulanan ekonomik reform hareketleri Sovyetler Birliği’nde istenilen hedeflere ulaşmayı sağlamamıştır. Bu sebeple 1988 yılında “Devlet Girişimi Kanunu” onaylanmış ve Sovyetler Birliği’nin bugüne kadar devam eden yoğun planlı ekonomisinde önemli değişimler hedeflenmiştir. İşletmelere özerklik verilerek bu kapsamda işletmeler, işletme gelirlerini belirlemede özgürleşmiş buna karşılık merkez her işletmeye performansa bağlı bir hedef belirlemiştir. Bu reform ilk başta devlet kontrolünü tamamen ortadan kaldırmasa da birkaç yıl içerisinde devletin ekonomideki ağırlığını zayıflatmıştır. Ayrıca işletmelerin gelirlerini belirlemedeki özgürlüğü ekonomideki dengenin bozulmasına neden olmuştur (Kotz ve Weir, 2012: 127-128).

(30)

Uygulanan reformlar sonucu ortaya çıkan diğer bir tehlike ise bütçe açığı olmuştur. Bu dönemde uygulanan ekonomik ve finansal politikalar sonucu bütçe açığı her geçen yıl artış göstermiştir.

Gorbaçov göreve geldiği ilk yıllarda Sovyet ekonomisi GSMH oranında küçük de olsa % 2,7 oranında artış yakalanmıştır. Perestroykanın ilk uygulamaya konduğu yıllar olan bu dönemde olumlu gidişat görülse de 1987-1989 yılları arasında GSMH oranı 1980-1985 dönemiyle aynı oranda büyümüştür. Bunun sonucunda Gorbaçov’un planladığı GSMH oranını 5 yıllık süre içerisinde ikiye katlama hedefi başarısız olmuş, bu oran 1985-1989 yılları arasında % 2,2’de kalmıştır. Özellikle 1987 yılından itibaren ekonomide girişim yöneticilerine fiyat, maaş ve üretim hedeflerini kendi kendilerine belirlemeleri için özerklik sağlanması ile birlikte merkezi planlamadan gittikçe uzaklaşılmaya başlanmıştır (Riasanovsky ve Steinberg, 2011: 651).

2.1.2. Glasnost Politikası

Gorbaçov’un göreve gelmesiyle başlayan Sovyetler Birliği’ndeki iktisadi değişim, ekonomik tablonun düzelmesi için yeterince fark yaratamamıştır. Bu süreçte özellikle merkeziyetçiliğe karşı yapılan reformlar muhalif grupların tepkisine yol almıştır. Bu tepkilere rağmen Gorbaçov’un Sovyet Sistemine yabancı uygulamaları devam etmiş ve sıradaki politikanın adı Glasnost olmuştur. Glasnost, üç ayrı hedeften oluşmuştur. Bunlardan ilki ifade, basın ve kültürel alanda yapılan özgürlükler olmuş, Sovyetler Birliği’nde yıllarca yasak olan kitaplar yayınlanmaya başlanmıştır. Sovyet Toplumu yıllardan beri ilk kez kendi ülkesi ve dünyadaki gelişmeler hakkında bilgi edinebilme olanağına sahip olmuştur. İkinci bölüm, devlet yapısının modernleştirilmesi üçüncüsü ise parti ve çeşitli iktidar kurumlarının daha açık bir yapıya kavuşturulması olarak belirlenmiştir (Kürkçü, 1998: 1682).

Gorbaçov’un glasnost politikasının birçok alanda özgürlük ve demokratikleşme sağlayacağı kesindi. Ancak yıllardır baskı altında yaşamış toplumun bu demokratikleşme sürecinde nasıl reaksiyonlar vereceği belirsizdi. Özellikle Sovyet liderlerin gücünü bir bakıma bu baskı ve otoriter mekanizmadan aldığını düşünürsek bu sürecin Gorbaçov için iyi yanları olacağı gibi onu zor duruma düşürebilecek gelişmelerde yaşanabilirdi.

