• Sonuç bulunamadı

5. TÜRKİYE’DE ESKİÇAĞ TARİHÇİLİĞİNİN AVRUPAMERKEZCİ GELİŞİMİ

5.1.1. Cumhuriyetin İlk Yıllarındaki Gelişmeler

1924 yılında eğitim-öğretim müfredatında yapılan yeni düzenlemelere göre, liselerin ikinci döneminde her sınıfta ikişer saat olmak üzere, üç yılda toplam altı saat tarih okutulmaktaydı. Konular, dördüncü sınıftan altıncı sınıfa kadar kronolojik olarak işlenmiştir. İlkçağ’dan başlayan dördüncü sınıf programı, eski Doğu milletleri (Mısırlılar, Keldani ve Asuriler, Fenikeliler, Hititler, İranlılar, İbraniler) ve medeniyetlerinden başlıyordu. Yunanlılar (Adalar Denizi Medeniyeti) ve Romalılara etraflıca yer verildikten sonra, Ortaçağ’da Barbarlardan, Avrupa devletleri ve medeniyetlerinden bahsedilirken 13-15. yüzyıllarda “Avrupa ile münesabatımız nokta-i nazarından” Türk tarihine yer veriliyordu. Beşinci sınıf programı Yeniçağ’da Avrupa ve Osmanlı tarihi ile Fransız İhtilali’ninden müteşekkildi. Altıncı sınıfta Yakınçağ (Asr-ı Hazır) Tarihi çerçevesinde Viyana Kongresi’nden başlayarak Avrupa’daki gelişmeler, “Ondokuzuncu Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu bugünkü Türk alemine umumi bir nazar”, “Medeniyet-i hazırânın evsaf-ı umumiyesi” gibi konular yer almaktaydı. Ayrıca, son sınıfta yalnız Edebiyat şubesinde haftada yalnzıca iki saat Türk Medeniyet tarihi dersi okutuluyordu.168

Anlaşılacağı üzere, 1924 yılındaki programa göre liselerde Avrupa merkezli bir tarih öğretimi verilmekteydi. Programda, Türk tarihinden ziyade, Genel tarih ve Avrupa tarihine

166 Jorge, 2005: 34. 167 Sezer, 1998: 107.

73

öncelik verilmekteydi. Bu programın öncekinden en önemli farkı ise İslam tarih ve medeniyetine yer verilmemiş olmasıydı.169

1924 yılında kabul edilen Tevhid-i

Tedrisat Kanunu ile öğretim birliği sağlanmış, medreselerin kapatılması ile de eğitimdeki ikilik sonra erdirilmişti. Eğitimdeki yenileşme çabaları çerçevesinde Darülfünun-u Osmanî adlı yükseköğretim kurumu İstanbul Darülfünunu adı altında yeniden yapılandırılmıştır. Ancak Cumhuriyetin ilk yıllarında kendisinden çok şey beklenen bu kurum, istenilen sonucu verememiştir. Darülfünun çeşitli konularda eleştiriye uğramaya başlamasının ardından İstanbul Darülfünunu’nun kapatılarak yerine çağdaş yeni bir üniversite kurulmasına karar verilmiştir. Atatürk’ün direktifleri ile İstanbul Darülfünunu kapatılarak yerine İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi kurulmuştur. 1933 yılında yapılan üniversite reformu ile üniversitede hem yapı hem de çalışma şekli bakımından köklü bir yenileşme amaçlanmıştır. Hazırlanan yönetmelik ile tıp, hukuk, edebiyat ve fen fakültelerinden oluşan üniversite, araştırma yapmak, millî kültür ve yüksek bilgiyi genişletmek, yaymaya çalışmak, devlet ve ülke hizmeti ve işleri için uzman elemanlar yetişmesine yardımcı olmak görevi ile yükümlü kılınmıştır. Atatürk, İstanbul Üniversitesi’nin açılışı münasebetiyle kendisine çekilen telgrafa şu şekilde karşılık vermiştir: “İstanbul Üniversitesinin açılmasından çok sevinç duydum. Bu yüksek bilim ocağında, kıymetli profesörlerin elinde Türk çocuğunun eşsiz zekâ ve eşsiz yeteneğinin çok büyük gelişmelere erişeceğine inanıyorum.” İstanbul Üniversitesi dört fakülte ile kurulmuş, İlahiyat Fakültesi kaldırılmış, onun yerine Edebiyat Fakültesi içinde bir “İslam Tetkikleri Enstitüsü” kurulmuştur. Yeni üniversitenin kurulması ile çağdaş bir yükseköğretimin oluşturulması amaçlanmıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında gerek yabancıların izindeki Osmanlı mirası, gerekse inkılapların radikalliğinin rüzgârı ile eğitim-öğretimde batı etkisi yoğun şekilde görülmüş olup, bu etki zamanla, inkılapların milletçe benimsenmesi ve milli unsurlar yüklenmesi ile azalmıştır.

