• Sonuç bulunamadı

Avrupa merkezciliği kapsamında Türkiye'de eski çağ tarihçiliğinin gelişim süreci

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Avrupa merkezciliği kapsamında Türkiye'de eski çağ tarihçiliğinin gelişim süreci"

Copied!
112
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

1

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TARİH ANABİLİM DALI

ESKİÇAĞ TARİHİ BİLİM DALI

AVRUPA MERKEZCİLİĞİ KAPSAMINDA TÜRKİYEDE

ESKİÇAĞ TARİHÇİLİĞİNİN GELİŞİM SÜRECİ

Gülsün ACAR

(164202011008)

YÜKSEK LİSANS TEZİ

DANIŞMAN

Prof. Dr. Özdemir KOÇAK

(2)

i

T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Bilimsel Etik Sayfası

Öğ

renci

ni

n

Adı Soyadı Gülsün ACAR

Numarası 164202011008

Ana Bilim / Bilim Dalı TARİH ANABİLİM DALI

Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora

Tezin Adı AVRUPA MERKEZCİLİĞİ KAPSAMINDA TÜRKİYEDE ESKİÇAĞ TARİHÇİLİĞİNİN GELİŞİM SÜRECİ

Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadarki bütün süreçlerde bilimsel etiğe ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik davranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu çalışmada başkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm.

(3)

ii

T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Yüksek Lisans Tezi Kabul Formu

Öğ

renci

ni

n

Adı Soyadı Gülsün ACAR Numarası 164202011008

Ana Bilim / Bilim Dalı TARİH ANABİLİM DALI

Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora

Tez Danışmanı Prof. Dr. Özdemir KOÇAK

Tezin Adı AVRUPA MERKEZCİLİĞİ KAPSAMINDA TÜRKİYEDE ESKİÇAĞ TARİHÇİLİĞİNİN GELİŞİM SÜRECİ

Yukarıda adı geçen öğrenci tarafından hazırlanan AVRUPA MERKEZCİLİĞİ KAPSAMINDA TÜRKİYEDE ESKİÇAĞ TARİHÇİLİĞİNİN GELİŞİM SÜRECİ başlıklı bu çalışma15/12./2017 tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda oybirliği/oyçokluğu ile başarılı bulunarak, jürimiz tarafından yüksek lisans tezi olarak kabul edilmiştir.

(4)

iii

ÖNSÖZ

19. yüzyıldan bu yana ortaya çıkan çoğunlukla sosyal bilim çalışmalarına duyarlı olan Oryantalizm ve Avrupamerkezcilik birtakım problemleri de beraberinde doğurmuştur. Bu sorunlara yaklaşım ve çözüm önerileri de çeşitlilik göstermiştir. Bu nedenle bu alandaki çalışmalarda her toplumun kendi çıkarları yönünde tekrardan yapılanmasını zorunlu kılan bir anlayış ortaya çıkmıştır. Coğrafi anlamdan öte ideolojik bir karakter taşıyan “Doğu”, Batı’nın ötekileştirme politikasının bir ürünü olup E.Said’in de dediği gibi “Doğunun Doğululaştırılması” dır. Batı, Yunan yani Hellen medeniyetini sadece Avrupa coğrafi sınırlandırmasının içinde kaldığından dolayı mı sahiplenmişti yoksa böyle bir medeniyeti yalnızca Batılı zihniyetinin oluşturabileceği düşüncesinden dolayı mı bunu yapıyordu. Eğer öyleyse niçin Doğu coğrafyasının oluşturmuş olduğu eserler 19.yüzyıldan önce şatolarını sonra da müzelerini süslemektedir. Soruya bir de şu şekilde bakacak olursak Antik dönem medeniyetlerinin ürünleri neden çıktığı Doğu coğrafyasına ait görülemiyor. Bir başka ifadeyle antik dönem medeniyetleri günümüz dünyasının neden ortak kültür mirası görülmek yerine etnosentrik yaklaşımla bir topluma ait olma güdüsüyle hareket ediliyor. Batı’nın burada yapmaya çalıştığı kendisinden başka diğer toplumlarda olmadığını düşündüğü kültür ve medeniyet numunelerini, dünya geneline yayarak, özellikle Doğu’yu tesiri altına almak ve hâkimiyetini Doğu üzerinde gerçekleştirmek istemesidir. Bu nedenle buradan hareketle de esasında bütün bu emellerin temelinde yatan emperyalizmi meşru hale getirmek isteyen Batı, modernleşme ve batılılaşma gibi kavramları kendisinin özelinde ve tekelindeymişçesine inşa ederek, Doğu-Batı ayrımını gerçekleştirmiş ve Doğu’yu ötekileştirmiştir.

Sosyal bilim alanında çalışan bilim insanlarının bir kısmı Avrupamerkezci temelli bu oluşumun karşına tam olarak bir şey koymanın çözüm olmayacağını söylerken bir kısım da İslam medeniyetinin koyulabileceğini ifade etmektedir. Fakat Avrupamerkezci düşünce bu yapıyı oluştururken İslam medeniyetinden hiç etkilenmemiş olsun ki bu çözüm önerisi de başlı başına bir yol ve yöntem oluşturabilsin…

Bu çalışmayla kısım kısım bildiğimiz ama eskiçağ tarihçiliği ve özellikle arkeoloji üzerinde Avrupamerkezci düşüncenin öncelikle nasıl ortaya çıktığını sonra

(5)

iv

geç dönem Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti döneminde bu iki alan üzerinde ne şekilde yerleştiğini anlatmaya çalıştım.

Bu tezi çalışmamdaki temel sebep sosyal bilimlerin hemen hemen her alanında olduğu gibi eskiçağ tarihçiliği ve arkeoloji bilimi üzerinden Avrupamerkezciliğin inşasının nasıl gerçekleştirildiğini anlamaya çalışmaktı. Bu anlamda sahafta sohbetlerimden birinde bu fikrin fitilini ateşleyen ve çalışılması gerektiği düşüncesini oluşturan adını cismini hatırlayamadığım esas kahramana sonsuz teşekkürler. Ve böyle bir konuyu çalışmak istediğimde kabul eden, çalışma sürecindeki takibiyle birlikte hoşgörüsünü esirgemeyen sevgili danışmanım Prof.Dr.Özdemir KOÇAK’a teşekkür ederim. Lisans döneminden itibaren yardımını, sevgisini, samimiyetini ve bu konuyu çalışmamdaki desteğini esirgemeyen Prof.Dr.Mustafa DEMİRCİ hocama ayrıca minnetle. Yine üniversite eğitim-öğretim hayatım boyunca rehberlik, sevgi, saygı ve yardımseverliklerini aynı sıcaklıkta tutan Yrd.Doç.Dr.Çağatay BENHÜR ve Arş.Gör.Dr.Salih KIŞ hocalarıma da hürmetle.

(6)

v T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Öğ

renci

ni

n

Adı Soyadı Gülsün ACAR

Numarası 164202011008

Ana Bilim / Bilim Dalı TARİH ANABİLİM DALI

Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora

Tez Danışmanı Prof. Dr. Özdemir KOÇAK

Tezin Adı AVRUPA MERKEZCİLİĞİ KAPSAMINDA TÜRKİYEDE ESKİÇAĞ TARİHÇİLİĞİNİN GELİŞİM SÜRECİ

ÖZET

Türkiye’de Eskiçağ Tarihinin serüveni yerellik ve evrensellik arasında sıkışmış bir alan olarak yerini almış ve bu yerini korumaktadır. Eskiçağ biliminin ve arkeolojinin mecz edilebilme süreci aşılamadığı gibi, bu alandaki çalışmalarda da Avrupa inşasının dışına çıkılamamıştır. Bugünkü tarih ve arkeoloji araştırmaların dayandığı temel, II. Dünya Savaşı yıllarında şarkiyatçı grupların ortaya attığı Avrupa merkezli ekolün devamıdır. Avrupa’nın kendisi de bugün bu ekolün üstüne çok fazla bir şey koyamamıştır. Türk arkeolojisi ise malzeme ve kazı alanlarına, medeniyetin beşiği topraklara sahip olmasına rağmen kendi ekolünü oluşturamamış ve Avrupa metodolojisi üzerine kurulu bilgilerle iktifa etmeyi sürdürmüştür. Mevcut durumun iyileştirilmesi ve bunun aşılması noktasında Türkiye’deki bilimsel kuruluşların öncülüğü ve önemi müphem bir mesele olarak da durmaktadır. Bugün arkeolojide ulusal bir ekolünün oluşamama sebepleri arasında toplumsal anlamda değerlerimizi bilmemenin verdiği eksiklik yanında bu alanda çalışan arkeolog ve tarihçilerin kendilerini Avrupa ekolünün karşısında rütbe-i noksan olarak görmeye devam etmeleri gibi pek çok sebep sıralanabilir.

XIX. Yüzyıl da Oryantalizm akımının ortaya çıkışı ve Hellenizmi sahiplenmek düşüncesiyle Anadolu toprakları yağmalanmaya başlanmıştır. Bu dönemde; Osmanlı devletini parçalanmaktan kurtarma ve birçok alanda yapılan ıslahatları başarabilmek amacı içerisinde olan Osmanlı yöneticilerinin bütün iyi niyetli çalışmalarına rağmen Asar-ı Atîkanın önemini tam anlamıyla yerleştirilememiştir. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte M. K. Atatürk, ümmete dayalı bir devleti ulusal bir yapıya dönüştürme çabası içerisinde, Anadoluculuğu ileri sürmüştür. Hititler ile Sümerlerin Türk kimliği ile özdeşleştirilmesi, tezinin dayanağını oluşturmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulum safhasında kültürlerin tümü ulusal tarihin ya da geçmişin bir parçası olarak algılanıp arkeolojik kazılara eman verilmiştir. Bu çalışmaların vereceği neticeler bilinçli demokratik temellendirilişin taşlarından birini teşkil etmiştir. Bugün muhafazakar perspektiften eskiçağa ve arkeolojik araştırmalarına karşı takınılan tutum, farkındasızlığın da yarattığı yolla bu düşüncede olanları Cumhuriyetin kuruluşunda izlenen bu hareketin karşısında bir duruşa da sürüklemektedir. Bugün eskiçağ ve arkeolojik çalışmaların boynuna Avrupa ekolünün benimsenmesiyle geçirilen kemend yerel bakışın arkeolojiye bu denli yaklaşımıyla da sıkıştırılmaktadır.