(31)

İster Gorbaçov’un inisiyatifiyle olsun isterse yönetimin bu doğrultuda hareket etmekten başka çaresi kalmadığı dile getirilsin, tüm koşulları değerlendirdiğimizde Gorbaçov’un neden sonucunu kestiremeyeceği bir yola girdiğini sorgularsak bazı nedenlere ulaşabiliriz. İlkin sosyalizm ve demokrasinin birbiriyle uyuşmaz olduğu düşüncesinin ötesinde, Gorbaçov ve onun çevresindekiler sosyalizmin demokratikleşme ile tam potansiyeline erişeceğine inanmaktadır. Gorbaçov başarılı bir sosyalist gelişmenin ancak üretimde, bilimde, teknolojide ve kültürde sürekli gelişmenin sağlanması ile gerçekleşebileceğini, göreve geldiğinden beri dile getirmektedir. İkincisi ise daha pragmatik bir neden olarak Gorbaçov’un uyguladığı iktisadi ve sosyal politikalar sonucu perestroykanın ilerlemesine karşı bürokrasiden yoğun tepkiler almaya başladığı dönemde bu süreci demokratikleşme ile aşabileceğine inanmasıdır. Perestroykanın halkın çıkarına olduğunu ve bu amaçla perestroyka muhaliflerinin karşısına halkı çıkararak kendisine desteği halktan almayı böylece çoğunluğu oluşturmayı düşünüyordu. Üçüncü neden ise Gorbaçov ve çevresinin sonradan farkına vardığı avantajlarıyla demokrasiyi nihai hedef olarak değerlendirmesiydi. Gorbaçov ve yönetimi, demokratikleşmeyi sosyalizmin inşası kadar önemli bir hedef olarak görmüşlerdir (Kotz ve Weir, 2012: 151-152). Tüm bu nedenler eşliğinde glasnost politikası uygulanmaya başlanmış ve Sovyetler Birliği’nin çöküş sürecinde yaşanan son siyasi ve ekonomik olaylara vesile olmuştur.

Zülfü Livaneli’nin “Devrim Üstüne Konuşmalar” adlı eserinde Gorbaçov ile yapılan röportajda Gorbaçov, bugüne kadar Sovyetler Birliği’nde diktatörlükle empoze edilen modelin başarısız olduğunu ve bu modelin ütopik, demokrasiyi ihlal eden ve baskıyla sorunları çözmeyi benimseyen bir model olduğunu dile getirmiştir. Bu modelin toplumu ağalık sistemi ile yönetir hale getirdiğini ve bunun sosyalizm değil ancak devlet kapitalizmi olarak adlandırılabileceğini söylemiştir. Kendi dönemiyle birlikte insanların özgürlüğe kavuştuğunu; çarlık dönemi, feodalizm ve yetmiş yıllık totaliter komünizm dönemi aşılarak insanların sorunlarını özgür koşullarda çözme imkânına kavuştuklarını vurgulamıştır (Livaneli, 2003: 27-28).

980’lerin ikinci yarısından itibaren uygulanan perestroyka ve glasnost politikaları komünist ideolojiye körü körüne bağlılığın sorgulanmasına neden olmuştur. Glasnostun getirdiği özgürlükler, milliyetçi düşüncenin güçlenmesinde önemli rol oynamıştır. 1975’te başlayan Helsinki süreci ve onun getirdiği kazanımlar da

(32)

milliyetlerin kendilerini ifade etmeleri için uygun bir ortam yaratmıştır. 1980’lerin sonuna gelindiğinde ise Sovyetler Birliği içerisinde Rus ulusunun diğer ulusları ezen ulus olduğu düşüncesi etkin olmuş ve bu düşünce ayrılıkçı milliyetçi akımların beslendiği temel kaynak olmuştur (Tellal, 2004d: 160). Gorbaçov’un yeni radikal politikaları öncelikle milliyetçilik düşüncesini Baltık coğrafyasında etkili kılmış, ülke içindeki diğer milletler tarafından ise devamı getirilerek ülkeye yayılmıştır. 1988 ve 1989 yıllarında Sovyetler Birliği’nin batı sınırında oluşan toplumsal hareketler ve ülke içinde Gorbaçov’a karşı gelişen siyasi tablo, Gorbaçov’un gücü kaybetmesine neden olmuştur. Her ne kadar 1990 yılında Sovyetler Birliği’nden ayrılmayı güçleştiren ve ayrılmak isteyen ülkelerin öncelikle referandum yapmasını öngören yasayı kabul etmesine rağmen, ayrılmak isteyenlere karşı kuvvet kullanılmayacağının anlaşılması ile çözülme hızlanmıştır (Demir, 1998: 100).