Üniversite reformundan bir yıl sonra, 1934’ten itibaren İstanbul ve Ankara’da fakülte ve yüksekokullarda İnkılâp Tarihi hakkında ders ve konferanslar verilmeye başlanmıştır. Amaç, Avrupa’da yayılmaya başlayan totaliter rejimlere karşı

74

üniversite gençliğini aydınlatmak ve onların Cumhuriyet emellerine ve inkılâplarına bağlılıklarını sağlamaktı.170

İlk defa İstanbul Üniversitesi’nde başlatılan çalışmalarla ilgili bir haberde, “Maarif Vekâleti, inkılâp fikriyatının bütün tahsil derecelerinde temel olmasına büyük önem atfettiğinden yeni ve mühim bir karar daha vermiştir. Bu karara göre üniversitede bir İnkılâp Enstitüsü tesis edilerek Türk inkılâbının malî, içtimaî, hukukî ve iktisadî esasları ve istikametleri ders halinde okutulacaktır”171 denilmektedir.

Yukarıda da söz ettiğimiz gibi Cumhuriyet’in ilk yılarında tarih alanındaki ilk ve en önemli gelişme diyebileceğimiz olay şüphesiz Türk Tarih Kurumu’nun kurulması olmuştur. Bu kurumun kurulması Türk tarihinin ve medeniyetinin her alanda bütün yönleriyle, birinci elden kaynaklarla bilimsel bir yol izlenerek ortaya çıkarılmasını sağlayan, belirli bir plan ve program dahilinde yürütülen ilk önemli hamle olmuştur.172

1930’lu yılların başında tarih alanındaki çalışmalar için Türk Tarih Kurumu’nun kurulmasının ardından Türk tarihi çalışmaları başlamıştır. Bu yıllar devlet ricalinin ve bilimle uğraşanların dikkatlerini bu alanda yoğunlaştırdıkları bir yıl olmuştur. Bu yıllarda bilim camiası tarafından 23 Nisan 1930’ da yapılan Türk Ocaklarının VI. Kurultayı, Türk Tarih Kurumu’nun kuruluşuna temel teşkil etmiştir.173

Uluğ İğdemir’in ifadeleri Türk Tarih Kurumu’nun kuruluş sürecini su şekilde anlatmaktadır:

“23 Nisan 1930 da Ankara’da Türk Ocakları merkez heyetinin yeni binasında

(şimdiki Halkevi) toplanmış olan Altıncı Türk Ocakları Kurultay, Türk Tarih Kurumu’nun kurulusuna ilk temel tasını atması bakımından önem taşır. Atatürk’ün işaretiyle Aksaray Murahhası ve Musiki Muallim Mektebi tarih muallimi Afet Hanım, Atatürk’ün de hazır bulunduğu 28 Nisan Pazartesi günkü kurultay toplantısında söz

170

Ülken, 1974: 194.

171 “ Üniversitede Bir İnkılâp Enstitüsü Açılacak”, Cumhuriyet, 21 Haziran 1933 172 Çoker, 1983:1.

75

alarak, Türk tarihinin eskiliğinden, Türk milletinin kurduğu büyük medeniyetlerden bahseden bir konuşma yaptı ve kırk imzalı bir takrir verdi.”174

Kurumun çekirdeğini oluşturan “Türk Ocağı Türk Tarihi Tetkik Heyeti” bir yıl sonra Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti adını almıştır. İlk başkanı M. Tevfik (Bıyıkoğlu), başkan yardımcıları ise İstanbul Mebusu Yusuf Akçura, Çanakkale Mebusu Sami Rıfat’dır. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin 1931 Nisanı’nın başlarında Türk Ocakları’nın kapanması üzerine Türk Ocağı Türk Tarihi Tetkik Heyeti’nin bir niteliği kalmamış olduğundan, aynı kurul o zamanki dernekler kanununa göre İçişleri Bakanlığı’na başvurarak 15 Nisan 1931’de “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” ni kurmuştur. Dil devriminin ardından bu cemiyetin adı, Atatürk tarafından 1935 yılında Türk Tarih Kurumu’na çevrilmiştir.175

