• Sonuç bulunamadı

Rusya Federasyonu’nun Enerji Güvenliği

3.4. ENERJİDE RUS HAKİMİYETİ VE ENERJİ GÜVENLİĞİ

3.4.3. Rusya Federasyonu’nun Enerji Güvenliği

Sanayi devriminden itibaren enerji kaynaklarına sahip olmak, nakil hatlarını elde tutmak ve denetim altında bulundurmak ulusların temel amaçları arasında olmuştur. ABD, İngiltere ve Almanya başta olmak üzere birçok batılı ülke, sanayi üretimi için vazgeçilmez bir girdi olan enerji üzerinde yoğun çalışmalar yapmışlardır. Önemli olan sadece enerji kaynaklarının varlığı değil, bunun yanında enerjinin temiz, kesintisiz, güvenilir ve çeşitli olması bu hususta aranılan ölçütler olmuşlardır.

Örneğin kömürün en önemli enerji kaynağı ve kömür kaynaklarına sahip olan ülkelerin dünya üzerinde hegomanik güç olduğu çağ, petrolün bulunması ve kömüre nispeten daha temiz ve verimli olması sebebiyle kapanmış, artık savaşların petrol uğruna yapıldığı devir başlamıştır. Savaş söz konusu olduğu zaman ise, akla enerjinin güvenliği konusu ister istemez gelmektedir. Enerji güvenliğinin tanımı üzerinde uzlaşma söz konusu değildir. En basit anlamı ile enerji güvenliği ekonominin ihtiyacı olan enerji hizmetlerinin devamlı olarak bulunabilmesi diye tanımlanabilir. Bu hizmetlerin arzında yaşanabilecek kesinti risklerine karşı önlemler alınması gerekir.

Enerji güvenliğine sadece fiziki güvenlik açısından bakacak olursak meseleye dar bakmış oluruz. Örneğin Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı (BTC), Azerbaycan’dan başlayıp, Gürcistan üzerinden Türkiye’ye ulaşmakta, oradan da Akdeniz üzerinden doğalgaz ithal eden ülkelere gitmektedir. Güvenlik konusu Azerbaycan’daki kaynaktan, Türkiye’ye ulaşana kadar bir süreçtir ve her aşaması güvenlikle alakalıdır. Bu kapsamda fiziki güvenlik olduğu kadar kaynak güvenliği, enerji hattı güvenliği, kesintisiz akış, kesintisiz arz ve talep, hepsi güvenliğin ve enerji güvenirliliğinin biraz parçasıdır. Dolayısıyla, güvenirlik deyince tüm bu süreci bütünsel olarak görmek gerekir (Büyükanıt, 2010:5).

Rusya tarafından enerji güvenliği;

 Yakıt ve enerji kaynaklarının hem dış hem de iç piyasaya ulaştırma ve fiyat bakımından kabul edilebilir bir nitelikte olması

 Enerji kullanımında verimsizliğin, yani özellikle üretim amaçlı gereksiz yere israfın önlenmesi yani enerji kullanımı sahasında verimliliğin arttırılması

 Her türlü sosyo-ekonomik, sosyo-politik, teknolojik ve doğal krize karşı yakıt ve enerji sektörünün sarsılmazlığı ya da özellikle olumsuz etkilerin en aza indirilmesiyle ilgili önlemler bütünü olarak ele alınmaktadır.

Bütün bu yazılanlar çerçevesinde görmekteyiz ki Rusya Federasyonu sahip olduğu Yer altı zenginliklerini dış pazarlara ihracında bir takım önlemler almak zorundadır. Bulunduğu coğrafya itibariyle kırılgan ve her an her türlü gelişmeye açık olan Rusya Federasyonu, belirleyeceği politikaları enerji ekseninde almak mecburiyetindedir. Pazarladığı milyonlarca m3 doğalgaz ve petrolü gerek tankerlerle gerekse boru hatları vasıtasıyla nakil etmektedir. Bunu gerçekleştirirken, tanker veya boru hatlarının hangi ülkenin topraklarından veya karasularından geçeceği konusu, enerji güvenliği bağlamında Rusya’nın enerji arz politikasının temellerini oluşturmaktadır.

Uzun vadede baktığımız zaman enerji alanında Rusya Federasyonu’nun önemli stratejiler geliştirdiğini görmekteyiz. Hem milli çıkarlarını korumakta hem de Uluslar arası boyutta insanların yakıt ve enerjiye ulaşabilmeleri konusunda güvenirliliği arttırmak için bilimsel ve teknolojik araştırmalar temelinde bir dizi önlem almaktadır.