Sonuç itibariyle Gorbaçov’un politikalarının bir sonucu olarak Sovyet kurumlarının demokratikleştirilmesi, kişisel olarak kendisinin piyasadan silinmesine ve onun projelerinin yenilgiyle sonuçlanarak koltuğunu Boris Yeltsin’e kaptırmasına neden olmuştur.

2.2. YELTSİN DÖNEMİNDE SİYASİ SÜREÇ

2.2.1. Yeltsin Dönemi Dış Politikası ve Amaçları ve Dış Politikayı Şekillendiren İç Gelişmeler

Parçalanma sonrası Rusya’sında dış politika hususunda iki farklı görüş bulunmaktadır. İlki olan “Atlantikçi Görüş”e göre Batı ile bütünleşilmeli ve politik ve ekonomik reformlara devam edilmelidir. İkinci “Avrasyacı Görüş”e sahip olanlar ise Çar Petro zamanında yapılanlarla başlamak üzere geleneksel Slav değerlerine geri dönüşü savunmaktadırlar. Yeltsin dönemi Rus dış siyaseti 1991-1993 dönemi ve 1993 sonrası olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Yeltsin’in iktidara geldiğinde nihai amaçları Sanayileşmiş 7’ler Grubu’na (G7) üye olmak, BM, AGİK, IMF gibi örgütlerde ağırlığa sahip olup alınan kararlarda rol oynamak ve NATO’ya üye olmaktı. Yeltsin’in temel amacı ülkedeki ayrışmaya son vermek, Batı’nın desteği ile Rus toplumunu, Batı modeli ekonomik, siyasal ve kültürel politikalarla geliştirmekti. 1988 yılında kurulan Demokratik Rusya Hareketi (DRH)’nin hedefi, komün yönetimini Rusya toprakları

(33)

dışına çıkartmaktı. Bu hareketin diğer önemli hedefi, eski Sovyetler Birliği ülkeleri ile ekonomik ve siyasi ilişkiler kurarak, yeni kurulan ülkelerin bağımsızlık hakkına saygı duymaktı (Onay, 2003: 121-122).

Yeltsin ile Cumhurbaşkanı Yardımcısı Rutskoy ve Yüksek Kurul Başkanı Hasbulatov arasındaki siyasi çekişmeler, Yeltsin’in, 21 Eylül 1993’te 1400 numaralı anayasa değişikliği maddesini imzalaması sonucunu doğurmuştur. Anayasa mahkemesi toplanarak, Yeltsin’in geçirdiği yasanın anayasaya aykırı olduğunu ilan etmiştir. Yüksek Kurul cumhurbaşkanına güven oylaması düzenlemiş, 127 oyla Yeltsin güvenoyu alamamış, cumhurbaşkanı olarak Rutskoy seçilmiştir. Yeltsin parlamento binasını kuşatma altına aldırmış, 4 Ekim 1993’te de tanklara, parlamento binasına top atışı talimatı vermiştir. Seçimde Gaydar’ın başında olduğu Rusya Tercihi Bloğu ve Jirinovski’nin başkanı olduğu Liberal Demokrat Parti Duma’da çoğunluğu sağlamışlardır. Bu seçimlerle beraber bir referandum da yapılmış ve yeni anayasa kabul edilmiştir. Yeni anayasada “Rusya, cumhurbaşkanı ile yönetilen bir cumhuriyettir” maddesi de kabul edilmiştir. Bu kanunla cumhurbaşkanına çok büyük yetkiler verilmiştir. Cumhurbaşkanı sadece devlet politikalarını belirlemekle kalmıyor, Hükümet Başkanını atama hakkını da elinde bulundurmaktaydı. Ülkenin iç ve dış politikasını şekillendirme hakkına sahip olan cumhurbaşkanı, gerekli gördüğü takdirde, Duma’yı feshetme ve ülkeyi seçimlere götürme yetkilerini de elinde bulunduruyordu (Hekimoğlu, 2007: 67-68).