Kurtuluş Şavaşı sürecinde 1919 yılından 1927’ye kadar değişen toplumsal yapının ardından ulus bilincinin yaratılması amacıyla Türk tarihinin araştırılması işini sistemli bir şekilde ele alan Atatürk Türk Tarih Kurumu’nun çalışmalarını genişletmiştir.176

Bu kurumun amacı, Türk ve Türkiye tarihini, bunlarla ilgili konuları, Türklerin medeniyete hizmetlerini, bilimsel yollarla incelemek, araştırmak, tanıtmak, yaymak ve yayımlamak, olan Türk Tarih Kurumu, kurulusundan itibaren bu amaç doğrultusunda hem üyelerinin, hem de tarih alanında çalışan diğer bilim adamlarının yaptıkları bilimsel çalışmaları günümüze kadar yayımlamıştır. Otuz dizide toplanan yayınlar arasında Arşiv Belgeleri, Kazı Raporları, Tıpkıbasımlar, Türk Tarihinin Kaynakları, Atatürk ve Yeni Türkiye, Proje Yayınları ve Görsel Yayınlar, Dünya Tarihi, Kongre Yayınları, Osmanlı Kronikleri bulunmaktadır.177

İlerleyen süreçlerde ise Türk tarihi problemleri üzerinde çalışmalara başlanmıştır. Özellikle; Afet İnan’ın Fransız kitaplarındaki yaptığı okumalara ilişkin Atatürk’e yönelttiği şu “1928 yılında, Fransızca coğrafya kitaplarının birinde, Türk

ırkının sarı ırka mensup olduğu ve Avrupa zihniyetine göre ikinci “secondaire” nevi bir insan tipi olduğu yazılı idi. Kendisine gösterdim. Bu böyle midir? Dedim”

174 İğdemir, 1944: 19-20. 175

Behar, 1996:11-15; Tarhan, 1995: 23-24, tam liste için bknz: Uluğ İğdemir, “Türk Tarih Kurumu’nun Kısa Tarihçesi”, Ülkü, C.VII, S.75, 1. Tesrin, 1944, s. 20-21.

176Bittel, 1939: 203-205; Bayur, 1939: 267-268; Çambel, 1939: 269-272. 177Göker, 1948:1; Çoker, 1983: 1-7.

76

şeklindeki soru ile yeni bir takım çalışmalar başlatılmıştır. Türklerin ikinci Türkiye’nin en eski halkı kimlerdir, Anadolu’da en eski uygarlık kimler tarafından ve nasıl kurulmuştur, Etiler ile Türklerin alakası nedir, Türklerin dünya tarihi ve uygarlığında bulunduğu yer neresidir, İslam tarihinde Türklerin gerçek kimliği ve rolü ne olmuştur gibi sorular üzerinde duruldu. ‘Türkler bir aşiret olarak Anadolu’da imparatorluk kuramaz’ fikriyle Anadolu’nun Türklüğü araştırılmaya ve milli tarih çalışmaları başlamıştır. İşte bu çalışmaların ve soruların ardından Türk Tarihi Tetkik Encümeni kurulmuş ve bu kurum öncelikli ve ağırlıklı olarak bu konular ile ilgili çalışmaları yürütmüştür.178

Bu dönemdeki çalışmaların sonucunda, dördüncü bölümde de adından söz ettiğimiz herkesçe bilinen Türk Tarih Tezi ortaya çıktı. Bu tezi şu şekilde kısaca şöyle özetleyebiliriz: “Türk Milleti’nin tarihi, o zamana kadar tanıtılmak istendiği

gibi yalnız Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskiye dayanmaktadır. Türkler sarı ırktan değil, beyaz ırktan insanlardır. Bugünkü yurdumuzun sahipleri, eski kültür kurucuları ile aynı vasıfları taşıyan insanlardır. Orta Asyalıların torunları olan bugünkü Türkler, dünya uygarlığını yaratan insanların soyundandırlar ve bu uygarlığa önemli katkılarda bulunmuşlardır. Dünya uygarlığı, insanlığın ortaklaşa malıdır.”