(7)

vi

T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

SUMMARY

The adventure of the Ancient History in Turkey has taken its place as an area stuck between locality and universality and maintains its place. The work of ancient science and archeology has not been overcome, and the work of this area has not been able to go beyond European construction. The foundation on which today's history and archeological researches are based is a continuation of Europe-centered cult that orientalist groups unveiled during World War II. Europe itself has not put too much on this cult today. Turkish archeology, on the other hand, has not been able to create its own ecology, despite the fact that it owns the lands of the cradle of the civilization and the land of materials and excavations, and continues to disseminate information based on European methodology. The pioneering and preoccupation of scientific institutions in Turkey at the point of improving and overcoming the current situation is also an ambiguous issue. Today, there are many reasons why archaeologists do not have a national consciousness in archeology, such as the lack of knowing our socially meaningful values, and the fact that archeologists and historians working in this area continue to see themselves as undergraded in the face of European ecology.

XIX. The Anatolian lands began to be looted due to the emergence of the Orientalism movement in the 19th century and the idea of possessing Hellenism. In this period; despite all the good intentions of the Ottoman rulers who were in the aim of rescuing the Ottoman state from disintegration and achieving reforms in many areas, the importance of the Asar-i Atîkan was not fully established. Along with the foundation of the Republic, M. K. Atatürk put forward the Anatolianism in an effort to transform a state based on umma to a national structure. The identification of the Hittites and Sumerians with the Turkish identity formed the basis of his thesis. At the stage of the establishment of the Republic of Turkey, all cultures were perceived as part of national history or past, and were given archaeological excavation. The consequences of these works constituted one of the stones of the conscious democratic foundation. Today, the attitude towards the ancient and archeological investigations from the conservative perspective is also dragging on the attitude towards this movement which is followed in the founding of the Republic by the way created by the unawareness. Archeology is also being squeezed by the kemend local view that has been passed through the adoption of European ecology around the ancient and archeological studies today.

Öğ

renci

ni

n Adı Soyadı Gülsün ACAR Numarası 164202011008

Ana Bilim / Bilim Dalı TARİH ANABİLİM DALI

Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora

Tez Danışmanı Prof. Dr. Özdemir KOÇAK

(8)

vii İÇİNDEKİLER

Bilimsel Etik Sayfası ... i

Yüksek Lisans Tezi Kabul Formu ... ii

ÖNSÖZ ... iii ÖZET ... v SUMMARY ... vi GİRİŞ ... 1 1.KAVRAMLAR ... 4 1. Avrupa Merkezcilik ... 4

1.1 Coğrafi Kavram Olarak Avrupa ... 4

1.1.1 İdeolojik Olarak Avrupamerkezcilik ... 7

1.2. Eskiçağ Tarihi Kavramının Ortaya Çıkışı ve Eskiçağ Tarihinin Zaman ve Mekan Bakımından Sınırları ... 10

2. AVRUPA MERKEZCİ ANLAYIŞIN KÖKENLERİ ... 14

2.1. Avrupada Eski Eser Merakının Ortaya Çıkışı ... 25

2.1.1 Anadolu ve Osmanlı Topraklarındaki Eserlerle İlgili İzlenimler ... 29

3. OSMANLI ÜLKESİNDE ESKİ ESERLERE KARŞI İLGİNİN BAŞLAMASI VE KORUMA FAALİYETLERİ ... 37

3.1. Osmanlı Devletinde Eski Eserlerin Korunması ve Eski Eserlerin Toplanması Faaliyetleri ... 37

3.2. Eski Eser Kaçakçılığı ve Bu Konuda Yapılan Yasal Düzenlemeler ... 43

4. CUMHURİYET DÖNEMİNİN BAŞLARINDA ESKİ ESER POLİTİKASI VE ESKİÇAĞ TARİHİ ÇALIŞMALARI ... 56

4.1.Eski Eser Politikası ... 56

4.2. Eskiçağ Tarihçiliği ile İlgili Gelişmeler ... 58

5. TÜRKİYE’DE ESKİÇAĞ TARİHÇİLİĞİNİN AVRUPAMERKEZCİ GELİŞİMİ 69 5.1. Bilimsel Çalışmalarda Avrupamerkezcilik ... 69

5.1.1. Cumhuriyetin İlk Yıllarındaki Gelişmeler ... 72

5.1.1.1. 1940’lardan Sonraki Gelişmeler... 80

5.2. Üniversite Eğitiminde Avrupamerkezci Yaklaşımlar ... 81

SONUÇ ... 92

KAYNAKÇA ... 95

EKLER ... 104

Ek-1: ... 104

(9)

1

GİRİŞ

İnsanlık mirası toplumların ortak değeri olarak kabul edilir ve medeniyetin gereği koruma altına alınır. Bu koruma faaliyeti insanlığın bilgisine sunulması neticesinde yeni gelişmelere yol açacak ve mevcut birikimin yeni nesillere aktarılmasını sağlayacaktır. Nitekim insanlığın gelişmesi bilgi ve birikimlerin yeni nesillere aktarılabilmesi ve yeni bilgilerin var olan bilgilerden ilham alınarak onların üzerine oturtularak yeniden yapılanmasıyla mümkün olmuştur.1

En eski dönemlerden itibaren eski eserlere bir merak vardır. Bu merak daha ziyade insanların güzel sanatlara ruhen bağlı olmalarından doğmuştur. Bu sebeple insanlar öncelikle yaşadıkları çevrede bulunan eski eserleri ihtiyaçları ve ilgileri doğrultusunda toplamaya başlamışlardır. Bu tutum korumacılık anlayışıyla tam olarak özdeşleştirilemez. Çünkü Ortaçağdan itibaren zengin aristokrat ailelerin, kralların saraylarında teşhir edilmek için eski eserler toplanırken tahrip edildikleri de görülmüştür.2

Modern korumacılık anlayışının tam olarak ortaya çıkmadığı bu dönemlerde insanlar gerek sanata duydukları ilgi gerek inanışları dolayısıyla eski eserleri mukayese etme uygulamalarında bulunmuşlardır. Bu uygulamaların söz konusu eserlerden fayda sağlama şeklinde olduğu da görülmüştür. Bu amaçla insanlar doğrudan korumacılık anlayışıyla hareket etmeseler de eski eserleri yeni yapılarda kullanmak suretiyle günümüze aktarmışlardır. Fakat eserler büyük oranda tahrip olmuştur. Selçuklu ve Beylikler Döneminde olduğu gibi Osmanlı Döneminde de görülen bu denli uygulamalar XIX. yüzyıl öncesinde sıklıkla görülmekle birlikte daha sonra istisnai örnekler halini alacaktır.3

XVII. yüzyılda batıda başlayan aydınlanma hareketleri ile Doğu ülkelerinden getirilen eserler üzerinde çalışmalar başlamış ve bazı araştırmacılar özellikle yoğun olarak bu yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti topraklarına gelmeye başlamışlardır.

1 Atasoy, 2010: 40. 2 Şapolyo, 1936: 7, 15. 3 Muşmal, 2009: 5.

(10)

2

Batılılar tarafından Doğu ülkelerinin insanları vahşi ve barbar olarak tasvir edilirken, Avrupalı seyyahlar Doğu’yu seyahat etmekten de çekinmemişlerdir. Bu gezginlerin amacı sadece bu topraklarda yaşayan İslam kültürünü değil, Yunan kültürünün de kalıntılarını görmek ve eserlerini toplamaktır.4

XIX. yüzyılda çeşitli amaçlarla Osmanlı Devleti topraklarında seyahat eden araştırmacılar dolaştıkları bölgelerin tarihi yapı ve mimarisi gibi pek çok konuda araştırmalarda bulunmuşlar. Bu yüzyıldan sonra da bilimsel olarak Osmanlı ülkesinde arkeolojik kazılar yapılmaya ve eski eserler yurt dışına kaçırılmaya başlanmıştır. Bu araştırmalar bilimsel olmakla beraber seyyahların mensup oldukları devletlerin teşkilatlarıyla da yürütülmekteydi. Bu sebeple Osmanlı Devletinin eski eser politikaları değerlendirilirken Osmanlı Devleti üzerinde çeşitli menfaatleri olan devletlerin doğu siyasetini ve bu siyasete etki eden olaylarda göz önünde tutulmalıdır. Bundan dolayıdır ki Osmanlı Devletinin eski eser politikasının şekillenmesinde bulunduğu sosyal ve ekonomik durumun yanında bu türden Avrupalı dostların siyasetleri etkili olmuştur. Osmanlı topraklarındaki eski eserlerle ilgilenen Avrupalılara özellikle Sultan II. Abdülhamit’in eski eserleri hediye etmesi siyasetin bir parçası haline gelmişti.5

Osmanlı Devleti’nin eserlerinin Avrupalı araştırmacılar tarafından talan edildiği dönemde eski eserlerin korunmaları gayesiyle depolandıkları ve saklandıkları görülmüştür. Bu tutum her ne kadar müzecilik anlayışına ters düşmekte ise de bu usul müzelerimizin de ilk çekirdeğini teşkil etmiştir.6

XIX. yüzyıldan itibaren Avrupalıların sömürgecilik anlayışı doğrultusunda Osmanlı Devletinde gerçekleştirdikleri arkeolojik çalışmalardan sonra, Osmanlı aydınları aracılığıyla eski eserlerin korunması için müze kurulması ve bu amaçla kazılar yapıldığı görülmüştür. Osmanlı Devleti’nde Avrupalılar tarafından Osmanlı topraklarının sömürülmesinde bir araç olarak görülen arkeolojik kazılara karşılık Osman Hamdi Bey gibi aydın ve dönemin yöneticileri tarafından eski eserler bir değer olarak görülmeye başlanmış ve bu sebepler doğrultusunda bir dizi hukuksal 4 Özkan, 2009: 1. 5 Çal, 2010: 24; Aytekin, 1997:53. 6 Eyice,1990: 6.