1993 sonrası dönemde Rusya, ABD’nin Haiti müdahalesine ses çıkarmayınca, Washington da, Rusya’nın “Yakın Çevre” olarak tabir ettiği eski Sovyetler Birliği coğrafyasındaki dolaylı ve dolaysız müdahalelere göz yummuştur. Vitali Portnikov, 1 Aralık 1994 tarihli Nazavisimaya Gazeta’da yayınlanan raporunda, “1991-1993 arası dönemde Yeltsin, Batı’nın desteğini ve güvenini sağlamak amacıyla Batı’yı memnun edecek politikalar içinde, gerçek niyeti olan eski Sovyet cumhuriyetlerini ve Doğu Avrupa’yı nüfuz alanı içine sokma çabalarını gizlemiş, ancak bu dönemden sonra bu bölgeleri kademeli olarak nüfuz alanına sokmaya başlamıştır” tespitini yapmaktadır (Onay, 2003: 129-131).

Yeltsin döneminin diğer bir önemli gelişmesi, 25 Kasım 1994’te başlayan 1. Çeçen Savaşı’dır. 1992 yılında, Cavhar Dudayev, Çeçenistan’ın bağımsızlığını

(34)

kazandığını, kendisinin Cumhurbaşkanı olduğunu ilan etmesiyle birlikte Yeltsin, orduyu Çeçenistan’a yollamıştır. Çeçenlerin gösterdiği direniş sayesinde Rus ordusu, başarılı olamamış ve Yeltsin, Çeçenler ile anlaşma yoluna gitmiştir. Bu durum Rusya’da Yeltsin’in popülaritesini giderek azaltmıştır. Yeltsin, yönetimde olduğu dönemde 2 farklı yöntem kullanmıştır. İlk olarak devlet başkanlığından sonra gelen makam olan başbakanlığı, halefleri için kullandırmıştır. İkinci olarak, adaylarına kaynak olarak, güvenlik kuruluşlarına artan bir güven duyması burada ifade edilmelidir. Yeltsin, 1998-1999 yılları arasında dört başbakan tayin etmiştir (Çernomirdin, Kiriyenko, Primakov ve Stepaşin). Yeltsin’in halefini tayin etmekteki ısrarının arkasında çok pratik bir neden yatmaktaydı. Bu neden Rusya’nın gelecekteki müstakbel Başkanı’nın, Duma’nın baskısıyla, ayrıcalıklarını ve de dokunulmazlığını almasının önüne geçmek idi. Yeltsin, Putin’e bu özellikleri taşıdığını düşündüğü için güvendi. Yeltsin’in 31 Aralık 1999’daki sürpriz istifasından bir gün önce, Başkan vekili olarak Putin, Yeltsin ve “aile”sine, haklarındaki herhangi bir suçlamaya karşı dokunulmazlık sağlayan bir Başkanlık kararnamesini imzalamıştır (Hekimoğlu, 2007: 69-74).

Yeltsin, serbest piyasa ekonomisi temeline çok fazla güvenmekteydi. Bu sistemin sorunsuz şekilde devam etmekte olduğunu düşünürken, Güney Asya merkezli ülkelerde başlayan ekonomik krizler, kur politikalarını yeni oluşturulmakta olan Rus ekonomisi çökertmiştir. Yeltsin, bu süreçte çareyi başbakanları değiştirmekte bulmuş ancak bu da çözüm olmamıştır. Görev süresi devam etmesine rağmen, 31 Aralık 1999 tarihinde yetkilerini devretmiş ve istifa etmiştir (Onay, 2003:136).

