• Sonuç bulunamadı

4. CUMHURİYET DÖNEMİNİN BAŞLARINDA ESKİ ESER POLİTİKASI VE

4.2. Eskiçağ Tarihçiliği ile İlgili Gelişmeler

Cumhuriyet’in kurulması ile birlikte Atatürk, devleti ulusal bir yapıya dönüştürme çabası içine girmiştir. Bu da her şeyden önce yeni kurulan devletin ulusal bir kimlikle özdeşleşmesini ve bu kimliğin de tarihsel bir geçmişe dayandırılmasını gerektirmekteydi. Bu amaçla yeni bir kimlik bulma arayışında bir kısım aydın kesim Orta Asya kökenlerine yönelmiş ve pantürkizm akımları geliştirilmiştir. Atatürk, Turancılığa karşı “Anadoluculuğu” ileri sürmüş ve yeni kurulan Türk Cumhuriyetini Anadolu toprakları ile özdeşleştirmiştir. Atatürk’ün önderliğinde geliştirilmiş olan tarih tezinde Sümerler ile Hititlerin Türk kimliği ile

130 Arık, 1953: 7. 131 Çal, 2010: 27. 132 Özdoğan, 2001: 33-34.

59

özdeşleştirilmesi bu tezin dayanağı olmuştur. Atatürk ile başlanan “Anadolu” kültür sentezi bu topraklarda yaşamış olan kültürlerin tümünün ulusal tarihin ya da geçmişin bir parçası olarak algılanması gelenekçi kesimin karşı koymasına rağmen kabul edilmiştir.133 Böylece Batı dünyasının Anadolu üzerindeki istekleri önlenmeye çalışılmıştır.

Bu çalışmaların devamı niteliğinde Cumhuriyet döneminde Anadolunun eski uygarlıklarını ortaya çıkarmak için çok sayıda kazı yaptırılmış ve müze kurulmuştur. Ancak bu dönemde de Osmanlı tarihine karşı ilgisiz durulmuş ve geçmişe bakış Selçuklulardan geriye dönük başlatılmıştır. Bu yok sayma 1960’lı yıllarda yumuşamaya başlamış ve günümüzde artık ortadan kalkma noktasına gelmiştir. Osmanlı’nın bir tehlike olarak görülmesi özellikle taşınmaz eski eserlerinin için kötü sonuçlar doğurmuştur. Cumhuriyet dönemini başlarında Remzi Oğuz Arık’ın ifadesiyle “azınlık derecesine” gelen bir tahribat devresi yaşanmıştır.134

Atatürk, Cumhuriyet döneminin başlarından itibaren arkeolojik kazılarla yakından ilgilenmiş ve çalışmaları desteklemiştir. Türkiye’de arkeoloji araştırmaları başlangıçta-Osman Hamdi Bey tarafından gerçekleştirilmiştir. Diğer taraftan büyük yüzdeyi de yabancı uzmanlar oluştursa da o yıllarda Türk müzecileri de söz sahibi olmaya başlamış yabancıların kazı ve araştırmalarına da ancak Türk müzecilerinin denetiminde izin verilmeye başlanmıştır. Bu arada yurt dışına arkeoloji sahasında eğitim yapmak üzere öğrenciler gönderilmiş, İstanbul ve Ankara Üniversitelerinde arkeoloji bölümleri açılmıştır. 1924 yılında Asar-ı Atika Encüme’nin Teşkilat ve Vazifelerine dair Kararname, Kıymetli Eserlerin Harice ihracının men’ine Dair Kararname ile Müze ve Rasathane kanunu ve bunların uygulanmasına kolaylık getirecek çeşitli temin ve talimatnameler yürürlüğe konularak Türkiye’deki kültür mirasının korunmasına çalışılmıştır.135

Müzeciliğimiz ile arkeolojinin memleketimiz de, Cumhuriyetten sonra hızla gelişmesinin hatta 1936 Oslo Kongresi’nde Fransız bilgini C. Schafer’ın dediği birinci yere geçmesini hazırlayan amillerin belki en

133 Çal, 2010: 27. 134 Yücel, 2006: 242-243. 135 Arık, 1953: 8.