Türk tarih tezinin ortaya atılma sürecinden sonra bu dönem, Türk tarihi ve Türk dili ile ilgili bilimsel çalışmalar bakımından yoğun geçmiştir. İstanbul Üniversitesi’nin ardından bilimsel çalışma kollarını genişletmek ve yaymak ve Türk Tarih Tezi’nin dayanaklarını güçlü kılacak çalışmaları yapmak için Anadolu’da bir üniversitenin kurulmasına karar verilmiştir. Bunun için amaçları arasında Anadolu’da yaşamış eski kültürleri ve Anadolu coğrafyasını araştırmak olan Tarih, Dil ve Coğrafya Fakültesi’nin kurulması hazırlıklarına başlanmıştır.179

1930’lu yılların başlarında Atatürk’ün talimatıyla, tarih, arkeoloji ve antik diller konularında öğrenim görmeleri amacıyla Almanya’ya birçok öğrenci gönderildi. Bununla birlikte, II. Dünya Savaşı yıllarında ve daha sonrasında Ankara ve İstanbul Üniversitelerinde

178İnan, 1939: 244; 2000:11.

77

çalışan, başta Alman kökenli olmak üzere yabancı bilim adamları da Türkiye’de modern Eskiçağ tarihi, filoloji ve arkeoloji bilimlerinin temellerinin atılmasında önemli rol oynadılar.180

Eskiçağ tarihi ile ilgili araştırmaların temellendirilmesi ve araştırmalar için alanında donanımlı bir neslin yetişmesi ve ilk ciddi araştırmaları üstlenmesi Atatürk döneminde uygulanan bu politika ile gerçekleşti.

Tarih çalışmaları bu şekilde aralıksız devam etmiş sonucunda bir de “Türk Tarihi’nin Ana hatları” ve “Türklerin Medeniyete Hizmetleri” adları ile iki eser oluşturulmuştur. Bu iki kitabın oluşturulmasıyla ilişkili olarak Türk tarihiyle alakalı çeşitli sorunlar üzerinde durulmuştur. Farklı uzmanlar tarafından kaleme alınan yazılar üzerinde uzun tartışmalar yapılmış, Atatürk de bu çalışmaları izlemiş hatta kendi eliyle birtakım düzeltmeler yapmıştır.181

Bu çalışmaları izleyen süreçte daha sonra Ortaokullar için üç, Liseler için ise dört ciltlik olmak üzere “Tarih” ders kitapları yayımlanmıştır. Atatürk tarafından da yeni görüşlerin beyan edildiği bu eser, dünya ve Türk Tarihi’ni kapsıyordu.182

Cumhuriyet ile yeni bir yönetim tarzı kazanan Türkiye’de, Atatürk’ün gerçekleştirmek istediği şey, ulus-devlet temelini güçlendirmek ve millete “ortak kültür ve miras sahibi olmak” bilinci kazandırmaktır. Bu sebeple de “ulusal tarih” e önem verilmiş ve Türkleri birbirine bağlayan: “Tarih, yurt, dil, kültür ve ülkü” bağlarının oluşturulmasında Türk Tarih Tezinden yararlanılması amaçlanmıştır. Fakat 1930’lu yıllarda ortaya atılan bu tezden sonra ulus devleti oluşturma-yönetme süreci geçici olmuştur.

Bu çalışmaları takip eden yine Türk Tarih Kurumu’nun yayınlamış olduğu süreli yayınlardan birisi olan “Belleten” adlı dergi, 1937-1985 yılları arasında üç ayda bir yayımlanmaya başlamıştır. 1985’den bugüne kadar da dört ayda bir yayımlanan Belleten dergisi kesintisiz ve düzenli bir şekilde yayınlanan hakemli bir dergi olma özelliğini korumaktadır. Derginin adını Atatürk kendisi koymuştur. İsmin verilme aşamasında “Bülten” kelimesinin anlamı araştırılmış ve araştırmalar sonucunda derginin adının anlam ve fonetik bakımından Türkçeye en yakın hali

180 İplikçioğlu, 1997: 36. 181 Uzunçarşılı, 1939: 349- 353. 182 Copeaux, 2000: 40.

78

olarak “Belleten” adı uygun görülmüştür.183 Kuruluşundan itibaren de bilimsel araştırmalara ve yayınlara ara vermeden devam etmiş olan Türk Tarih Kurumu; ulusal kongre, sempozyum, konferans ve seminerler gerçekleştirmiştir.