(11)

3

düzenlemelere gidilmiştir. Fakat yine de Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu şartlar, siyasi, ekonomik ve sosyal durumu itibariyle arkeolojik faaliyetlere yeterince ilgi gösterilememiştir. Ancak Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu durumdan tam aksi bir gelişim gösteren ve gittikçe büyüyen Avrupalı devletler, Osmanlı Devletinin eski eserler konusundaki bütün hukuki düzenlemelerine karşılık ülkelerine büyük kaynaklı eski eserler aktarmışlardır.

(12)

4

1.KAVRAMLAR 1. Avrupa Merkezcilik

1.1 Coğrafi Kavram Olarak Avrupa

Avrupa bir topoğrafyayı tanımlayan coğrafi bir kavram olarak yeni bir kavramdır. Bu açıdan bir anlamda kapitalizm ile birlikte doğmuştur diyebiliriz. Buna göre Avrupa’nın sınırları Galler, Germanya, Britanya ile çevrilidir. Doğudaki İslam toplumları için de Avrupa coğrafyası aynıydı. Ancak Avrupalılar tarafından bugünkü bilinen bölgeye Avrupa adını verenlerle onu bir kıtanın coğrafi adı olarak kullananlar yine bizzat bu kara parçasında yaşayan “Avrupalı”lardır. Avrupa, kavram olarak Grek ve Roma mitolojisine dayandırılır. Kıtanın güneydoğu ucundaki bir mitolojik öykü bugünkü Avrupa kavramının oluşumuna katkı yapan bir olay olarak görülür. Herodot Tarihi’ nin Klio bölümünde “İranlı anlatıcılar derler ki kavgayı Fenikeliler

çıkardı. Erythreia Denizinden (Çeşme sınırları içindeki Ildır) antik Yunan’ daki Argos ülkesine gelen Fenikeliler, geminin kıç kısmında getirdikleri malları orada bulundukları sürenin sonlarına doğru 5. ya da 6. gününde ellerinden çıkarmak üzereyken Fenikeliler hep birlikte gemide alış veriş yapmakta olan kadınların üzerilerine atılmışlar, orada bulunan kral İnakhos’ un kızı İo’ yu derdest ederek onu alıp gemilere atlayıp Mısır’a ulaşmışlar” şeklinde bir bilgi nakledilir... Buna karşılık

Fenikeli Asyalı Prenses EUROPA, Zeus’un kendisini baştan çıkarması üzerine Fenike’deki TYR kentine yanaşan Yunanlılar, (Giritliler de olabilir) Herodot tarihinde yazıldığı şekilde kralın kızını kaçırmış, daha sonra Yunanlılar uzun bir gemi ile bugün Gürcistan sınırları içindeki (batıda Rize’ye kadar uzanan) Kolkhis’teki Aia ve Phasis’e kadar ulaşmışlar ve Kolkhis kralının kızı

Medeia’yı kaçırmışlar. Mitolojik öykü bu tip karşılıklı kız kaçırmalarla devam eder. (m.ö 8 yy).

Batı milletlerinin kültür kaynakları araştırmalarını antik Yunan ve Roma’ya bağlayan ve arkeolojinin ilk ortaya çıkmasında da önemli rol oynayan CIL kavramı*7

kendi kültürlerini Roma/Yunan’a dayandırma olarak değerlendirilebilir.

7

CIL: “Corpus Inscriptionum Latinarum” olarak Latin Yazıtlar Külliyatı demek olup arkeolojinin Yunan ve Latin ilgisini anlatır.

(13)

5

Her ne kadar bir Fenike prensesinden esinlenerek adlandırılan bugünkü Avrupa’nın öyküde bahsedildiği şekilde ilk batı-doğu dualizminin oluşması anlamında antikite olarak kökleri Yunan veya Romaya dayandırılırsa da bu keşfin Asyalı bir toplum olan ve bugün kullandığımız alfabenin temellerini atan Fenikeliler tarafından ortaya çıkarılmış olduğunu Herodot Tarihi kitabından anlayabiliyoruz. Bu tespit ile birlikte Avrupa' nın köklerinin antik Yunan kültürüne dayandığı tezlerine karşın Martin Bernal (1987) Batı medeniyetinin kültürel köklerinin Afro-Asyatik Antik Mısır ve Fenike kültürlerine dayandığının ispat etmesine yönelik kitabı, kitabın yazıldığı 1987 yılından bu yana yasak arkeolojinin (forbidden

archaeology)gündemindedir. Bernal’in de ifade ettiği şekilde aslında bu tartışmalar

arasında nasıl oluyor da Batı toplumunun kültürel kaynaklarına temel teşkil eden bu fikirler, günümüz kültür veya medeniyetler çatışmasını körüklüyor fikri irdelenmeye açıktır..8

Coğrafi bir kavram olarak baktığımızda Avrupa, Asya kıtasının Ural dağlarının batısında kalan kısmına verilmiş bir isimdir. Avrupa’yı Asya kıtasından ayırdığı ifade edilen Ural Dağları hem Himalayalar gibi aşılmaz hem de kültürel açıdan ayırıcı bir plaka oluşturmaz. Bu açıdan baktığımızda coğrafi ve jeolojik olarak yapılan kıta tanımlamasında Avrupa adlandırmasının farklı olduğu görülür. Avrupa kıta tanımlaması içerisinde görülen Pirene ve Alplerin güneyi ise, aslında Avrupa’nın içinde bulunduğu plakaya dahil değildirler. Görüldüğü gibi, gerek Avrupa kavramı gerekse bu coğrafi kavram ve bu kavramın kapsadığı alanda coğrafi kriter ve kaygılara yer yoktur. Bununla ilgili olarak dünyanın ve Avrupa’nın sınırlarını çizip haritasını çize Hecataeus ve Ptolemaios’un haritalarına Ek-1 ve Ek-2’ den bakınız.

Gerard Delanty Avrupa’nın İcadı adlı kitabında Avrupa kavramını bu bağlamda ele almıştır ve Avrupa kavramının nelere tekabül edip etmediğini tarihsel bir çerçevede yansıtmaya çalışmıştır. Burada yazarın kitabındaki temel argümanını ifade eden mühim nokta şudur: Avrupa kavramının doğruluğu aşikâr bir kavram (self-evident) olmadığı, aksine kavramın sınırlarının dış etmenlere bağlı olarak

8

(14)

6

değiştiği ve dolayısıyla belirli bir Avrupa fikrinin olmadığı yazarın kitabındaki temel iddiadır.9

Delanty’nin kitabında başka bir iddiası daha vardır: Yunan ve Roma’nın batı medeniyeti olmadığını, aksine bunların Akdeniz çevresinde gelişen doğu medeniyetinin birer parçası olduğudur. Yunanların ve onların Helenistik kültürlerinin mirasçısı olan Roma’nın mitleştirilerek sanki hep coğrafyada olagelmişler gibi anlatılması daha sonradan ortaya çıkarılmış bir durumdur. Yazarın tabiriyle Antikite icat edilmiş olan Avrupa’nın temeline oturtulmuştur. Gerçekte ise Yunanlılar koloni şehirleri kurup Akdeniz çevresinde zenginleşerek refaha ulaşmış bir millettir. Antik Yunan medeniyetiyle ilgili bizi ilgilendiren esas kısım Yunanlıların kendilerini diğer milletlerden üstün görmeleridir. Antik Yunan’da yalnızca Yunanlılar ve barbarlar vardır. Bir örnek vermek gerekirse antik Yunan kralı Pyrhus Romalıların kendisini yenmesi için gönderdiği orduyu gördüğünde şunları söyler. “Bunların ne tür barbar olduklarını bilmiyorum, ama bu orduda barbarca bir şey yok.” Bu ötekileştirme gerçekten de modern Avrupa’ya kadar böyle devam edecek bir sürecin başlangıcıdır. Roma İmparatorluğu da tipik bir Akdeniz ülkesidir. Akdenizin tamamını kontrolü altına alarak büyük bir medeniyet kurmuşlardır.

Bilim dünyasında Eskiçağ Tarihi ile ilgili tanımlamalar yapılırken “Akdeniz ve çevresi” ile ilgili geniş bir sınırlama yapılır. Bu çerçevelendirmeye göre Eskiçağ Tarihinin sınırları Akdeniz coğrafyası çevresidir. Fenikelilerden bu yana Akdeniz uygarlığı kültürel ve ticari bakımdan bir bütünlük sergilerken, büyük imparatorlukların ortaya çıkışı ile birlikte siyasi bakımdan da bir bütün olagelmiştir. Roma, Bizans ve akabinde Osmanlı aynı uygarlık bölgesinin siyasi ve daha önemlisi geniş bir konjonktüre oturtabileceğimiz üstyapı birliğini sağlamışlardır. Bu bakımdan Akdeniz çevresinde yaşamış olanların kültürel ortaklığı Kuzey Avrupa’da yaşamış olanlardan daha fazladır. Coğrafi açıdan sınırları tam olarak tanımlanamayan Avrupa, tarihsel, kültürel ve toplumsal bakımlardan da tam bir ortaklık göstermemektedir.10 9 Delanty,2005: 73-93. 10 Braudel, 1995: 7-11; Braudel, 1996: 323-330.

(15)

7

1.1.1 İdeolojik Olarak Avrupamerkezcilik

Burada Avrupamerkezcilik kavramının iki sözcüğünden esas önemli olanını tam olarak açıklayamıyoruz. Bir keyfiliğe dayandırılarak ortaya atılmış bu kavramdaki keyfiliği tespit etmek, bir olgu olarak belirlemek yeterli değildir. Onu anlamak ve açıklamak gerekir. Tüm nesnel ölçüler saf dışı bırakılarak suni ve keyfi olarak yaratılan ya da bu keyfiliği yaratan zorunluluğun ne olduğunu belirtmek gerekir.11 Çünki bu Avrupamerkezcilik tanımlamasıyla tam olarak yapılmak istenilen zamanda merkeze koymaktır. Zamana merkeze koymak demek tarihte merkeze koymak demektir. Mekânda merkeze koymak demek ise coğrafyada merkeze koymak demektir. Ve bu durum tarihsel, ideolojik, coğrafik her anlamda ciddi bir atılımdır.