60

büyüğü, Türk Tarih Kurumu’nun işe başlamasıdır. Hatta Avrupa’ya öğrenci gönderilmesinin zeminini hazırlayan bu kurumdur.136

Cumhuriyet döneminde müzecilik ve arkeoloji ile ilgili sorunların çözümüne yönelik bir yaklaşım sergilenmekte olduğu aşikardır. Bununla ilgili hareketin başlamasını Atatürk’ün Konya’dan İsmet İnönü’ye çektiği 22.03.1931 tarihli telgraf oluşturur. Atatürk burada; “memleketimizin hemen hemen her tarafında emsalsiz defineler yatmakta olan kadim medeniyet eserlerinin ileride tarafımızdan meydana çıkarılacak ilmi bir surette muhafaza ve tasnifleri ve geçen devirlerde pek harap hale gelmiş olan abidelerin muhafazaları için müze müdürlüklerinde ve hafriyat işlerinde kullanılmak üzere arkeoloji mütehassıslarına kat’i lüzum vardır” saptamasını yapmıştır. Bu saptamadan hareketle abideleri koruma heyetinin 1933 yılında yaptığı işlerin listesine göz atıldığında Selçuklu ve Osmanlı dönemi eserlerinin çoğunlukta olduğu görülür. Tarihi kıymete haiz türbe, bina ve harabelerin muhafazasını sağlamak için 1933 yılında 36 bekçinin istihdam edildiği görülür.137

Atatürk’ün arkeolojik kazıların önemli yerlerde bulunan eserlerin Türk arkeologlarınca çıkarılması arzusunda olduğu görülmektedir. Bu amaçla Ankaradaki Yalıncak köyü yakınlarındaki Ahlatlıbel arkeolojik kazısı yaptırılmıştır.138 Bu kazıyı, 17 Mayıs 1925 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı Asar-ı Atika ve Hars (Kültür) Dairesi Müdürlüğü’ne 2337 sayılı kararname ile tayin edilmiş olan Hamit Zübeyr Koşay ve ekibi gerçekleştirmiştir.139

Bu kazıdan iyi sonuçlar alınması Türk arkeologlarını cesaretlendirmiş ve yine müzeler Genel Müdürü Hamit Zübeyr Koşay ve Arkeolog Prof. Dr. Remzi Oğuz Arık’ın başkanlığındaki bir heyet 21 Ağustos 1935 günü Çorum’un Alacahöyük köyünde ikinci ve daha büyük bir kazıya başlamıştır. Böylece Ankara’da Roma Hamamı; Ahlatlıbel, Alacahöyük, Alişar ve Boğazköy kazıları bu dönemin ilk milli kazıları olmuştur. Bu kazılardan meydana çıkarılan müzelik eserler, Ankara’daki Mahmud Paşa Bedesteninde toplanarak Hitit

136 Karaduman, 2004: 296. 137 Önder, 1990: 17. 138 Özcan, 2010: 59; Önder, 1990: 11. 139 Arık, 1936: 10,12.

61

(Eti) Müzesi kurulmuştur. Daha sonra Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi adını almıştır.140

Genellikle 1923-1933 yılları arasında, Asar-ı Atika müzesi uzmanı Theodor Makridi Bey hariç, on yıl boyunca Anadolu’da çok sayıda büyük kazıların hemen hemen tamamı yabancı enstitüler, batılı gruplar tarafından gerçekleştirilmiştir. Bunların başında Almanya Arkeoloji Enstitüsü, Avusturya arkeoloji Enstitüsü, Oxford Üniversitesi, Fransız Arkeoloji Enstitüleri, Amerikan, Enstitüleri ve çeşitli Bizans araştırma kuruluşları gerçekleştirmiştir.141

Anadolu’da Cumhuriyet döneminde Ankara’da gerçekleştirilen hafriyatların dışında 1924’te Didim-Apollon, 1925’te Kayseri-Kültepe, 1926’da Ankara Klemons, Hipodrom ve Efes, 1927’de Sinop, Yozgat Alişar 1928’de İstanbul Laleli’de Birinci Theodosius Takı, 1929da Efes’te St. Jean Bazilikası, 1930’da İznik, İzmit, Yalova ve Çorum, 1932’de Truva harabeleri, Malatya Aslantepe ve Hatay hafriyatları gelmektedir.142