Bu kongreler arasında dört yılda bir düzenlenen Türk Tarih Kongresi’nden ilk ikisi Atatürk’ün başkanlığıyla yapılmıştır. Türk Tarihi konusunda çeşitli fikirlerin tartışmaya sunulduğu 1932 yılı Ankara Halkevi’nde, ulusal düzeyde yapılan I. Türk Tarih Kongresi’nde, kurum üyeleri tarafından tarih tezini açıklayan konferanslarda yerinde ve detaylı incelemeler yapıldı.184

1937 yılında gerçekleştirilen II. Türk Tarih Kongresi’nin ağırlıklı konusunu oluşturan alanlar tarih, arkeoloji, antropoloji ve dil bilimiydi. Genellikle uygarlık tarihi anlayışı çerçevesinde düşünüldüğünden bu alanların önceliği gözetilmiş, ağırlıklı olarak ise tarih öncesi ve tarihin ilk devirleri üstünde yoğunlaşma olmuş diyebiliriz. Bu tarihlerde Arkeoloji ağırlıklı böyle bir kongrenin gerçekleştirilmiş olması dönemin ideolojik sorunları ve ulusçuluk düşüncesi içinde siyasi ve akademik bir zemin hazırlamıştır.1851932 ve 1937 Türk Tarih Kongreleri Türk Tarih Tezi’nin üstünlüğünü ilan ettiği kongreler olmuştur. Tarihsel araştırmalar, ulusal ve bilimsel bir görev olarak algılanmış ve çalışmalar bu minvalde ilerlemiştir. 1932’de yapılan ilk kongrede sunulan Türk Tarih Tezi 1937’deki ikinci kongrede de çoğunluk tarafından benimsendi. Türk Tarih Heyeti 1930 yılının son zamanlarında özel okullar için hazırlanmış olan tarih notlarını da içine alan “Türk Tarihinin Ana Hatları” adıyla 606 sayfalık bir lise tarih kitabı bastırdı ve bu kitap yirmi yıla yakın bir süre liselerde Tarih eğitiminde kullanıldı.186

Atatürk tarih ve arkeoloji çalışmalarına ayrı bir önem vermiş olmasını tarih ve arkeoloji bilimlerinin bir devlet politikası olarak araştırılıp desteklenmesinden anlaşılabilir. 1933 yılında üniversite reformundan sonra bu amaç doğrultusunda açılan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ve 1935’te kurulan Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi bu politikada önemli görevler üstlendiler.

183 İğdemir, 1939: 355-356, Ayrıca bkz: Belleten, Sayı:1, Ankara 1937, s.3-9.

184 Birinci Türk Tarih Kongresi, Matbaacılık ve Neşriyat Türk Anonim Şirketi, İstanbul 1932, s.5-9. 185

Behar 1996:173-174.

186 Behar, 1996: s.11-15; Eyice, 1968: 512-513.; Üstel, 2005: 222- 229.; Bittel, 1939: 203-205.;

Çambel, 1939: 269-272; Göker, 1938:13. Ayrıca Bkz: Étienne Copeaux, Türk Tarih Tezinden Türk-İslâm Sentezine, İletişim yay., İstanbul 2006.

79

Eskiçağ Türkiye tarihinin bizzat sahaya inilerek yapılması gerektiği üzerinde duran TTK, yoğun arkeolojik araştırmalara başlamıştır. Bu araştırmalar neticesinde ise günümüze değin yayımladığı yüzlerce kitabın yanı sıra Belleten ile Eskiçağ Türkiye tarihine ve evrensel Eskiçağ tarihine ilişkin yapılmış araştırmaların bilim dünyasına ulaştırılmasını sağlanmıştır.187

Yukarıda da söz ettiğimiz gibi bu anlamda sahadaki araştırmalara 1933 yılında Ankara yakınlarındaki Ahlatlıbel’de Hamit Zübeyir KOŞAY ve Remzi Oğuz ARIK başkanlığında -Milli Eğitim Bakanlığı adına- başlanmış; 1935’te Çorum’da, Alacahöyük kazıları başlatılmıştır. TTK kazılara finans desteği sağlamış ve kazı raporları kurum tarafından yayımlanmıştır.188

Türk Tarih Kurumu’nun araştırma alanını Genel Türk Tarihi ve Türkiye Tarihi’nin çeşitli dallarından başka Atatürk tarafından belirlenmiş ve saptanmış olan Antropoloji, Arkeoloji ve Prehistorya bilimleri de kapsamaktaydı. Ulusal Tarihin oluşturulması maksadıyla araştırma alanının bu kadar geniş tutulmasında ona yardımcı olacak olan Arkeoloji bilimi varlık kanıtlama aracı olmuştur. Bunun için arkeolojiye destek olmak ve araştırma yelpazesini genişletebilmek için Antropoloji ve Prehistorya bilimleriyle de birlikte çalışmalar yürütüldü.189