Avrupa ne jeolojik ne de kültürel bir kavram olarak bir bilimsel değere sahip değildir. Coğrafi ve kültürel anlamları olduğu ifade edilerek daha çok bir amaca yönelik olarak siyasi ve ideolojik bir kavram olarak kullanılmaktadır. Sosyolojik bir kavram olarak bunu değerlendirdiğimizde modern burjuva uygarlığıyla doğrudan ilintili olan Avrupa, kapitalizm demektir.

Burada kavrama coğrafi ya da kültürel bir anlam değil, sosyolojik bir anlam yüklenmektedir. Bu bağlamda Kapitalizm yerine Avrupa veya Batı kullanılabilir. Bu anlamının dışında, bir Batılılık ve Doğululuktan veya Avrupa ve Asya tanımlamalarıyla ideolojik olarak bu kavrama yaklaşmaya çalışmak, ona çıkarlarını korumak uğruna kendi üstünlüğünü ve egemenliğini gizlemek için hiçbir bilimsel değeri ve anlamı olmayan; aksine gerçekliği çarpıtan bir anlam yüklemek olur. Dolayısıyla buradan hareketle Avrupalının, yani modern burjuva uygarlığının, Avrupa veya Avrupalılığa verdiği anlamı kabul ederek, yani Avrupalılığın coğrafi veya kültürel bir olgu olduğu veya sınıra tekabül ettiği varsayımına dayanarak Avrupamerkezciliğe veya Avrupalılığa karşı çıkmak, aslında aynı varsayımları; aynı gerici ideolojiyi yeniden üretmek demektir. Avrupa’ya, Avrupalılığa ya da Avrupa merkezciliğe Kapitalizm veya burjuva uygarlığı anlamı dışında bir anlamla karşı çıkmak, bizzat Avrupa Merkezciliğin ta kendisidir ve onu yeniden üretir. Yani kapitalizme tarihsel ve politik olarak karşı çıkmadan Avrupamerkezcilikle mücadele

11

(16)

8

olanaksızdır. Bir anlamda Avrupa merkezciliğin eleştirisi, kapitalizmin eleştirisi olmak zorundadır.

Kapitalizme karşı mücadele edilmeden, Avrupa kavramının burjuva uygarlığının bir ideolojik egemenlik aracı olarak kullanımına karşı mücadele edilemez. Burada bu durumu eleştiren Marks’ın Ekonomi Politiği Eleştirisi’ni, Avrupa’nın ve Avrupa merkezciliğin eleştirisinin temelidir diyebiliriz.

Bütün bunlar burjuvanın ve onun ideolojik egemenliğinin hilekarlığını oluşturan köşe taşlarıdır. Kavramın farklı bir anlamına gönderme yapılarak, bilimsel veya sosyolojik bir kavram olduğu yanılgısına yol açılmaktadır. Örneğin Din için “inanç” tanımlaması kullanılırken; İnsan’a “sosyal hayvan” denirken; Avrupa’ya “kıta” denilmektedir. Hep İnanç’ın epistemolojik; İnsan’ın biyolojik; Avrupa’nın ise coğrafi bir anlam olduğunun ardına gizlenerek, onların bilimsel bir kavram olduğu, dolayısıyla sosyolojik kavramlar olduğu yanılsaması yaratılarak, bu kavramların hukuki, politik ve ideolojik kavramlar; yani burjuva üstyapısının oluşturduğu kavramlar olduğu gizlenmekte ve böylelikle Avrupanın mevcut egemenliği pekiştirilmektedir. Kapitalizmin ya da burjuva uygarlığının egemenliğini oluşturan bu durum, bizleri tam da bu anlamda Avrupamerkezli bir bakış açısına hapsetmektedir.12

Buraya kadar Avrupamerkezciliğin kavram olarak ne anlama geldiğini anlayabilmek için öncelikli olarak Avrupa’nın ne demek olduğunu açıklamaya çalıştık. Sosyolojik olarak eleştirilen Avrupamerkezcilikle, coğrafi ya da kültürel olarak var olduğu imasına dayanan bir Avrupamerkezcilik eleştirisinin kendisi, aslında özünde Avrupamerkezcidir. Genel anlamda burada ifade edilmek istenilen düşünce bugüne kadar kullanıldığı anlamıyla Avrupamerkezcilik, yine Avrupamerkezci bir kavramdır. Bugün Türkiye’de Asyalılık, Doğululuk gibi çeşitli örneklerle Avrupamerkezciliğe karşı çıkış, aslında aynı anlayışı yeniden üretmektedir. Bu ve benzeri karşı çıkış örnekleri Türkiye’ye egemen bürokratik oligarşinin çıkarlarını ve egemenliğini savunmanın aracı olarak işlev görmektedir.

12

(17)

9

Avrupa’nın Kapitalizm öncesi kültürel oluşumunu “haraçlı çevresel” ideolojiler ailesi çerçevesinde geliştiğini söyleyen Samir Amin Avrupa’da Rönesans’tan sonra yeni kültürün ise belirsizlikler taşıdığını ifade ediyor. Bir yandan Avrupa’nın haraçlı geçmişinden koparken diğer yandan kendini birtakım mitsel temeller üzerinde kurmaya; böylece, var olmayan bir tarihsel süreklilik iddiasında bulunarak söz konusu kopuşun önemini göz ardı etmeye çalışmaktadır. Kökenleri Rönesans’tan geriye uzanmayan ve XIX. yüzyılda yaygınlık kazanmaya başlayan bir olgu olan ve temel dayanaklarından birisi Batıyı model almak olan Avrupamerkezcilik evrenselcilik karşıtı bir tutum sergilese de kendini evrenselcilik olarak görmektedir. 13

Peter Burke'nin, Literatür Yayınları tarafından Türkçeye çevrilen "Avrupa'da Rönesans-Merkezler ve Çeperler" kitabı, Avrupa Merkezci ideolojinin tarihsel bir olguya nasıl da sakat baktığının tipik bir örneğidir. Yazar Rönesans'ın başat kişi ve şehirlerini ele alırken, Antik Yunan ve Roma'ya duyulan özlemin, Homeros'un, Cicero’nun ya da Seneca’nın isimlerini ısrarla vurgularken, Yunan ve Roma kültürünün yaratıcısı olduğunu bildiğimiz Mısır ve Fenike gibi medeniyetlerin ismini ağzına almaktan umumiyetle kaçınmaktadır. Koskoca kitap boyunca "Mısır" ismi yalnızca iki yerde geçmekte ve "Fenike" ismi kitapta hiç yer almamaktadır.14

Rönesans, Avrupa Merkezci ideolojinin oluşum sürecinde kritik bir değer taşır. Ortaçağ tanımı, ilk kez Rönesans düşünürleri tarafından kullanılmıştır ve "yeniden doğuş" kilisenin budayarak "heretik" olarak damgalanmayı doğurmuş antik kültürlerin, yeniden kutsanmasıdır. Bu dönemde kiliseye rağmen verilen mücadelenin yalnızca Yunan ve Roma'ya dayanması Burke’nin iddialarının aksine anlamlı değildir. Burke kitabında, İsviçreli büyük tarihçi Jacop Burckhardt’ın aksine Rönesans’ın temelinde yatanın tek başına Antikitenin canlandırılması değil, onun, Burckhardt’ın “İtalyan ruhu” dediği şey ile birleştirilmesi olduğunu öne sürmüştür. Bununla birlikte Burckhardt’ın arkasından gelen pek çok araştırmacı da klasiğin yeniden dirilişi üzerinde yoğunlaşmıştır. Burke ise Rönesans’ı modernite sürecinden ayırırken yine 19.yüzyıl ortalarında yazan Burckhardt’ın bu hareketin Avrupa

13 Amin, 2007:14-15, 18-19., Bkz. Erol Dündar&Suat İncedere, Nasıl Bir Dünya için Marksizm ve

Sosyalizm Üzerine Eleştirel Notlar.

(18)

10

tarihindeki öneminin onun modern olanın orijini olmasındandır; İtalyanlar “modern Avrupa’nın doğurduğu ilk çocuklardır” görüşüne katılmamaktadır. Bunun sebebi ise Burckhardt’ın kendi zamanı ile Rönesans arasındaki mesafeyi olduğundan az gördüğüne bağlamaktadır.15

Günümüze baktığımızda ise 21. yüzyılın ilk 10 yılı itibariyle gelinen noktada insanlık, daha önce hiç yaşanmadığı kadar bölünmüş durumdadır. Bu bölünmeye ilişkin tanımsal ifadeler, örneğin Doğu-Batı, Müslüman-Hıristiyan, zengin Kuzey-fakir Batı, AB ve diğerleri gibi, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar büyük bir keskinlik taşımaktadır ve bu keskinliğin ulaştığı nokta itibariyle bu mesafenin kapanması mümkün gözükmemektedir. Avrupa ideolojisinin, dünyanın geri kalanını medenileştirme çabasındaki başarısızlığı, hiç kuşkusuz ari ırkın idealist insanına sorumluluk yüklememektedir.