Rusya, enerji alanında karşılaştığı birçok soruna bakmaksızın dünya çapında güvenilir bir ülke pozisyonunu pekiştirmeye devam etmektedir (Devletov, 2010: 46).

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Putin’in devlet başkanı sıfatıyla iktidarda bulunduğu ilk 8 yıllık süreç, yani Mart 2000-Mart 2008 yılları arası Türk-Rus ilişkileri tarihinin zirve noktası kabul edilmektedir. Bu ilişkiler Türkiye’nin tüm isteklerini karşılayacak bir çizgide sürmese de iki ülke arasındaki diyalog, işbirliği, yakın temas, karşılıklı görüşmeler ve anlaşmalar açısından daha önce benzeri görülmemiş ılımlı bir boyutta ve ortamda seyretmiştir. Bu her şeyden önce, Türkiye’nin yakın komşu sıfatıyla Rusya’ya verdiği siyasi değerin yanı sıra, Putin dönemi Rusya dış politikasında Türkiye’ye biçilen “ayrıcalıklı” konumdan ireli gelmektedir. Putin, bu anlamda Sovyetler Birliği Genel Sekreteri L. İ. Brejnev’in izlediği Türkiye siyasetinin devamcısı ve hatta onu geliştiren bir kişilik olarak değerlendirilebilir. Putin dönemi Rus dış siyaseti “Rusya karşıtı devletlerarasındaki çatışmaları derinleştirmek” üzerine kurulduğundan, Sovyetler Birliği gibi dünyada olmasa da kendi siyasi çevresinde Rusya’nın “büyüklüğü”nün inşasından ibaret olduğu için Türkiye Moskova yönetimi açısından göz ardı edilmeyecek bir ülke konumundadır. Bunu, Rusya’nın mevcut etnik, kültürel, sosyal ve dini yapısı da zorunlu kılmaktadır.

Ancak Putin dönemi Rusya’nın Türkiye politikası iki ülkenin bulunduğu coğrafi, stratejik, tarihsel ve kültürel konumlarının ölçeğinde sürdürülmemiştir. Söz konusu bu etkenler iki ülke ilişkilerinde belki de ikincil ve hatta daha geri planda kalmıştır. Birincil konumu ise Türk-Rus ticari ilişkilerinin yanı sıra dünya siyasetinin büyük aktörleri konumunda olan ABD, AB ve Çin’in siyasi bakışları, BM ve NATO gibi çokuluslu kuruluşların öncelikleri, Balkanlar ve Ortadoğu gibi dünya siyasetinin hassas ve sorunlu bölgelerinde cereyan eden olaylar işgal etmiştir. Türk-Rus ilişkilerinde hayati önem taşıyan Güney Kafkasya ve Orta Asya dahi söz konusu bu siyasi güçlerin ve kuruluşların gözetimi dışında cereyan etmemiştir.

Sovyetler Birliği döneminde Türk-Rus ilişkileri iki kutuplu dünyanın oluşturduğu koşullara uygun ideolojik eksende devam ederken, Sovyet sonrası özellikle de Putin döneminde idealist söylemler arka plana geçmiş, stratejik, siyasi, ekonomik kaygılar belirleyici olmaya başlamıştır. Putin dönemi Rus siyaseti “dünyaya Rusya’nın önemini kavratmak için enerji kaynaklarından baskı unsuru olarak yararlanmak” üzerine inşa edildiğinden, Türk-Rus ilişkileri de ekonomi zorunluluklar tarafından ayar verilen münasebete dönüşmüştür. Tüm bu belirtilen hususları göz önüne alırsak Putin dönemi Türk-Rus ilişkilerinin üç boyutlu olduğu anlaşılacaktır. Her boyutun hem kendi içinde,

hem de birbirleriyle çatışma halinde olduğu göz önüne alınırsa Rus-Türk ilişkilerinin gelişiminin zirvesinde olduğu bir dönemde sorunların da odağında olduğu ortaya çıkacaktır. Bu boyutlar aşağıdakilerdir:

1. Bölgesel etki ve çatışma alanları. Bunlar yakın ve uzak olmak üzere iki kısma ayrılabilirler. Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya yakın bölgesel etki ve çatışma alanlarını oluştururken; etki dairesi aynı ölçüde olan, ancak Sovyetler Birliği döneminde olduğu gibi Rus-Türk ilişkilerindeki birincilik konumu biraz düşürülmüş Yakın ve Ortadoğu ikinci etki ve çatışma alanını oluşturmaktadır.