2.2.2. Dünyada Yaşanan Siyasi Değişim ve Rusya Federasyonu

1993 sonrasında Yeltsin yönetiminde, 19 yüzyıl Çarlık Rusya’sını çağrıştıran, sömürgecilik ve yayılmacılık heveslerinin hortladığı, irredantizm ile sonuçlanabilecek eğilimler gözlenmiştir. Henüz 1945’te Batı’da oluşturulmaya çalışılan “Novus Orbis Terranum” olarak isimlendirilen “Yeni Dünya Düzeni” kavramı bu dönemde bizzat ABD Başkanı George Bush tarafından ortaya atılmıştır. ABD’ye atfedilen tek kutuplu dünya tezinin aksine, Akarslan’a göre dünya, Avrupa Topluluğu (AT), ekonomik gelişmesini hızla devam ettiren Çin, Hindistan ve Japonya’nın siyasi ağırlıklarını arttırmalarıyla 2000’li yıllara beş kutuplu girmiştir. Yine bu dönemde ABD’nin tek kutuplu askeri önderliğinden oluşacak, altı ülkenin oluşturduğu bir çok kutupluluk

(35)

durumundan söz edilmektedir ki; bu ülkeler Çin, Rusya, Fransa, Almanya, Japonya ve İngiltere’dir. ABD’nin yaşamakta olduğu ekonomik sorunlar sebebiyle de askeri üstünlüğünü koruyamayacağı tahmini de yapılmıştır. Ekonomik olarak ABD’nin güç kaybının, IMF’ye göre, dünya ekonomisine yönelik büyük bir tehdit algılamasına sebebiyet verme olasılığı acı bir gerçek olarak ortaya çıkmıştır. Ayrıca Avrupa perspektifinden bakıldığında, birleşen bir Almanya’nın, Avrupa Topluluğu içinde bir yer bulması; nitekim 1992’de “Avrupa Para Sistemi”nde ortaya çıkan para krizindeki pozitif rolü açısından yerinin sağlamlaştırılması, Avrupa ve dünya dengeleri açısından oldukça önemli olmuştur. Bu yeni ekonomik dünya düzeninde, pazarların karşılıklı bağımlılığı neticesinde buna, “küresel pazarların oluşumu” tabiri uygun görülmüştür. Önceden uluslararası ilişkilerin odak noktası olarak Kıta Avrupa’sı kabul edilmekteyken, 1990’lar sonrasında dünyanın üç ayrı bölgesi iktisadi merkezler olarak kabul görmüştür. Bunlar; Çin ve Japonya’yı barındıran Pasifik Bölgesi, Rusya ve Türkiye’nin bulunduğu Avrupa Bölgesi ve son olarak da ABD’dir (Akarslan, 1991: 128-129).

2.2.3. Rusya Federasyonu 1990’lı Yıllar Dış Politika Analizi

1990’lı yıllarda ABD’nin dış politika inisiyatiflerinde yoğun rekabet içinde bulunduğu, AT, Japonya ve Çin’e yönelik uygulamalar önceliğe haizdir; kaldı ki Rusya da bundan yararlanmaya çalışmıştır. Rusya, Rus kamuoyunun dikkatini, içerideki zorlukların halka hissettirilmemesi amacıyla, dışarıya çekme politikası uygulamıştır. Yeltsin dönemi dış politikasında, Yeltsin’i eski Sovyet statükocularına karşı koruyan ordu oldukça büyük bir ağırlığa sahiptir; ki bu da Çarlık Dönemi’ndeki gibi yayılmacı ve emperyal bir politika yürütüldüğü anlamına gelmektedir. Moskova Sovyetler Birliği’nin parçalanması ile bağımsızlıklarına kavuşan ülkeleri yakın çevre (near abroad) olarak tanımlamıştır; ve bu ülkelerin NATO’ya girmelerinin kendi güvenliğini tehdit edeceğinin dillendirerek tüm bu sürece karşı çıkmıştır. Ayrıca yine bu dönemde “19. Yüzyıl din faktörü”nü yeniden canlandırarak bir “Ortodoks İttifakı ve Panslavist Cephe” kurmaya gayret edilmiştir (Akarslan, 1991: 138-142).