1.2. Eskiçağ Tarihi Kavramının Ortaya Çıkışı ve Eskiçağ Tarihinin Zaman ve Mekan Bakımından Sınırları

“Antikite” de denilen Eskiçağ ya da İlkçağ, diğer çağların yanında, yer ve zaman bakımından hep aynı ölçüler içinde değerlendirilmemiştir. Geçen yüzyıl başlarına kadar “Eskiçağ” denildiğinde, zaman olarak Eski Hellen ve Roma dönemleri, mekan olarak da Akdeniz çevresi anlaşılmaktaydı. Berlinli tarihçi Eduard Mayer (1855– 1930) tarafından üniversal (evrensel), yani “Genel Tarih” kavramının ortaya atılıp, düşünce olarak yaygınlaştırılmasından bu yana bugünkü yaygın ifade edilen şekliyle “Antikite” kavramı ortaya çıkmıştır. Antikite kavramı içinde gelenekselleşmiş olan Yunan ve Romanın yanı sıra, Fırat ve Dicle ırmakları arasında “Mesopotamia” olarak adlandırılan bölge, Anadolu, Mısır ve İran eski kültür merkezleri olarak ortaya çıkınca bugün Eskiçağ araştırma alanı, yer olarak Avrupa’nın Akdeniz ile komşu bölgeleri Kuzey Afrikayı, Önasyayı da kapsamıştır. Başka bir şekilde ifade edecek olursak, “Hümanizma” ve Rönesans hareketleri içinde kemikleşmiş olan Eskiçağ kavramı, evvelinde sadece Hellen ve Roma tarihlerini kapsarken, 19. yy.da Eski doğu yazı ve dillerinin (Eski Önasya–Mısır yazı ve dilleri) çözülmesiyle zaman ve yer bakımından genişlemiştir. Öyle ki bugün Eskiçağ

15

(19)

11

denilince iki ayrı kültür çevresinin tarihi anlaşılmaktadır: Önasya-Mısır (Eskidoğu) ve Hellen-Roma (Eskibatı). Bu nedenle Eskiçağ Tarihi erken dönem Çin, Japon ya da Amerika kültürlerinin araştırılmasını kapsamına almamaktadır. Bu sınırlandırmanın nedeni ise; Klasik Eskiçağ Tarihi Bilimi’nin Hümanizma hareketinden başlayarak Hellen ve Latin çerçevesi içinde gelişmesi, 19. yy’da Önasya ve Mısırda başlayan büyük çaptaki arkeolojik kazılarla birlikte erken Germen ve Slavların filolojik çalışmaların dışında tutulmasıdır.

Bugün Eskiçağ; Alman filologu F. A. Wolf’un (1759–1824) “Eskiçağ Bilimi” kavramını ortaya atmasıyla ilk olarak Klasik Eskiçağı yani Hellen–Roma Antik Dönemini, daha sonra buna Eskidoğunun da katılmasıyla tüm Eskiçağ’ın araştırılmasını amaçlayan bir disiplinler bütünü haline gelmiştir.16

Çalışmamızın konusunu Eskiçağ Tarihi Biliminin bu şekilde disiplinler arası ortaya çıkıp gelişmesi oluşturmaktadır. Ayrıca bugün bizdeki Tarih biliminin üzerinde de baskın olan Avrupa Merkezli Tarihçiliğin temelinde yatan sebepler de incelenmektedir.

Eskiçağ Tarihi Biliminin bu şekilde disiplinler arası ortaya çıkıp gelişmesinde ve bu yazının konusunu da oluşturan sadece Eskiçağ Tarihi olmayıp bugün bizdeki Tarih biliminin üzerinde de baskın olan Avrupa Merkezli Tarihçiliğin temelinde yatan sebepler yazımızın konusunu oluşturacaktır.

Tarihin 19. yüzyılda uzmanlaşmış bir disiplin olarak ortaya çıkışından bu tarafa tarihsel araştırma ve yazma hakkında birtakım varsayımlar ortaya atılmıştır. Bu varsayımlar özellikle son yirmi yıldan beri tarihsel yazım geleneği çerçevesinde artışında süreklilik gösteren bir ölçüde sorgulanmaktadır. Kesintisiz Batı tarih yazımı geleneği üzerine yapılan bu sorgulamanın sonucunda dayanakların birçoğu, klasik antikçağdaki başlangıcına değin uzanmaktadır. 20. yüzyıl tarih düşüncesi ise, 19. yüzyıl uzmanlaşmış tarih yazımının anlatıma yönelik, olay yönelimli niteliğinden, zamanla sosyal bilim yönelimli tarihsel araştırma ve yazma bilimlerine dayalı dönüşümüyle kendini gösteriyordu. Bütün kültürlerde insan geçmişiyle ilgilenen tarih yazımı şüphesiz bundan çok daha eskidir ama süreç içerisinde bunu yaparken

16

(20)

12

kullanılan yöntemler birbirinden farklı olmuştur. Dolayısıyla yazılı tarih hem Batı dünyasında hem de Doğu Asya’da çok önemli bir rol oynamıştır fakat tarihin yazılı olmayan biçimlerinin, anıtların, simgelerin ve halk geleneklerinin rolü de önemlidir ve kültür ürünlerine yönelik uğraşı farklı disiplinleri ortaya çıkarmıştır. Tarih yazım geleneği ile ilgili olarak ilk ciddi uğraşı Batı’da Herodotos ve Thukydides ile birlikte, Doğu’da da Su’ma Chien’in (Sima Qien) çağı kadar erken bir dönemde tarihi efsaneden ayırma, olayların gerçekçi betimlemesini yapmaya yönelik bilinçli ve ciddi bir çaba gösterildi. Bu tür tarih yazım şekli Klasik Batı ve Doğu Asya antik çağ tarihçilerinden görece yakın dönemlere doğru varlığını korudu. Ancak 19. yüzyılda tarih kendini bu alanda eğitilmiş tarihçiler tarafından icra edilen bir “bilim” olarak gören, profesyonelleşmiş bir disipline dönüştü.17

Alanı her ne olursa olsun Tarihte geriye dönük araştırma yapmak, ister açık isterse üstü kapalı olsun, neredeyse kaçınılmaz olarak teolojik bir eğilimi davet eder niteliktedir. Bu durum 16. yüzyıldaki genişlemesinden sonra ama her şeyden çok 19. yüzyıldaki sanayileşmesiyle birlikte dünya ekonomisinde ele geçirdiği önderlik konumuyla Avrupa’nın dünya hâkimiyetiyle sonuçlanmıştır. Avrupa’da baştanbaşa tüm kent kültürleri yüzyıllar içinde üretim, mübadele, dağıtım ve finansta olduğu kadar maddi, sanatsal ve entellektüel yaşamda, sanatta, eğitimde, ticarette ve imalatta girift bir biçimde gelişti. Bu gelişmenin sonrasında Sanayi Devrimi ile beraber geçmişe teolojik olarak bakan çoğu Batılı tarihçi, bu gelişmeleri görmezden gelmiş ve daha sonraki üstünlüğünü mutasavver avantajlarla açıklamaya çalışmıştır. Modern tarihe buna bir seçenek oluşturabilecek arkeolojik-antropolojik bir yaklaşım olarak, Bronz Çağı’nı bir kent devrimi, gerçek anlamda “uygarlık”ın başlangıcı olarak betimleyen Prehistoryacı Gordon Childe’ın eseri örnek gösterilebilir. Bronz çağı antik Yakındoğu’da başladı, doğuda Hindistan ve Çin’e güneyde Mısır’a ve batıda Ege’ye doğru yayıldı. Bronz Çağı’nın bu göreli birliği Batılı tarihçiler tarafından epey bir süre göz ardı edilmiş ve tarihçilerin pek çoğu antik çağın yalnızca Avrupa’da doğduğunu ileri sürmüşlerdir. Çoğu yazar için bu benzersizlik, aynı zamanda feodalizm ve aynı şekilde araştırmaya başladıkları nokta olan kapitalizm için de geçerliydi. Bu şekilde Bronz çağı sonrası toplumlarının geniş sürekliliği

17

(21)

13

Avrupalıların bu toplumları kendine hasretmesine yoğunlaşması yüzünden göz ardı edildi.18 Batının aslında insanlığın ortak mirası sayılabilecek nitelikteki antik dönem medeniyetlerini kendisine aitmiş gibi görmesinin yanı sıra burada anlaşılması gerekli olan nokta şudur; gerçeği ve işin özünü bilen tarihçilerin "Batı'nın yaptığı dönemlendirme"ye değil tarihte bizzat dönemlendirmeye karşı olması gerektiğidir.

18

(22)

14

2. AVRUPA MERKEZCİ ANLAYIŞIN KÖKENLERİ

Avrupa’nın genişlemesi modern ulus-devletler yoluyla olmuştur ki bunların ortaya çıkışı da 1648 tarihli Westphalia Antlaşması’na dayandırılır. Antlaşma uluslararası politika tarihi içinde önemli bir kırılma noktasıdır ve bu nedenle bir “mit” hâline getirilmiştir. Aslında antlaşma, Avrupa içindeki iktidar mücadelesinin ve bir yüzyıl süren savaşlar dizininin sonucudur. Antlaşmayla Avrupa içindeki yumak halindeki iktidar parçalanmış, ulus-devlet denen yeni siyasal oluşumlar vücuda gelmiştir. Bundan sonra Avrupa tarihi, artık modern ulus-devletlerin tarihiyle özdeş tutulmuştur. İlerleyen süreç içinde modern ulus-devlet anlayışı Avrupalı sömürgeci devletler aracılığıyla dünyanın çeşitli bölgelerinde yaygınlaştırılmasıyla Avrupa dışındaki toplumlar da kendi tarihlerini modern ulus-devlet yapısı içinde kurgulamaya başlamıştır. Avrupa, merkezde değerlendirilirken diğer taraftan Avrupa dışı toplumlar ulus-devletleşme sürecine paralel biçimde kendilerini yenidünyada konumlandırma gayretine girmiştir.19

Avrupa merkezciliğin yapılanması paralel iki sürecin birlikte işlemesiyle gelişmiştir. 16. yüzyıldan itibaren Avrupalıların kendilerini dünya haritasının merkezine koymaları20

ve öteki toplumların kendilerini Avrupa’ya göre konumlandırma gayretidir. Osmanlı, Çin, İran ve Hindistan gibi kıtalardaki siyasal ve ekonomik yapının zamanla gerilemeye başladığı dönemde Avrupalıların siyasal ve ekonomik alanda şahlanışa geçmesiyle tarih yazımında Avrupa, insanlığın gelişiminin merkezine oturmuştur.