2. Dış aktörler. Türk-Rus ilişkileri 1935 yılından beri üçüncü güçlerce direk olmasa da dolaylı yoldan belirlenmektedir. Bu faktörler Rusya ile Türkiye’nin etki ve çatışma alanında varlık savaşımı veren güçler olduğunda iki ülke ilişkilerinde de baş aktörler konumundadırlar. Bu güçleri de ülkesel ve örgütsel olarak ikiye ayırmak mümkündür. Ülkesel güçleri ABD, AB; örgütsel güçleri ise NATO, AGİT, Şanghay İşbirliği Örgütü teşkil etmektedir.

3. Ekonomi. İki ülke arasındaki ilişkilerin üçüncü, belki de birinci ayağını teşkil eden ekonomik ilişkiler de temelde kaynakların ele geçirilmesi ve paylaşımı gibi içinde bir sürü zıtlıkları, etkileri ve çatışmaları barındıran alandan geçmektedir. Bu anlamda Güney Kafkas ve Orta Asya petrolleri ve doğalgazı ilk hedef teşkil etse de, Karadeniz bölgesinin dünya ekonomisindeki yeri, henüz işlenmemiş ve olası doğal yeraltı zenginlikleri ve ticari ulaşımı belirleyici konumundadır.

4.1. PUTİN’İN SOVYET MİRASINI DEVRALMASI

Vlademir Vlademiroviç Putin 7 Ekim 1952 yılında Leningrad’da tasfiyeci Vlademir Spiridonoviç Putin ve eşi Maria İvanova’nın oğlu olarak doğdu. Bir iddiaya göre, aile Ordodoks Hıristiyanlığı içinde radikal bir mezhep olan Malakan inançlı bir gelenekten gelmektedir. Ama bu iddia tam olarak doğrulanmamıştır. Babası Leningrad’ın savunmasında yer almıştır. 1960 yılında eğitime başlamış, 70’lerde ise Leningrad Üniversitesi Hukuk okumuştur. Zekâdan daha ziyade pratikliği, insani ilişkilerdeki başarısı ve girişimci olmasıyla seçilen Putin, muhtemelen üniversite yıllarında KGB görevlilerinin dikkatini çekmiş ve onlarla özel temasları başlamıştır. Nitekim mezun olmasının hemen ardından 1975 yılından itibaren KGB’ de göreve

başlamıştır. İlk görev alanı özelde Almanya, genelde ise Doğu Avrupa olmuştur. Almanya’da görevi sırasında Almanca öğrenmiş ve ailesinde bu dili ailece kullanacak düzeyde iyi bilmiştir. Almanya’dan sonra Leningrad’a dönen Putin burada üniversite yönetiminde görev yapmıştır. Dolayısıyla, Putin, Sovyet sisteminin bel kemiğini oluşturan bir kurumda yetişmiştir (Seiffert, 2004: 32).

1990 yılında Leningrad Şehir Konseyinde danışmanlık yapan Putin, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü yıllarında (1991-1992) bu sırada eski ismi geri iade edilen St. Petersburg Belediye Başkan yardımcılığını ve belediye başkanlığı dış ilişkiler komitesi başkanlığını yürütmüştür. 1996 yılına kadar belediye ortamında çeşitli görevler alan Putin, bu tarihten sonra Kremlin Saray Mülkiyet Yönetim Başkanlığı yardımcılığına atanmıştır. 1998 yılında bizzat Başkan Boris Yeltsin tarafından Rusya İstihbarat Servisi, yani Federal İstihbarat Başkanlığı (FSB) başkanlığına tayin edilen Putin, aynı zamanda Rusya’nın “yeni Politbürosu” olarak tanımlanan Rusya Güvenlik Konseyi başkan yardımcılığı görevini de yürütmüştür. 9 Ağustos 1999’da Yeltsin onu başbakan vekili tayin etmiş, 16 Ağustos tarihinde ise bizzat Rusya Federasyonu başbakanı yapmıştır. Yeltsin’le başkan-başbakan düzeyinde çalıştığı birkaç aylık görevden sonra 31 Aralık 1999 yılında, anayasa gereği başkanlık süresinin dolmasına daha üç ay kalmış görevini kendisine bırakarak istifa eden Yeltsin’in ardından Putin önce vekâleten, 26 Mart 2000 başkanlık seçimlerinde %52 oyla resmen Rusya Federasyonu başkanlığı makamına oturmuştur.