Osmanlı İmparatorluğu döneminde Türkler için kazı bilinmez bir şey değildi. Ancak XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde başını Avrupa’nın çektiği yabancı seyyahların arkeolojik araştırmaları halini almıştır. Türkler bu arkeoloji faaliyetlerine bilerek ya da bilmeyerek ülkelerini açmakla kalmadılar, eski eserlerin yurtdışına çıkarılmasına razı olarak onları bir anlamda teşvik ettiler. Ancak XIX. asrın sonuna kadar bu hafriyat ve sondajlar, Türk müzeciliği gibi Türk kazı biliminin de büyük safhasını açmış oldu. Fakat Türklerin kazı işinde gösterdikleri ilgi ve arkeolojinin tesadüflere bırakılmadığı devre 1920’den sonra olmuştur.143

Buraya kadar anlatmaya çalıştığımız Batılı araştırmacıların Osmanlı topraklarında yaptıkları tahribat ve eski eser kaçakçılığı ile bütün bu yaptıkları işlerin üstüne kurdukları “Avrupamerkezli tarihçiliğin” kökleşmesine zemin hazırlayan o dönemin Osmanlısı hakkında da bilgi sahibi olmak ve öncelikle o dönemi iyi okumak gerekmektedir. Bu değerlendirme iyi yapılmadığı takdirde yapılan 140 Turinay, 2010: 36. 141 Turinay, 2010: 35. 142 Arık, 1936: 5. 143 Özcan, 2010: 30, 31.

62

çalışmalar ekseninde Eskiçağ tarihçiliği ve arkeoloji çalışmalarını o dönemde iyi okuyamamış ve gerçekleştirememiş olmamızı anlayamayız.

Bugün de halâ Batılarının bu yoğun çalışmaları devam etmektedir. Fakat bugünkü çalışmalarını farklı kılıflara sokarak yapmaktadırlar. Görünüşte arkeolojiyi Doğu Enstitüsü gibi yerlerde Batılı bilim adamlarından öğrenilmesi gerektiğini şekilde devam edilmektedir. Bu konuyu Osmanlı Arkeolojisi kitabında değişik boyutlarla ele alan U. Baram ve L. Carroll; tarihsel arkeolojinin geçmişle bugün arasında bir köprü görevi gördüğünden hareketle, Osmanlı arkeolojisi üzerinden Akdeniz ve Ortadoğu’da modern dünyanın gelişimini tanımlamaya çalışmaktadırlar. Osmanlı Arkeolojisinin Ortadoğu’daki maddi değişime zemin hazırlayan kaynaklarının saptanmasında yardımcı olabileceğini söylemektedirler. Bunu söylerken de; Akdeniz ve Ortadoğu tarihsel arkeolojisinin araştırılmasının karmaşık olduğunu, bunun da sebebinin Avrupa’nın sömürgeci ve daha sonra da kapitalist dünyasının bazı kavramlar ve tarihsel oluşumlar sunabilme olasılığının bulunması gibi bir özeleştiri de yapmaktadırlar. Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı’da görülen katı hiyerarşik düzenden farklı olarak, imparatorluğun kaynaşmasının; kültürel çeşitliliğinin korunmasına dayandığı ve bugün Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar’daki milliyetçilik ve dinsel tutku karşısında Batılı tarihçilerin ve arkeologların bu kadar şaşırmalarının sebebinin; bu canlılığı ve kültürel tarihin kendileri ile bağlantısız görecek şekilde eğitilmiş olmalarına dayandırdıklarından kaynaklandığını ifade etmekteler. Ortadoğu’daki ve Akdeniz’deki modern nüfusunu göz ardı etmeyi veya bunların Batı uygarlığının eğrisiyle tümüyle bağlantısız olduğunu söyleyen emperyalist yayılmacılık ve etnik ayrımcılığın işbirlikçileri olan geçmiş tarihçilerinin aksine, “modernitenin” küresel boyutlarını ve maddi değişimlerini tam olarak kavrayabilmek için, tarihsel arkeolojiyi; Akdeniz ve Orta Doğuda meydan okumak için büyük bir fırsat olarak görmektedirler.144