Klasik tarih yazımı, özne merkezli kurguya dayanır. Tarihçilerin bir kısmı milletleri esas alarak bunu oluşturmuştur ki milletlerin tarihi sonuçta milletlerin meydana getirdikleri siyasal varlıklar olan devletlerin hem kendi içlerinde hem de dışarıyla ilişkilerinde ortaya çıkan olayların kayıt altına alınması ve bunların kısmen neden-sonuç ilişkisi içinde değerlendirmeye tabi tutulmasıyla anlatılmaya çalışılır. Diğer bir kısım tarihçiler ise temel özne olarak milleti veya devleti değil, bunların ötesinde içinde pek çok milleti ve devleti barındıran medeniyet olgusunu tarihin ana

19

Ateş, 2013: 107.

20 Ateş, 2013: 108. Ayrıca bkz., Küçükkalay, A. M. (2005). Osmanlı’da kapitalizmin gelişememesi

(23)

15

öznesi olarak ele alır. Bu minvalde yazan tarihçilerin baktığı tablo coğrafya olarak daha geniş ölçeği içeren (coğrafi ve beşeri varlıklar üzerinden hareketle) bir tarih metni oluşturma gayreti içine girmiştir.

Modern dünyada tarihsel araştırma, “yöntemsel milliyetçilik”i benimsemiştir. Dünyanın milletlerden oluştuğu, milletlerin devletlerde vücut bulduğu, tarihin de devletler arasında cereyan ettiği konusunda genel bir kabul vardır. Farklı etnik veya milli topluluklar, sonuçta var olan devletin sınırları içerisinde asimile edilecektir ki bu asimilasyon sureci pratikte devletin sınırları dahilinde en kalabalık ve yaygın olan etnik kimliğin (kurucu unsur) millileştirilmesi suretiyle icra edilmiştir. Böylece modern ulus-devlet inşa edilmiş olacaktır. Bu oluşumun dayanağında da Tarihçi, devletin resmi arşivlerine dayanarak ve devleti merkeze oturtarak bir ulusal tarih yazma işine girişir. Batı Avrupalı tarihçiler de sömürgeci imparatorluk tarihinin yazımını da aynı perspektif doğrultusunda gerçekleştirmiştir.21

Bugün ise modern devletten anladığımız, 16. yüzyılda Batı Avrupa’da ortaya çıkmış olan ve bütün dünyaya yayılan modeldir ki BM Şartı tarafından yasal garantiye alındığı üzere bugün geçerli uluslararası hukukun temelini bu model oluşturmuştur. Bu bağlamda modern tarih yazımı medeniyetleri değil, devletleri özne kabul eden yöntem doğrultusunda gelişmiştir. Öncelik, devletin bölgesel veya küresel konjonktür içinde anlamlı bir yere oturtulması, buna istikrar kazandırılması ve mümkün olduğu kadar bu varlığın kalıcı hale getirilmesidir. Böylece tarih yazımında ulus-devlet merkezli ve onu toplumla özdeş kılan yöntemsel milliyetçilik genel bir ilke olarak kabul edilmiştir. Öte yandan, Soğuk Savaş’ın sona erdiği 1990’lı yıllardan sonra tarihçiler tarafından “küresel tarih” kavramı kullanılmaya başlanmıştır. Bununla ifade edilmek istenen düşünce, tarihin münhasıran tek tek ulus-devletlerin tarihi olarak kavramlaştırılamayacağı, aslında bütün ulusların tarihinin birlikte insanlığın tarihini oluşturduğu iddiasıdır. Buna göre, tarihin sadece milletler, daha özelde ise onların siyasal varlığını ifade eden devletler ekseninde incelenmesi, küresel tarihin insanlığın bütününü kapsayıcı bir olgu olduğunu

(24)

16

önemsizleştirmektedir. Bu çerçevede ulusal tarih, artık küresel tarih içinde konumlandırılmaya çalışılmaktadır.22

Bu çerçevede modern dönemdeki tarih yazımının, iki temel dinamiği olduğu ileri sürülebilir. Birincisi modern devletin ortaya çıkışıdır. Yukarıda da ifade edildiği üzere 1648 yılındaki Westphalia Antlaşması, Avrupamerkezli modern devletin gelişim tarihindeki en önemli olay olarak ifade edilir. İkincisi ise küreselleşme ile beraber Batı tipi tekil medeniyet algısının dayatması karşısında modern devletin kendisini dünya konjonktüründe sağlam bir yere oturtma gayretidir.

Medeniyetin kavramı tekil biçimde kavramlaştırılmaktadır. Amaç bugün “Batı medeniyeti” olarak tanımlanan olgunun, insanlık tarihindeki birikimin geldiği son aşama olarak algılatılmak istenilmesidir. Temelde sıklıkla ifade etmeye çalıştığımız Batı medeniyeti, aslında kendisinden önceki medeniyetlerin kazanımları üzerine kurulmuştur, başlı başına Batılıların oluşturduğu medeniyet olarak değerlendirilemez. Sami dinleri olan Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam, antik Orta Doğu ve Akdeniz medeniyetleri ve Roma, bugünkü Batı medeniyetinin kurucu unsurları olarak ele alınabilir. Elbette kurucu unsurların sadece bunlarla sınırlandırılması da söz konusu değildir. Sonuçta antik medeniyetler daha uzaktaki başka medeniyetlerle alışveriş gerçekleştirmiştir. Bu kapsamda tekil kavramlaştırma bağlamında Batı medeniyeti, insanlığın ortak mülküdür ve tekelleştirilemez. Bu durumda Batı medeniyeti ötekilerle sürekli bir rekabet hâlindedir ve kendisini yenilemek zorunda kalmaktadır denilebilir. 23

Çeşitli yollarla 16. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa’da şekillenmeye başlayan ve günümüzde bütün dünyada yaygınlaşan, egemenlik ve ülkeselliğe dayanan modern devletin temel özellikleri tarihsel bağlamdan kopartılmış ve bunlara evrensel bir geçerlilik atfedilmiştir. Böylece modern devletler sistemi Batı’yla özdeşleştirilmiştir. Bu bağlamda Avrupa merkezcilik sonuçta ideolojik bir tercihtir ve modern tarih yazımının yadsınamaz bir niteliğidir. Antik Yunan, bugün Yahudi-Hristiyan ve antik Roma ile birlikte, Batı toplumunun dayandığı üç temelden

22

Ayrıca bkz.Iriye, A. (2012). World into globe II: The history of history since 1990s. Globality Studies Journal, 30, 1-5.

23Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezi için bakınız: Huntington, S. (1993). The clash of

(25)

17

dayanaktan biridir. Ekseriyetle genel kabul görüşe göre de Batı’nın ayrıcalıklı konumu ve öteki toplumlara üstten bakışı bu noktadan başlar. Çünkü Yunan site devletinde siteye mensup bireyler (erkekler) sitenin onurlu yurttaşları olarak kabul edilirken site dışındaki alanda yaşayan diğer toplumlar “barbar” olarak kategorize edilmiştir. Barbarlar yönetilmeye muhtaçtır ve köleleştirilmeye müsaittir. Bu anlayış, Avrupalıların yükselişe geçmesiyle birlikte Avrupa dışı toplumlara bakışın tarihsel temelini hazırlamış olur. Aslında bu Avrupa merkezci tarih yazım geleneğini anlamamız noktasında çok önemli bir temel taşı oluşturmaktadır. Burada sadece Batı dediğimiz coğrafyanın antik medeniyetlerin kadim kültürlerini kendilerine hasretmesinin, sahiplenmesinin bir adım ötesinde anlatageldiğimiz mevcut modern devlet sistemi ile polis olarak adlandırılan yapı arasında bir uyuşmanın da söz konusu olması konunun anlaşılırlığı bize farklı bir pencere de açmaktadır.

Yunan polis yapılanmasından 15. yüzyıl sonuna doğru geldiğimizde Avrupa, ciddi anlamda içinde bulunduğu coğrafyanın dışına genişlemeye başlamış, böylece bugünkü anlamda Avrupa merkezcilik yaklaşık altı asırlık dönemde birtakım çeşitli aşamalardan geçerek inşa edilmiştir. Doğa üzerinde yıkıcı ve yağmacı bir anlayış geliştirmeye başlamıştır. Kolonileştirme, köleleştirme ve yağma-talan bu anlayışın doğal sonuçları arasında sayılabilir. Avrupa “kendi kendine yeter” toplum olmaktan çıkarak önce yağmaya, ardından ise ticarete, üretime ve sömürüye yönelmiştir. Zaten Avrupa’daki ilk sermaye birikimleri İspanyollar ve Portekizliler tarafından yapılmış, daha sonra bu sermaye önce İngiltere daha sonra ise Fransa’da üretim sürecine geçilmesinde kullanılmıştır. Avrupa’da feodal sistemin yıkılmasında ticaretin gelişmesi önemli etkenlerden biridir. Yerel sınırların dışına taşan ticaret, modern ulus-devletin ortaya çıkışında işlevsel bir görev üstlenmişir. Böylelikle ekonomik ve siyasal yapı arasındaki etkileşim Avrupa’nın Orta Çağ’dan çıkışına zemin hazırlamıştır.

17. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın gittikçe artan maddi gücü, onun aynı zamanda düşünsel alandaki etkinliğinin yükselmesini beraberinde getirmiştir. 18. yüzyıla gelindiğinde “Aydınlanma” felsefesi pek çok alanda kendini göstermiş ve

(26)

18

bütün insanlığa öncülük iddiasına sahip olmuştur.24

Özellikle 19. yüzyılda ivme kazanan sanayileşme, dünyanın diğer bölgelerinde Avrupa’nın bu ekonomik gücünü hızla yükseltmiş ve diğer taraftan bu durum Avrupamerkezci bakış açısının inşasına katkı sağlamıştır. Bu bakış açısına katkı sağlayan bir diğer durum da 19. yüzyılda hız kazanan emperyalizmin “ilerleme” düşüncesiyle birleştirilmiş ve meşrulaştırılmış olmasıdır. “Avrupa mucizesi”, “Yunan mucizesi” Avrupamerkezci biçimde süslenmiş ve hikâyeleştirilmiştir. 20. yüzyıl başına gelindiğinde ise dünya ekonomisine baktığımızda bu sahadaki güç dengesinin tamamen Avrupamerkezli hâle geldiği görülmektedir. Bu gelişmeye paralel olarak başta tarih yazımı olmak üzere fiziki ve sosyal bilginin üretilmesinde ve yeniden işlenmesinde Avrupa’nın öncülüğü ve merkezî konumu sağlamlaşmıştır.