Rusya Federasyonu yönetiminde bu değişikliklerin olduğu esnada 1999 yılında Çeçen askerlerinin Dağıstan sınırlarında bulunmasından sonra 2. Çeçen Savaşı ortaya çıkmıştır. 2. Çeçen Savaşı, Putin’in seçimi kazanmasında öncü rolü oynadı. Bu, 1994- 1996’daki durumdan dramatik bir geri dönüştü. O tarihte ülke kamuoyunda, Çeçen Savaşı’na karşı kuvvetli olumsuz bir tavır vardı ve savaş Yeltsin’in Başkanlığı için başlıca tehditti. Öyle ki sonunda Yeltsin 1996 seçimlerinden birkaç hafta önce göstermelik bir barış anlaşması yapma ihtiyacı duymuştu. İkinci Çeçen Savaşı’nda durum farklı olmuştur. İkinci Çeçen Savaşı sayesinde Putin, Rusya siyasi liderleri arasında en popüleri haline gelmiştir. Bunun sebebini şöyle açıklamak mümkündür; Putin, Çeçen savaşçılarına karşı mücadelede sert tavır içerisinde olmuş ve Ruslar’ın çoğunun düşüncesine paralel faaliyetlerde bulunmuştur. Bu amaca ulaşmak için de gerekli ısrarı sergilemiştir. Bu yüzden bazı yorumcular, halkın seçimindeki esas

faktörün Putin’in kişiliği olduğunu iddia etmektedir. Putin’in, Yeltsin tarafından seçilmesine rağmen karakter ve siyasi görüş yönünden Yeltsin’e zıt bir kişiliğe sahipti. Dürüst, amirlerine sadık, çok konuşmayan, sakin, kesin kararlar alan, sert şahsiyetli birisi olarak tanımlanan Putin, bu dönemde Rusya toplumunun içgüdüsel olarak aradığı başkan yapısına uymaktaydı (Seiffert, 2004: 32).

Putin’in bu hızlı yükselişinde ve çıkışında onun “karanlık geçmiş” ve “gizli ilişkileri” her zaman araştırmacıların sormak zorunda kaldığı bir soru olarak kalmış ve tam da yanıtlanamamıştır. Başkanlık seçimlerinde %50’nin üzerinde oy alan Putin, Rusya toplumunun büyük çoğunluğunca “Rusya’nın harika çocuğu” adını almıştır.

Yeltsin’in görevde bulunduğu yaklaşık on yıllık sürede düzenli olarak çalıştığı üst düzey yetkili sayısının çok az, yapı, davranış ve düşünce olarak Putin’le keskin biçimde farklı olması onun koltuğunu böyle bir şahsa nasıl devrettiğini kuşku altına almıştır. Zira bunun bir özel inisiyatiften ziyade zorlama olduğu söylenmektedir. Yeltsin “yıkıcı bir lider” olmuştur. Sovyetler Birliği çöküşünün mimarı, hatta baş aktörlerindendir. Nihayetinde Sovyetler Birliği bir Rus siyasi kimliğinin uzantısı olmasına rağmen, Yeltsin Rusya’nın bağımsızlığını ilan eden lider olarak tarihe geçmiştir. Yani, Sovyetler Birliği içinde Rusya’nın “bir müstemleke” olduğunu kabul etmiştir. Yeltsin “yıkıcı” özelliklerini tüm başkanlığı boyunca korumuştur. Liberal politikaları ve Batı eksenli söylemleri benimseyen Yeltsin kişisel kıskançlıklarını ve zaaflarını da basit biçimde açığa vuran bir siyasetçiydi. Ahlaken kabalığı ve özellikle de içkiye bağımlılığı siyasetçi olarak psikolojik davranışlarına da yansımaktaydı. 1999 yılında Yeltsin’in ülke kamuoyundaki desteği %2 civarındaydı. Devletin varlığını önemseyen çevrelerce, Yeltsin “iktidarı güvence altına alamayan zayıf bir başkan” olmuştur. Buna karşılık Rusya’daki Batı yanlısı güçlere göre, “ideal” denilmese de “daha geçerli” bir liderdi. Çünkü bu çevreler Rusya’da devlet kimliğinin baskısına karşı olduğundan Yeltsin’in varlığını önemsemekteydiler. Yeltsin iktidarının son yıllarında Rusya’daki toplumsal huzursuzluk hat safhadaydı. Toplum ve siyasi bazda kendini gösteren hoşnutsuzluklar içişleri, ordu ve istihbarat da eşlik etmeğe başlamıştır (Kazgan, 2003: 124).