Avrupa merkezli gelişen ve devam eden bu şekildeki tarihçiliğin kökenleri oldukça gerilere de götürülebiliriz. Öyle ki 1789 yılındaki Fransız İhtilâli ile gelişen milliyetçilik hareketi Osmanlı Devleti’ne bağlı birçok devletin kendisinden ayrılmasına neden olurken; 20. yy’da Türk siyasi ve tarih yazımında önemli bir rol oynamıştır. Böylelikle 20. yy’da Osmanlı aydınları ve tarihçileri üzerinde hem Romantizm hem

63

de Pragmatizm etkili oldu. Osmanlı aydınları Avrupa’da basılmış olan tarih kitaplarının çevirilerini yaparak ya da yaptırarak tarihçilikte yeni yöntemler geliştirmeye başladılar.145

Descartes, Voltaire, Candorcet, Turgot gibi düşünürler, Osmanlı aydınları üzerinde etkili olmuştur. Türkçülük hareketinde önemli payı olan Namık Kemal de Fransız Guizot’dan etkilenmiştir.

Avrupa’daki Türkoloji çalışmaları, Türklerin İslam’dan önceki tarihine önemli ölçüde ışık tutmuştur. Bu araştırmaların sonuçları, Avrupa’ya gönderilen öğrenciler aracılığıyla ya da değişik kanallarla imparatorluğa ulaşmıştır. Batı Türkolojisi’nin Türk aydınlarını en çok etkileyen eserleri arsında (Des Huns, Des Turcs, Des Mongols etc. Paris 1756–58), Arthur L. Davids’in a Grammer of the Turkıs Language (Londra 1832, Fransycan, Paris 1836) ve Leon Cahun’un Introduction a’1 Historie Del–Asie (Paris 1886) gibi kitaplar başta gelmektedir.146 Hatta o dönemin etkilenenlerinden Mustafa Celaleddin Paşa, 1869’da İstanbul’da yayımlanan Las Turcs Anciens at Modernes (Eski ve Çağdaş Türkler) başlıklı eserinde, Türklerin etnik bakımdan Avrupa halklarıyla akraba olduklarını ve – touro aryan – dediği bir ırk ari ırkın turan koluna mensup olduklarını ileri sürüyordu. 147

Bu ekseriyette devam eden Batı kaynaklı çalışmalar Meşrutiyetten sonra Türkçülük hareketi ile beraber hız kazanmıştır. Böylelikle şahlanan milliyetçi duygular, Osmanlı öncesi Türklerin daha yaygın bir biçiminde incelenmesi dürtüsünü yarattı.148

Nitekim Alman tarihselciliğinin bunda etkisi yadsınamaz. Almanya’da 19. yy sonuna kadar ve daha sonra da artan biçimde tarih kuramı ile tarih ve doğa arasındaki farkın yapısına ilgi gösterildi. Bu da toplumsal ve kültürel birimlere yaklaşımın doğa bilimlerine yaklaşımından temelde farklı olduğuna dayanıyordu. Eleştirilen nokta ise doğanın insan yeteneğini yönlendirdiğiydi. Iggers’in dediği gibi bu nokta da tarihselcilik modern düşünceyi bin yıldır hâkim olan doğa yasası teorisinin egemenliğinden kurtarıyordu.149

Alman tarihselciliği devleti yücelttiği gibi ulusu da yüceltiyordu; aynı zamanda geçmişin araştırılması

145 Ersanlı, 2003: 59, 146 Ersanlı, 2003: 59,

147 Arıkan,1985, 1557, Lean Comun’un Asya Tarihi’ne Giriş adlı eseri o dönemde bu konuda çalışan Necip Asım’da etkilemiş ve Türk Tarih Tezi adlı eserini buna dayanarak yazmıştır.

148 Ersanlı, 2003: 91–92. 149 Iggers, 2000: 4.

64

konusunda bir yöntem geliştirmişlerdi. Bu bağlamda Almanlar Anadolu topraklarında birçok arkeolojik ve antropolojik araştırmaya giriştiler. Alman tarihselciliği özellikle Doğu Avrupa ülkelerinde ve diğer Doğu ülkelerinde çok etkili oldu; çünkü Historizmle Avrupa merkezli yaklaşımlar karşısında, ulusların kimlikleri vurgulanıyordu.