(36)

2.2.4. Dış Politika Uygulamaları ve Yakın Çevre Politikası

Dış politikayı belirleyen alanlar “iç siyasal ortam”, “karar merkezi” ve “devlet dışı çevre” olarak ifade edilebilir. İç siyasal ortam, devletin örgütleniş biçimi, devlet ve hükümet ideolojisi, sivil toplum örgütleri, medya ve seçmen kitlesinden oluşur. Karar merkezi ise devlet adına dış politik kararlar alan kadrolardır. Devlet dışı çevre ise devletin dış politikasına yönelik gelişen tüm dış etkilerden oluşur, ki bunlar, devletler, çokuluslu şirketler ve uluslararası örgütlerdir. Uluslararası örgütler de kendi aralarında “üst düzeyde siyaset yapanlar” ve “alt düzeyde siyaset yapanlar” olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Üst düzeyde siyaset yapan örgütlere örnek vermek gerekirse Birleşmiş Milletler (BM), NATO, alt düzeydekilere örmek vermek gerekirse, Avrupa Konseyi, ekonomi alanında IMF (Uluslararası Para Fonu), teknik konularda Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO), sosyal ve kültürel konularda BM Bilim Eğitim ve Kültür Örgütü (UNESCO) sayılabilir (Akarslan, 1991: 141-145).

Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanlığı’nın çıkardığı “Diplomatik Bülten”in Ocak 1993 tarihli sayısında yayınlanan “Rusya Federasyonu’nda Dış Politika Kavramı Belgesi”nde belirtilen ifadeler şu şekildedir:

1) “Yakın Çevre”deki ülkelerin, ekonomi ve güvenlik açılarından Rusya Federasyonu ile bütünleşmelerinin sağlanması ve bunun hukuk ve kurumsal bir tabana oturtulması hayati öneme haizdir. Rusya Federasyonu’nda bulunan özerk cumhuriyetlerden Tataristan, Çeçen–İnguş ve Başkurt’ların bağımsızlıklarını ilan etmeleri ve Rusya’nın bunu tanımamasından doğan sorunlar, Kafkasya’daki Ahıska Türkleri’nin Türkiye’ye yerleşmek istemelerine Moskova’nın sempatiyle bakmamasından doğan huzursuzluklar, Rusya ile Ukrayna arasındaki Karadeniz donanmasının paylaşımı konusunda ciddi anlaşmazlıklar, Moldovya’da 14. Rus Ordusu’nun etkin bir rol oynaması ilk planda çözülmelidirler (Akarslan, 1991:146).

2) Rusya Federasyonu’na göre, bazı komşu ülkeler, eski Sovyet Cumhuriyetlerinde nüfuzlarını güçlendirme çabası içindedirler ki Rusya güvenliğini ve ekonomik çıkarlarını tehdit eden bu tür girişimlere karşı koymaya kararlıdır. Yine Rusya, Türkiye’nin Balkanlarda, Kafkasya ve Orta Asya’da etkin olmasını önlemeye çalışmaktadır. Bu bölgelerin Ankara ile yakınlaşmasını istememektedir (Akarslan, 1991: 147).

(37)

3) Rusya Federasyonu tarafından yakın çevredeki ülkelerin diğer devletlerle ilişkilerini geliştirmeleri hususunda, ekonomik kalkınmalarına yardımcı olunabilir. Söz konusu ilişkiler, Rusya’nın da çıkarlarına uygun düşüyorsa desteklenir, aksi takdirde politik ve diplomatik yollarla engellenir (Akarslan, 1991: 148).

4) ‘Yakın Çevre’nin güvenlik ve istikrarından sorumlu olan ve bu bölgeye müdahale hakkı bulunan yegane devlet Rusya’dır. Esasen dünyanın ileri gelen demokrasileri de eski Sovyetler Birliği topraklarının oluşturduğu jeopolitik alanlarda istikrarın korunmasına önem vermekte ve Rusya’nın bu politikasını desteklemektedirler (Akarslan, 1991:148).