Batı ‘Avrupamerkezli’ medeniyetin dünyaya genişleme ve onu denetimi altına alma serüveninde en dikkate değer kırılma noktası, elbette Sanayi Devrimi’dir ki bu gelişme, hiç şüphesiz Avrupa’nın daha önceki medeniyetlerden farkını oluşturmuştur. Sanayi Devrimi’nden sonra Batı Avrupanın bu yayılım ve genişlemesi sömürgecilik veya emperyalizm olarak nitelendirilir. Sonuçta Avrupa, sanayi devriminin yol açtığı gelişmeler sayesinde daha önceki medeniyetlerin yapamadığı bir şeyi yaparak dünyadaki bütün coğrafyaları içine alan bir sistem kurabilmiştir. Bugün itibarıyla artık dünyadaki hemen hemen bütün toplumlar, Avrupa’nın sahip olduğu gelişmişlik ve refah düzeyine ulaşabilmenin hesaplarını yapmaktadır. Avrupa medeniyeti, kendisini, ulaşılması gereken bir standart olarak herkese kabul ettirmiştir.25

Arkeolojik gelişmeler Avrupa’da ortaya çıkmış ve çok uzun bir süre, 19. yüzyılın sonlarına kadar o bölgede kalmıştır. Bu durum geçmişe küresel boyutta bakmayı içeren ve sahiplenmeyi de beraberinde getiren bir olgudur. 18. yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa modelini almaya çalışan ülkelerde “Batılılaşma Paketi” olarak tanımlanan şekliyle Arkeoloji de giderek yaygınlaşmaya başlamıştır. Mehmet Özdoğan Arkeolojinin Yeri ve 21.yüzyılda Yeni Arayışlar kitabında 18.yüzyılın sonlarında yapılmaya başlanan ilk arkeolojik çalışmaların, Latin Amerika’da,

24 Ayrıca bkz: Buzan, B., & Lawson, G. (2013). The global transformation: The nineteenth century

and the making of modern international relations. International Studies Quarterly, 57(3), 62-634.

(27)

19

İspanyol ve Portekiz imparatorluklarından bağımsızlığını kazanmış yeni devletlerin kendilerine ‘ulus bilinci’ yaratma kaygılarıyla yaptıklarını söylemektedir. Benzer kaygılarla, Osmanlı Devleti’nden ayrılan Romanya, Yunanistan ve Mısır’ında bağımsızlıklarını alır almaz ilk oluşturdukları kurumların başında arkeoloji teşkilatları geldiğini ifade etmektedir.26

Aynı durum Osmanlı Devleti’nde 19.yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren daha öncede sıkça yinelediğimiz gibi Batılılaşma hareketiyle birlikte, Batılılaşmanın olmazsa olmaz bir öğesi olarak gelişme göstermiştir.

Osmanlı Devleti toprakları Avrupalılar arkeolojik çalışmalara başladığından itibaren ilgi odağı olmuştur. Osmanlılar gelişmiş arkeolojilerin içinden bilinçli bir seçime gitmeden klasik arkeoloji dediğimiz Yunan ve Roma uygarlıklarına yönelik arkeolojiyi almışlardır. Belki de bu sebeple İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin mimarisi tümüyle Yunan tapınaklarına benzer bir şekilde yapılmıştır. Osmanlı arkeolojisi bazı istisnalar olmakla birlikte Hellenistik-Roma uygarlığı üzerinde yoğunlaşmıştır. Arkeolojiye sonradan başlayan diğer devletler ile Osmanlı arkeolojisi arasında çok önemli temel bir fark vardır; diğer devletler arkeolojiye ulus bilinci oluşturmak için başlamış ve çalışmalarının ağırlığını belirli bir döneme odaklamıştır. Osmanlı Devleti’nde ise bu durum diğer devletlerde olduğu gibi kendi geçmişini kanıtlamak için değil, çağdaş, Batılı olmanın bir öğesi olarak başlamış ve seçimi de ona göre yapılmıştır.27

Türkiye’de arkeoloji ile ulusal politikanın özdeşleştirilmesi Cumhuriyet döneminde ortaya çıkmıştır. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde başlayan ulusal kimlik arayışı Atatürk’ün kişisel yaklaşımıyla Cumhuriyetin ilk yıllarında, devlet geçmişe yönelik bir resmi politika oluşturmaya başlamıştır. Anatolizm olarak tanımlanabilecek bu yeni kimlik; etnik bir kimliğe değil toprağa bağlı yeni bir kurgudur. Türk aydınlarını ister istemez ulusal bir kimlik arayışına yöneltmiştir. Bulunulan coğrafyadan umudunu kesen bazı aydınları ise bu durum onlara dayanak bulma arayışı içinde, Orta Asya’ya yöneltmiş, “Turancılık” olarak da tanımlanan Pan Türkist akımları geliştirmiştir. Buna karşılık bu süreç içinde çözümü Anadolu topraklarında gören Atatürk ve çevresindeki birkaç arkadaşı, Turancılık akımına karşı bir tez olarak “Anadolu’culuğu” ileri sürmüşlerdir ve yeni kurulan

26 Özdoğan, 2008: 31-32. 27 Özdoğan, 2008: 33.

(28)

20

Türkiye Cumhuriyetini Anadolu ile özdeşleştirmişlerdir. Atatürk’ün önderliğinde geliştirilen tarih tezinde Sümerler ve Hititlerin Türk kimliği ile özdeşleştirilmesi, bu tezin dayanağını oluşturmuştur. Bu politika Turancı kesimin hoşuna gitmiş ve hemen benimsenmiştir. Ancak bu kesim, hiçbir zaman Anadolu’daki Türk-İslam dönemi dışındaki kültürlere sahip çıkılmasını hazmedememiş, Yunan-Roma ve Bizans dönemlerine ait ören yerlerinde devletin yaptığı kazılara her fırsatta karşı çıkmıştır.28

Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923-30 yılları arasında köklü bir şekilde başlattığı siyasi, sosyal ve kültürel Batılılaşma/Avrupalılaşma çabalarına rağmen, tarih anlayışında Avrupamerkezci tarih telakkisine karşı “Türk merkezli tarih” inşa etmesini Halil Berktay, “az gelişmiş ülke ve ulusların merkezin tarih ideolojisine karşı çarpıcı ve başarılı bir örnek” olarak değerlendirmektedir.29

Diğer taraftan dönemine göre değerlendirdiğimizde ise Atatürk’ün teşviki ve teşebbüsleri ile 1930’da başlayan bu yeni tarih hareketi oluşumu Avrupa standartlarına karşı çıkar ölçektedir. Devlet insiyatifi ile yazdırılan Türk Tarihinin Esasları kitabı, tarihte ne yapılmak istendiğini hangi maksatla yazıldığını açıkça ortaya koymaktadır. Kitapta Türklerin dünya tarihindeki rolleri hakkında bilgi verilirken bilhassa Fransızca kitaplar kaynak olarak kullanılmıştır. Çünkü ülkemizde genel kabul gören tarih görüşlerinin hemen hepsinin Fransızca kaynaklardan iktibas olduğundan mevcut yanlış bilgilerin de yine Fransız âlimlerinin verdikleri delillerle tashihinin tercih olunduğu özellikle belirtilmektedir.30

Türkiye’de 1930’da hâkim olan bu tarih görüşü hakkında, Cumhuriyet’in yeni nesillerine aktarılabilmesi adına Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti tarafından 4 ayrı tarih kitabı yazıldı ve liselerde okutulmaya başlanmıştır. Avrupamerkezci tarih çalışmalarında, Türklerin Moğollar gibi sarı ırktan oldukları ve hiçbir medeniyet yaratmadıkları iddialarına karşı, tarih ders kitaplarında Orta Asya’nın, medeniyetin beşiği olduğu, ilk uygarlık emarelerinin burada yaşayan Türkler tarafından oluşturulduğu ve iklimde yaşanan değişimler sonucunda dünyanın değişik

28 Özdoğan, 2001: 31-35. 29 Satan, 2013: 334.

30 Afet Hf. vd., 1930:1-2. Bu eser, Türk Ocağı “Türk Tarihi Heyeti azalarından Afet Hf. ile Mehmet

Tevfik, Samih Rifat, Akçura Yusuf, Dr. Reşit Galip, Hasan Cemil, Sadri Maksudi, Şemsettin, Vasıf ve Yusuf Ziya Beyler tarafından iktitaf, tercüme ve telif yollar ile yapılmış bir teşebbüstür. “Türk Tarihi Heyeti”nin başka azalarının ve mevzu ile alakalı zatlerin mütalea ve tenkit nazarlarına arz olunmak üzere yalnız yüz nüsha basılmıştır.” (Kitabın kapağından)

(29)

21

bölgelerine taşındıkları ileri sürülmüş; bu prehistorik devirlerde yaşanan göçlerle de Anadolu’nun ilk sakinlerinin Türkler olduğu vurgulanmıştır.31

Tarih çalışmaları hem Türklerin hem de Türkiye’nin tarihine yönelik idi. Çünkü 1930’ların dünyasında hâlen bir ülkenin sahipliğine ilişkin “tarihî haklar” görüşü ağırlıklı olarak kabul görmekteydi. Bu yaklaşım da genç Cumhuriyet’i Anadolu tarihini Türkleştirme gayretine itti.32 Bu durumu etki-tepki ilişkisi içerinde değerlendirmek konuyu anlamamızı zorlaştıracaktır.