Osmanlı Tarihçiliğinde ise bu şekilde bir konu üzerinde tarihçilik yapılmıyordu. Osmanlı tarihçiliği “ne tek başına İslam’a, ne din propagandası ile yayılan etnik gruba ne de Türkler gibi tek bir gruba” hasredilmişti. Osmanlı tarihçiliği imparatorluk siyasetlerinin bir ürünü olarak hepsinin bir karışımından oluşuyordu. Diğer imparatorluk tarihleri gibi geleneksel Osmanlı tarihçiliği de temelde gelecekte hatırlanmak amacıyla destansı olarak başlanıp, kronolojik içerikli devam eden ve siyasal meşruluk oluşturmaya yönelik bir tarihçiliktir.150

Bugünün tarihçileri ise bir Tursun Beyin bir Naima, Oruç Bey gibi Osmanlı tarihçilerinin ötesine gidemediler. Bu da Avrupa merkezli bakış açısının karşısında bizim tarihçiliğimizi resesif olmaya sürüklemektedir. Bugün Osmanlı tarihi konusunda bize önemli bilgiler veren tarihçilerin birçoğu; Fransızların deyimi ile “histoire événementiell” olaylar tarihçiliği yapmaktadır.151

İşte Osmanlı tarihimizde olduğu kadar cumhuriyet tarihimizde de eksik olan yaklaşım sürecin kendisine soru sorma problemidir. Bu Osmanlı’da gereksiz, cumhuriyette tehlikeli görülmüştür.152

Cumhuriyet dönemine gelindiğinde her alanda olduğu gibi tarih yazım geleneğinde de Batı örnek alınmıştır. Siyasi ve askeri alanda mücadelenin kazanılmasından sonra kültürel alanda da mücadele etmenin gerekliliğine inanan Atatürk, bu durumla ilgili çalışmalara başlamıştır. Bunu yapmaya onu yönelten sebep ise Batı’nın her alanda olduğu gibi bu alandaki etkisi, daha doğrusu Avrupa’nın çizmiş olduğu Türk imajıdır. Batılılara göre Türkler medeni bir kabiliyete sahip değillerdi. Bu nedenle Türkler barbar ve anlayışsız olarak nitelendiriliyordu. Türkler ele geçirdikleri yerlerdeki medeniyetleri yıkan kimseler olarak tasvir ediliyordu. Bu gerekçeyle Avrupalılar kendi aralarında yaptıkları gizli antlaşmalarla Osmanlı Devleti’nin toprakları üzerinde hak iddia etmişlerdir. Bu sebepledir ki Türkiye’de

150 Ersanlı, 2003: 55.

151 Mardin, 1999: 656; İpşirli: 1999: 252 – 254; Zaımova, 1999: 302–306. 152 Mardin, 1999: 657.

65

Tarih araştırmaları gelişmediği gibi, tarih yazarlarımızdan büyük bir kısmı Avrupa tarihlerinden tercümeler yaparak tarih kitabı yazdıkları için Türklerin ikinci nevi bir insan tipi olduğu yolundaki yanlış bilgiler memlekette genel kabuller arasında yerini almıştır. Bu durum 1937’de Afet İnan tarafından bu konuda bugüne kadar yapılmış en geniş kapsamlı kafa ölçümü yapılarak Türk ırkının beyaz ırka mensup olduğu kanıtlanarak kırılmaya çalışılmıştır.153

Bu ekseriyette M. Kemal Türkiye’nin eski yerli halkının kimler olduğu, ilk medeniyetin nasıl kurulmuş ve kimler tarafından getirildiğini ve Türklerin cihan tarihinde, dünya medeniyetindeki yerlerinin ne olduğunun araştırılması için,154