5) Rusya’nın “Near Abroad” diye adlandırılmakta olan dış politika ilkelerinin temel hedefleri Rusya’daki kötü gidişi durdurmaktır. Bu şartlar altında, dış politika hedeflerinin ana unsurları, yukarıda izah edilen hususlar olan Rusya Federasyonu elinde bulunan tüm kozları kullanacaktır. Bu kozlar da, Batı’nın Rusya’ya yardım isteği, uyanan Rus milliyetçiliği, Rus Ortodoks Kilisesi’dir ki, bu aşamada Rusya Avrupa’ya karşı İslam fundamentalizmini de çok kullanacaktır (Akarslan, 1991: 149).

2.2.5. ABD ile İlişkiler

Yeltsin yönetimindeki Rusya, 1991-1993 döneminde, demokrasiyi tek hedef olarak belirlemiş, ABD ve Batılı devletleri dost ve müttefik olarak kabul etmiş, tam anlamıyla ABD’nin “küçük ortak”ı pozisyonunu benimsemiştir. Demokrasiye ve Pazar ekonomisine yönelen Rusya, ABD’den destek beklentisindeyken, bu süper güç, Rusya’nın dahil olacağı ortak Avrupa vizyonundan çark etmiş ve NATO’nun Doğu’ya genişlemesi hamlesini başlatmıştır. ABD, Rusya’nın geleneksel dostu Yugoslavya’ya baskıyı arttırmış; Rusya için Amerikalı uzmanlar tarafından hazırlanan “şok terapi” modelindeki ekonomik program da beklenen pozitif etkiyi gerçekleştirememiştir. Rusya Federasyonu ekonomik reformlardaki başarısızlığın akabinde, 1993 sonrası dönemde, Rus yönetimi ve halkının yaşadığı hayal kırıklıkları neticesinde, Batı yönlü politika ABD ekseninden, AB öncelikli duruma doğru evrilmiştir. ABD’nin, Rusya’ya yönelik yaptığı ekonomik planlama hatası, eski Sovyet Cumhuriyetine yapılan yardımda belirmiştir. 1992 yılındaki, IMF’nin Rusya Federasyonu’na 29 milyar dolar, diğer cumhuriyetlere 20 milyar dolar yardım tasarısını, ABD, 1993 Temmuz’undaki G-7 toplantısında, Rusya Federasyonu’na 28 milyar dolar, diğerlerine ise yardımdan muaf

(38)

tutma şeklinde revize etmesi ABD’nin ekonomik politikasındaki hatası olmuştur. ABD yönetiminin siyasi hatası olarak da, Rusya’da komünist ve milliyetçi muhalefetin güçlenmesini önlemek adına, Yeltsin’e tam destek verilmesi ve Rusya Federasyonunun eski Sovyetler Birliği topraklarındaki etkinliğinin kabulü ifade edilebilir. 1940 yılındaki bir ankette Rusya halkının % 32’si ABD’yi örnek ülke olarak görmekteyken, bu oran, 1991’de % 25’e, 1993’te % 13’e düşmüştür. ABD’nin, NATO’nun Yugoslavya’nın bombalanması kararındaki etkin rolü, Rusya Federasyonu-ABD ilişkilerine darbe vuran çok önemli bir etken olmuştur. Yugoslavya’nın bombalanması, Rus halkındaki ABD’ye olumlu bakışın % 57 den % 14’e düşmesine sebep olmuştur. Bombalanmadan önce ABD’yi düşman kabul edenler % 28 iken, bu olaydan sonra bu oran %72’ye tırmanmıştır (Hekimoğlu, 2007: 227-229).