Avrupalı tarihçi ve coğrafyacılar arasından bazılarının Türkleri ikinci sınıf bir ırk olarak tanımlamaları da Türk kimliği ile ilgili bir ön yargı oluşturmaktaydı. Bu önyargılar sonucunda da “ Türklerin brakisefal ırka mensup olduğu ve Mısır, Anadolu, Ege ve Mezopotamya gibi coğrafyalarda büyük uygarlıklar kurmuş oldukları” savı ön plana çıkarılıp, Osmanlı öncesi Türklere atıfta bulunarak bu ön yargı değiştirilmeye çalışılmıştır. Bunun sonucunda genç neslin uluslaşma sürecinde doğru bir şekilde yönlendirileceği düşünülmüştür.190

187 İnan, 1938: 6. 188 İplikçioğlu, 1997: 34-35. 189 Karal, 1979: 6-7. 190 Karal, 1946: 55 56.

80

5.1.1.1. 1940’lardan Sonraki Gelişmeler

Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi 1940’lardan sonra ülkemizde önemini kaybetmişti. Bundan sonra yoğunluklu olarak ülkemizde Anadoluculuk hareketi görülmeye başlayacaktır. Bu görüşe göre “Anadolu’da ki bütün kültürler Türkiye’nin kültürel mirası olarak kabul edilmiştir ve Avrupa’nın keskin bir biçimde savunduğu Yunan- merkezci dünya görüşüne karşı bir Anadolu merkezci görüş ortaya koyulmaya çalışılmıştır.

Klasik Arkeoloji Türk Tarih Tezi’nin ortaya atılıp araştırmaların başlatılmasın, Eskiçağ ve Arkeoloji kürsülerinin kuruluşundan bu yana ülkemizde kör topal ilerleyebildiği bir süreç katediyor. Çünkü bu sahada araştırmaların kilit taşlarından biri olan Eskiçağ Tarihi ve Klasik Diller ayağı üniversitelerde eksik bir durumdadır.

Ekrem Akurgal ve daha sonra da Arif Müfid Mansel ile Klasik Arkeoloji’nin başlayan bir çığırı vardı. Bu parlama evresi, 1950, 60 ve 70’li yıllarda gerçekleşti. Ama o çağ kapandı, ondan sonra gelen nesiller, yani arkeolog nesli, YÖK düzenlemesinin içinde darmadağın oldu. Öncesinde de olmakla birlikte şimdi bazı üniversitelerimizin Arkeoloji kürsülerinde Latince ve Eski Yunanca (Grekçe) dersleri verilse de bu süreç ciddiyetle yürütülemediği için bu konuda yetkin öğrenci mezun edilememektedir. Hatta bu konudaki bir diğer sorgulanıp ele alınmaya muktedir konu; bu dillerde ders veren hocaların bu alanda ciddi bir çalışmaya imza atmamış olmasıdır. Konuyla ilgili olarak bir diğer taraftan üniversitelerin gerek Tarih gerek Arkeoloji kürsülerinde (örnek olması açısından aşağıda 3 üniversitenin ders müfredatı verilmiştir) dil dersleri nadiren zorunlu görülen ders olmakla birlikte çoğunlukla seçmeli bir ders olarak müfredat da yer almaktadır.

Üniversitelerimizde gerek Latince olsun gerekse Eski Yunanca (Grekçe) öğrenmeye yönelik atılımın Almanca ve İngilizce öğrenmeye yönelik teşvikten daha az olduğu bilinmektedir. Böylelikle Eskiçağ ve Arkeoloji kürsülerinde araştırma yapan bilim insanlarımız çalışma yaptıkları alanda yeni ve çığır açıcı fikirler ve dokümanlar ortaya koymak yerine çeviri metinlerle iktifa etmektedirler. Bu durum da inceleme yapılan alanı kısır bir döngüye sevk etmektedir. Nitekim araştırma yapılan alan için döneminin dilini biliyor olmak araştırılan zaman ve konu için vazgeçilmez

81

bir unsurdur. Bugün Avrupa olarak adlandırdığımız coğrafyanın hemen hemen tamamına yakınının okul müfredatında Latince zorunlu ders olarak verilmektedir.