Türk tarih tezini ortaya atmıştır. Fakat bu tez sağlam temellere oturtulmadığı için yerini Anadoluculuk hareketi almıştır. Bu görüşe göre “Anadolu’daki bütün kültürler Türkiye’nin kültürel mirası olarak kabul edilmiştir ve Avrupa’nın eskiye dayanan Yunan merkezli dünya görüşüne karşı bir Anadolu merkezli” görüş ortaya konulmaya çalışılmıştır.155 Sebahattin Eyüboğlu, Azra Erhat

ve Cevat Şakir Kabaağaçlı bu akımın öncü temsilcileri olmuşlardır. Ayrıca Anadoluculuk hareketi ile hem Anadolu’nun kara Yunanistan’dan daha erken gün yüzüne çıkartılması hem de toprak üstündeki ve altındaki kültürel mirasa halk tarafından sahip çıkılması amaçlanıyordu.156

Böylelikle 1930’lardan sonra halk desteğini de alması amaçlanan Eskiçağ Tarihi’nin canlandırılmasına yönelik çalışmalar yapılmıştır. Türk Dil ve Tarih kurumları kurulmuştur. II. Türk Tarih Kongresi yapılmış, arkeoloji ve Eskiçağ dillerinde lisans yapmak için yurt dışına burslu öğrenci gönderilmiş, TTK yayın organı olarak Belleten dergisi çıkarılmaya başlanmıştır.157

II. Dünya Savaşı yıllarına gelindiğinde Avrupa’dan gelen araştırmacı ve öğretim üyelerinin Türk tarihçiliği üzerinde etkileri olduğu görülür. Nazi Rejiminden kaçan veya işten çıkarılan Yahudi kökenli Alman, Avustralyalı hatta Çekoslovak üniversite hocalarının Türkiye’ye davet edilmesiyle ve bunlar eliyle İstanbul’da ve Ankara’da Arkeoloji, Sümeroloji ve Hititoloji bölümlerinin kurulması sağlanmış ve ulusal arkeoloji için gereken kadroların Türkiye’de yetiştirilmesine başlanmıştır. Benno Lendsberg, Hans Gütenbock, Thedor Bossert158

İstanbul 153 Gölen, 2002: 159. 154 Tosun, 2003: 58. 155 Kuban, 2003: 158. 156 Kuban, 2003: 158. 157 Yıldırım, 1997: 34. 158 Darga, 2002: 46.

66

Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne 1934 yılında Profesör olarak atanmıştır. Daha sonra Bossert Türk Arkeoloji Enstitüsü’nün başına getirilmiştir. Bir müddet sonra bu bölümün kürsü haline dönüştürülmesiyle Bossert kürsü başkanı ilan edilmiştir. 1942 yılında Önasya Dilleri ve Kültürleri kürsüsü kurulunca 1959 yılına kadar da bu görevini devam ettirmiş ve birçok öğrencinin yetişmesine katkı sağlamıştır.

Bossert’in yetiştirdiği öğrencilerden ilki U. Bahadır Alkım’dır. Alkım 1935 güzünde, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Sümer–Eti filolojisi, Arkeoloji -hocası Prof. Dr. Arif Müfit Mansel- ve Eskiçağ Tarihi öğrenimi görmüştür. Bunun yanında Dr. Fransız Xavier Steinher, Prof. Dr. Halet Çambel Sorbonne Üniversitesi’nde arkeoloji öğrenimini bitirdikten sonra 1940 yılında Bossert’in asistanı olarak İ. Ü. Edebiyat Fakültesine girmiştir. Muhibbe Darga, Bahadır Alkım 1941 yılında aynı fakülteye Hititoloji asistanı olarak alınmışlardır. Karatepe kazısında yer almışlardır. F. N. Kramer ve Clemens Bosch159

gibi hocaların gelişi de bu şekilde olmuştur. Bu kabul hakkında Prof. Dr. F. Neumark şöyle demiştir: “Avrupa üniversiteleri tarihinin tümünde bir başka benzeri bulunmayan bugün, bir Türk–Alman mucizesi olarak kabul edilir.”160

Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan Eskiçağ Tarihçiliğine yönelik çalışmalar salt bilimsel amaçla yapılmıyordu. Kısaca buraya kadar anlatmaya çalıştığımız Cumhuriyet dönemi Eskiçağ tarihi üzerine yapılan çalışmalar yeni kurulan devlete kültürel bir kimlik kazandırmak ve mevcut sınırlar içinde kurulmuş olan devletin temellerini Anadolu’nun en köklü medeniyetleri ile özdeşleştirmek amacıyla yapılmıştır. Bu çabalar ve amaç doğrultusunda ortaya atılan Türk Tarih tezi Anadoluculuk hareketi ve Güneş Dil Teorisi ile Avrupa’nın olumsuz eleştirilerine karşı bir cevap verilmiş olacaktı. Fakat bu tezler her ne kadar özverili bir şekilde yürütülüp güçlü dayanaklarla desteklense de Avrupa odaklı çalışmaların karşısında tutunamamıştır. Bu tezler daha sonradan önemini kaybetmişse de şu bir gerçek ki daha önce de ifade ettiğimiz gibi Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan çalışmalar ile Türkiyede arkeoloji, antropoloji, filoloji ve eskiçağ tarihçiliğinin temelleri atılmıştır. Buna karşın Türkiye’de bir Eskiçağ Tarihçiliği tam olarak oturmuş değildir.

159 Pulhan, 2003: 141. 160 Çelebi, 2003: 259-272.

67

Diğer uygarlıkların araştırılması üzerine Batıdaki ciddi anlamdaki çalışma ve merak aynı zamanda Avrupalıların kendi medeniyetlerini yayarken bir araç vazifesi görmüştür. Her ne olursa olsun Avrupa sahip olduğu uygarlığı hiçbir biçimde başlı başına üretmemiş ve yalnız Avrupa’ya özgü değildir. Tarihte bilinen bütün öteki kültürler gibi, başta Mısır’da ve Bereketli Hilâl ülkelerinde ortaya çıkanlar olmak üzere, kendisinden önce gelen kültürlerin katkı ve etkileriyle zenginleşmiştir. Kendi kökenini ve kültürlerini araştırırken bunu derin ve gerçekçi bir biçimde anlamanın yolunun öteki kültürleri incelemekten geçtiğini çok iyi bilen Batılıların “öteki”ne yönelik olan bu merakı, ne açıdan ele alınırsa alınsın günümüzde onların ayırt edici özellikleri olmaya devam etmektedir. Tarihin bilinen diğer uygarlıkları ve Osmanlı Devleti özellikle kültürel ve ekonomik olarak her anlamda fezaya çıkmış olduğu dönemden bu yana kendilerini yeterli görmüş ve kendileri dışında kalanları kâfir olarak anmışlar ve ciddi anlamda araştırmaya değer görmemişlerdir. Başka uygarlıkları öğrenme çabasını ancak fetih ve tahakkümün getirdiği baskı altında göstermiş ve dünyanın o zamanki uygarlıklarının fikir ve adetlerini kendini savunma amacıyla anlamaya çalışmışlardır.161

Bu bağlamda merak ve aynı zamanda gerekli desteğe ihtiyaç duyan Eskiçağ araştırmacıları yeterli ölçüde ülkemizde gelişememektedir.

Bugün Türkiye’de Eskiçağ bilimlerinin değişik branşlarında –bir bölümü gene yurt dışında, fakat önemli bir bölümü yurt içinde yetişmiş- uluslararası düzeyde araştırma ve yayınlar yapabilen birçok araştırmacı vardır. Bununla birlikte, yabancı araştırmacılarla karşılaştırıldığında Türk Eskiçağ araştırmacılarının üniversite ortamı, bilimsel ve parasal olanaklar bakımından büyük zorluklar içinde bocaladıkları inkâr edilemez bir gerçektir. Bugün ekonomik olarak değerlendirdiğimizde Türkiye şartlarında Eskiçağ Tarihi Bilimi ve Arkeoloji Biliminin Batı ile rekabet edebilmesi zor görünmektedir. Türkiye’deki birçok antik yerleşmede kazılar yabancılar tarafından gerçekleştirilmektedir. Bu durumun iyileştirilebilmesi için parasal destekten ziyade her şeyden önce milletimize tarihi eserlerin önemi kavratılmalıdır. Arkeoloji Bilimi üzerinde halkın yanlış öngörüsü düzeltilme yoluna gidilmelidir. Bu noktada bu alanda çalışan Arkeologlar ve Eskiçağ Tarihçilerinin yapacağı çalışmalar