Clinton yönetiminin, eski Sovyetler Birliği hinterlandındaki bölgelere yaptığı çok uluslu ekonomik yardımlar oldukça etkili olmuştur. Bu dönem Rusya politikalarının mimarı Strobe Talbott, Amerikan Kongresi’nde yaptığı konuşmada: “Bill Clinton açıkça belirtmiştir ki, yeni bağımsızlıklarına kavuşan devletlerin sürdürdüğü reform çabalarını desteklemek bu yönetimin dış politikasının birinci önceliğidir” demiştir. Reformlara sınırsız destek verilirken, eski Sovyetler Birliği coğrafyasındaki nükleer silahların ABD’ye karşı konvansiyonel silahlar olarak kullanılmasını engellemede başarısız olunmuştur. Bunun arkasında, ABD’nin Rusya’ya, 2. Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi 1990’larda da, tarihi, kültürel, demografik ve ticari bağlarla bağlı olmaması yatar. ABD’nin Rusya ile münasebetleri, 2. Dünya Savaşı sonrasında sadece ve sadece ABD’nin menfaatleri olan coğrafyalarda, Sovyetler Birliği’nin sebep olduğu konvansiyonel tehditler temelinde şekillenmiş olup, tamamen güvenlik algılamasının sebep olduğu adımlardan müteşekkil idi. ABD’nin Rusya’daki Yeltsin dönemi direkt ticari yatırımları Güneydoğu Asya ulusları kuruluşlarına olanın kırkta biri seviyesindeydi. 1991 yılında Rusya’nın İran’la üç adet kilo-sınıfı saldırı denizaltısı satılması anlaşması, Çin ile canlandırılmaya çalışılan askeri ilişkiler ve 1993 yılında Hindistan’a “cryogenic” roket motorları satılması, ABD ile Rusya arasındaki uzlaşmazlığı tırmandırmaktaydı. Bunun akabinde aylar süren üst seviyedeki görüşmeler, bu tarz askeri anlaşmaların gelecekte Rusya tarafından yapılmayacağı temelinde fikir birliği ile ve gelecekte yapılacak insanlı uzay keşiflerinde işbirliği anlaşmalarıyla sona erdi. ABD’nin bu dönem bölgeye yönelik dış politikalarına bakıldığında iki saptama

Şekil

Tablo  3.2:  1999-2009  Yılları  Arası  Rusya  Federasyonu’nun  Günlük  Petrol  Üretimi  (Günlük Varil Sayısı x 1000)  1999  2000  2001  2002  2003  2004  2005  2006  2007  2008  2009   2008-2009  Arası  Değişim  2009  Yılındaki Toplam Payı  ABD  7731  773
Tablo 3.3: Avrupa Ülkelerinin Rus Gazına Bağımlılıkları (2016)

Referanslar

Benzer Belgeler

Günümüzde, geçiş borularının geometrik tasarımı için iki yöntem uygulanmaktadır. Birincisinde farklı iki kesit arasında lineer bir alan değişimi, ikincisinde ise iki

—Türkmenistan-Türkiye-Avrupa Doğal Gaz Boru Hattı Projesi ile Türkmenistan’ın güneyindeki sahalarda üretilen doğal gazın Hazar geçişli bir boru hattı ile

—2007 yılından itibaren faaliyeti arttırılan Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı, 2010 yılı verilerine göre en fazla miktarda petrol taşıması gerçekleştirilen

çal ık-Eni ortaklığından yapılan açıklamada, Türkiye'nin jeostratejik konumunu stratejik avantaja dönüştürmede ve uluslararası enerji sektöründeki konumunu

Çin, Rusya iki devlet arasında enerji alanındaki yatırımlar, diğer Çin ile işbirliği içinde olan Avustralya gibi ülkeler arasındaki yatırımlarla karşılaştırıldığında,

Yüksek çalışma basıncının yüksek performans elde etmeye yardımcı olduğu ancak özellikle mühendislik uygulamalarında yüksek basınçlı operasyon seçerken

Yerel kaynaklardan üretimin azalmasına bağlı olarak AB’nin, dışa bağımlılığı orta ve uzun vadede artacak olup çeşitlendirme ve esneklik arayışı daha önemli

Rusya’nın enerji kaynaklarını dış politika stratejisinde önemli bir etken olarak görmesi özellikle Ukrayna ile yaşanan sorunlarda gün ışığına çıkmıştır.