Yeltsin dönemi boyunca Rusya’nın “lider arayışı”nın olduğunu dile getiren Z. Brzesinski söz konusu senaryonu önceden haber vererek “Rusya’nın içinden geçtiği

dönem ve halkın durumu, istekleri, psikolojisi göz önüne alınarak uzun süren stratejik araştırmaların” yapıldığını belirtmektedir (Mikail, 2007: 84).

Putin iktidara gelişiyle “Sovyetler Birliği Mirası”nın göz ardı edilmemesi gerektiğini dile getiren bir dizi girişimlerde bulundu. Simgesel anlamda birçok Sovyet sembollerini (Sovyet ulusal marşı gibi) yeniden kabul etmekle, aslında Çarlık Rusya- Sovyetler Birliği -Rusya Federasyonu arasında siyasi devamlılığın ve bütünlüğün olduğunu dile getirdi. En büyük mücadelesi, “toplumsal ve psikolojik” alanda olmuştur. Putin, Yeltsin dönemi Rusya toplumunun “ulusal aşağılık kompleksinden” kurtulması için çabalayarak “Büyük Rusya” söylemlerini yeniden canlandırdı. Yeltsin döneminin gürültülü “anti-komünizm” söylentilerine son verdi, liberal ve komünist kavramlardan uzak durdu. Rusya’nın çıkarları için her iki kavramın geçerliliğini ve her iki kesimle de işbirliği yapacağını kanıtladı. Gerektiğinde piyasa ekonomisini ve reformlarını desteklerken, başta Gazprom ve Rusya Televizyon Şirketi’ni de devletleştirmekten kaçınmadı.

Putin’in devlet inşa stratejisi, çeşitli cephelerden ilerlemeye başladı. Önce Başkanlık ile Duma arasındaki anlamsız çekişmeyi sona erdirmek için girişimde bulundu. İkinci olarak, 1996’dan beri hükümeti kendi özel iş imparatorluklarının bir uzantısı gibi gören Oligarkların üzerine gitti. Üçüncü olarak, vatanseverlik duygusunun yükseltilmesine girişti. Dördüncü ve en önemli olarak, federal otoriteyi onarmaya ve bölgesel liderlere akıp giden gücü durdurmaya ve geri almaya yöneldi (Hekimoğlu, 2007: 64).

Putin cumhurbaşkanı seçildikten sonra, oligarkların Rus politikasındaki etkinliğinden rahatsız olmuş, “gubernatorlar”ın (Bölge ya da Oblast başkanları) sayısını azaltmış ve kontrolsüz harcamaları denetleme politikasını yürütmüştür. Seçim öncesinde oligarkların Putin’in yanında büyük bir grup oluşturması beklenirken, ilişkilerini oldukça sınırlı tutan Putin, Rusyada’ki 7 büyük oligarktan birisi olan, Berezovski’nin seçim kampanyasını yürütme teklifini de reddetmiştir. Ayrıca, seçimden sonra Çubais gibi bazı oligarkların politikada söz sahibi olma girişimlerinden duyduğu hoşnutsuzluğu da açıkça belirtmiştir. Oligarşi, ancak ekonomik alanında faaliyet gösterdiği müddetçe Putin, oligarklara bir sınır içerisinde istedikleri kadar hareket etme

imkanı vermiş ve bu sınır dışına çıkanları cezalandırmıştır. Putin seçildikten sonra Rusya’nın, bir devlet ve bir millet olarak güçlenmesini sağlamaya gayret etmiştir.

Rusya Federasyonu dış politikada çok boyutlu, dengeli bir politika sürdürmeyi planlamaktadır. Dış politikada konusunda öncelikli olarak BDT devletlerine yardım ve Avrasyacılık ön plana çıkmaktadır. Batı’ya yönelik politika konusunda ise öncelikli olarak Almanya ve Fransa ön plana çıkmaktadır. Rusya’da ABD, önemli bir ülke olarak kabul edilmekte ancak Putin öncesi dönemdeki ilişkilere göre hissedilecek şekilde gerileme olduğu gözlenmiştir. Batı dünyasına denge oluşturmak için Asya politikasına da itinayla yaklaşılmaktadır. Bu çerçevede Çin ve Hindistan ilişkilerine ayrıcalıklı bir dönem verilmektedir.

4.2. TÜRK-RUS İLİŞKİLERİNDE BÖLGESEL ETKENLER VE ÇATIŞMA