Avrupanın Grek Roma tarihi ile ilgilenmesi Rönesans çağının “Hümanizma” hareketinin neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Hümanizma, Hellen ve Latin kültürlerini en yüksek kültür örneklerini ve insanın temel niteliklerini geliştirmeyi hedefleyen yönelimlerin bütününü kapsamaktadır.33

Avrupa’nın Doğu’yla olan bağlantısını reddetme eğilimi ve Avrupa merkezli tarihçiliğin temelleri, feodalizm ve rönesans aracılığıyla kapitalizme az çok düz bir çizgi halinde ilerleyen arkaik toplum ve antikçağ kavramlarıyla başladı. 7. yüzyıldan itibaren de İslamın yayılmasına, haçlıların uğradığı yenilgilere ve hrıstiyanların Bizansı kaybetmesiyle iyice ağırlaşan bu eğilimler “köken” ve etnik merkezciliğe ilişkin daha genel sorunlara kadar uzanmıştır. Batılı deyiminin altında bir birlik– bütünlükten yoksun olan bu toplulukların Doğu ile tanışması ve Doğu’nun zenginliklerini hunharca yağmalamaları ilk Haçlı Seferleri ile olmuştur. O dönemde Avrupa’yla Asya arasındaki çekişme, Hristiyan Avrupa’yla Müslüman Asya arasındaki karşıtlığa bürünmüştür. Baştan itibaren İslam, Avrupa’ya karşı, Akdeniz ve çevresi için yalnız askeri değil, aynı zamanda ahlaki ve manevi bir tehdit olarak da görüldü.34

11.–13. y.y.lerde belirmeye başlayan, 14. yy’den itibaren özellikle ozan F. Petrarcanın (1304–1374) etkisiyle İtalya’da gelişen Hümanizma hareketi çevresinde Ortaçağda neredeyse unutulmuş olan antik edebiyatla ilgili el yazmaları antik Lâtince eserler araştırılmaya başlanmış; 15. y.y.de, özellikle İstanbul’un Türkler tarafından alınmasından sonra, Hellence bilgisi ve Hellence eserlere ilgi önemli ölçüde 31 Yazıcı, 2011: 197-219. 32 Satan, 2013: 337. 33 İplikçioğlu,1997: 28. 34 Goody, 2012: 32, 72, 340, 361-363.

(30)

22

artmıştır. Bu konuyla alakalı olarak da Hollandalı Erasmus (1469–1536) ve J. J. Scalıger (1540–1609) antik eserlere ilişkin ilk önemli edisyonları gerçekleştirmişlerdir. Daha sonra Antik yazarların eserlerinden yararlanarak; Roma Devletinin tarihi üzerine yaptıkları çalışmalarla; Floransalı ünlü devlet teorisyeni Niccolo Macchiavelli (1469–1527) ve Fransız düşünürü Charles de Secondat Montesquieu (1689–1755) 1784 yılında yayımladığı “Romalıların Büyüklüğünün Nedenleri ve Çöküşleri Üzerine Düşünceler” adlı eseriyle bu geleneği devam ettirmişlerdir.

Eski Batı tarihi araştırmalarında Alman ekolünün etkinliği ise klâsik arkeolojinin kurucusu sayılan Johann Joachim Winckelmann (1717–1768) ve düşünür, teolog ozan Johan Gottfried Herder (1744–1803) ile başlamaktadır. Bugün Winckelmann’ın Antikçağ sanatına ilişkin üslûp kavramları ve dönemlerini ortaya koyduğu, 1764’de yayımladığı Geschichte der Kunst des Altertums (Eskiçağ Sanatı Tarihi) adlı eseri bugün klasikler arasında yerini almıştır. Yine Roma hukuku ve yazıtlar üzerine Theodor Mommsen “Römische Geschichte” (Roma Tarihi) adlı çalışmasıyla Roma tarihçiliğini doruk noktasına ulaştırmıştır. Makedonya kralı Büyük İskender’in tarihini ilk kez nesnel ölçekte inceleyen kişi Alman Johann Gustav Droysen (1808–1884) olmuştur. Droysen 1833’te çıkan Geschichte Alexanders (İskender Tarihi) adlı eserin yanı sıra, 1836–1843 yılları arasında 2 cilt halinde çıkan Geschichte des Hellenismus adlı eseri ile “Hellenizm” i Eskibatı tarihi araştırmalarında bir kavram olarak ortaya çıkarmıştır. Eskibatı tarihinin bu önemli dönemi, Droysen’e gelinceye kadar bu açıdan değerlendirilmemiştir. Burada bu noktada asıl irdelenmesi ve araştırılması gereken konu Hellenizm kavramının içeriği ve doğruluğu olmalıdır.

Droysenin ortaya attığı Hellenizm kavramı ile yüceltilen Batının üstünlüğü, Herder ve Hölderlin ile beraber, yeni Hümanizma’nın gerçeklerden uzak, idealist ve duygusal Hellen hayranlığının kırılmasında Yunanistan ve Anadoluda yapılan sistematik kazılar önemli gelişmeler olmuştur. Bu kazılar, bugün pek çok eleştirilere maruz kalan Alman H. Schliemann’ın Troia, Mykenai ve Tirynsdeki çalışmalarıyla yeni bir ivme kazanmıştır. 1874 yılında Almanların Yunanistan’da Olympia’da başlattıkları kazılarda bu yeni gelişme zincirinin halkalarından birini oluşturmuştur.

(31)

23

1878 yılında Almanya’da “Alman Arkeoloji Enstitüsü” (DAI) kurulmuş; bu enstitü daha sonra Roma, Atina, İstanbul, Madrid, Kahire, Tahran ve Bağdat’ta çalışmalarını kolaylaştırmak için şubeler açmıştır. 1898 yılında “Avusturya Arkeoloji Enstitüsü” (ÖAI); 1904 yılında Atina, İzmir ve Kahire’de kendi şubelerini açmıştır. Ephesos Avusturya kazıları, bugün Türk Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü ile işbirliği halinde Türkiye’nin en büyük arkeoloji kazısı olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Almanlar Bergama, Miletos, Priene, Didyma ve Boğazköy (Hattuşaş)’de kazılara başlamışlardır ve buradaki uğraşılarını bugün de sürdürmektedirler. Bununla ilişkili olarak Biblical Archaeology de dahil olmak üzere üstte belirttiğimiz kurumların Anadolu’da yaptığı çalışmalarla ilgili C.W.Ceram, Tanrıların Vatanı Anadolu kitabında gerekli bilgileri bulabiliriz.35

Sümer Dönemi ile ilgili ilk buluntuların ortaya çıkarıldığı Tello’da 1877 yılından itibaren E. De Sarzec yönetiminde kazılar yapılmıştır. Bu arada Babylonia– Assur bölgelerinin dışında, J. De Morgan Susa’da yaptığı çalışmalarda; Babylonia ile yakın ilişkilerine rağmen kendine özgünlüğünü koruyabilmiş olan Elam Kültürü’nün araştırılmasında ilk önemli adımları atmıştır. Eski Önasya orijinal yazılı belgelerin değerlendirilmesiyle ilgili ilk ve önemli adım ise, G. F. Grotefend (1775–1853)’in 1802 yılında, Eski Pers Dili ile yazılmış çivi yazılı belgeleri kısmen de olsa deşifre etmesiyle atılmıştır. Bu eski Persçe metnin çözümü, konu ile 1835’den itibaren ilgilenmeye başlayan İngiliz H. C. Rawlinson tarafından tamamlanmıştır. Üç yazı dili Elamca, Babil–Asur ve Sami diller grubuna giren Akkadca ile kaleme alınmış olan bu metinlerin dilinin çözülmesiyle de aynı zamanda Assiriyoloji Bilimi’nin de temelleri atılmıştır. Yine Hitit Dilinin çözülmesi 1917’de Çek bilgin B. Hrozny tarafından gerçekleştirilmiştir. Eski Mısır’ın araştırılmasını amaçlayan ve amaçla da Ejiptoloji’yi kuran Fransız Jean–Francois Champollion (1790–1832) Mısır hiyerogliflerini ilk çözen kişi olmuştur.

Birinci Dünya Savaşı nedeniyle bu araştırmalara ara veren Batılılar savaş bittikten sonra kazı çalışmalarına tekrar başlamışlardır. Doğu Akdeniz kıyısı, Orta Fırat Bölgesi ve Anadolu’da yaptıkları kazı ve araştırmalarla tekrar büyük ilgi uyandırmış ve ses getirecek çalışmalara imza atmışlardır.

35

Referanslar

Benzer Belgeler

Ud icrasına farklı bir an­ layış getirmeye çalışan, bu saz için yeni kullanım alanlarının öncüsü sayabileceğimiz Şerif Muhiddin Targan ne yazık ki

Bu asil an’anenin en sadık nigeh- banlarından olan Galatasarayın güzide evlâtları, bu senenin ihtifalini tertip eder­ ken, ilhamlarını daha nimetşinas bir men-

Sivil toplum kurulufllar› (STK’lar), Uygulama Plan›, yoksullu¤u çok boyutlu bir yaklafl›mla ele ald› ve onu enerjiye eriflim, su ve halk sa¤l›¤› ve biyolojik

Yeni sistemde, mevcut memurların durumu değişmeyecek; mevcut memurlar, çalıştıkları her yıla karşılık yüzde 3 aylık bağlama oranına (ABO) tabi olurken, yasa

yüzyılın sonlarına kadarki Osmanlı – Bizans İmparatorluğu arasındaki siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel ilişkilerin anlatıldığı Osmanlı Kaynaklarına

Köknel, “Böyle bir ödülü Üsküdar Üniversitesi tarafından almış olmam benim için ayrıca bir mutluluk, gurur ve onur kaynağı oluyor çünkü 40 yıldır

Makalenin amacı, son yıllarda Türkiye’nin üyeliği ile ilgili Avrupa Birliği ülkelerindeki akademik ve siyasi çevrelerce yapılan tartışmaların tarafsız olarak

Soma Kömür Havzası gibi düşük kalorili (2.500- 4.500 Kcal/kg), yüksek kükürt içerikli ve metan içeren kendiliğinden yanmaya elverişli kömür yatak- larında her