• Sonuç bulunamadı

Anadolu ve Osmanlı Topraklarındaki Eserlerle İlgili İzlenimler

2. AVRUPA MERKEZCİ ANLAYIŞIN KÖKENLERİ

2.1. Avrupada Eski Eser Merakının Ortaya Çıkışı

2.1.1 Anadolu ve Osmanlı Topraklarındaki Eserlerle İlgili İzlenimler

Yabancı araştırmacıların, Osmanlı Devleti topraklarındaki eski eserleri ortaya çıkarmaya ve kendi müzelerine nakletmeye başladıkları dönemlerde46

Osmanlılar, XIX. yüzyılın ikinci yarısına gelene kadar imparatorluk topraklarındaki zengin eski eser birikimini ortaya çıkarma ve değerlendirme konusunda herhangi bir çalışma yapmamışlardır.47

Batı ülkelerinde XVIII. yüzyılda bilinçli olarak başlayan eski eser korumacılığı ve müze faaliyetleri, Osmanlı ülkesine bir asır gecikmeyle; Tanzimat döneminde başlayan Batıcılık anlayışı doğrultusunda gelişmiştir.48

Nitekim Tanzimat’ın ilanından önceki dönemde Osmanlı hükümeti eski eserler hususunda bir bilgi ve ilgiye sahip olmadığı gibi Osmanlı yöneticileri antik şehirleri, daima yapı malzemesi sağlanan bir taş ocağı olarak görmektedirler.49

Tanzimat döneminde batıyı iyi tanıyan Fethi Ahmet Paşa’nın şahsında, müze oluşturma gayreti ile eski eser toplama hareketi, eski eserlerin değerlendirilmesine ve bunları müzede toplama fikrinin doğmasına neden olmuştur.50

Nitekim İmparatorluk topraklarında bulunan çok sayıda eski eserin, yurt dışına götürülerek, Avrupa müzelerinin zengin koleksiyonlarını oluşturduğu dönemde, İstanbul gibi önemli bir imparatorluk başkentinde bu eserleri sergileyecek bir müze bulunmamaktaydı.51

Böylece bu dönemden itibaren Osmanlı yönetimi müzeye, dolayısıyla eski eserlere gereken ilgiyi göstermeye başlamıştır. Ancak ne yazık ki, Anadolu bu dönemde 45 Muşmal, 2009a: 13-14. 46 Muşmal, 2009a: 15. 47 Akın, 1993: 233. 48 Aytekin, 1991:43, s. 53. 49 Özkan, 20009: 9. 50 Muşmal, 2009a: 15. 51 Akın, 1993: 233.

30

çeşitli Avrupa ülkelerinin farklı mesleklerdeki kişilerince adeta talan edilmeye başlanmıştır.52

Anadolu’daki eserlerin yurt dışına kaçırıldığı bu dönemde İstanbul Hükümeti, 1840’lı yıllarda vilayetlere gönderdiği genelgede eski eserlerin tespit ve değerlendirilmelerinin yapılmasını, içlerinden değerliler varsa İstanbul’a gönderilmelerini istemiştir.53

Görüldüğü gibi Tanzimat dönemiyle birlikte Osmanlı kamuoyunda ve yönetici kadrosunda eski eserleri koruma bilincinin oluşmaya başladığını anlayabiliriz. Sınırlı da olsa kamuoyunda oluşan bu bilincin Osmanlı idarecilerinin bu konuda düzenlemeler yapmasında etkili olduğu söylenebilir. Nitekim bu dönemde çeşitli gazetelerde eski eserlerin korunup değerlendirilmesi ile eski eserler ve müzecilik hakkında pek çok yazı ve habere yer verildiği bilinmektedir. Bu yazılarda sürekli olarak eski eserlerin önemine değinilmesinin yanı sıra, imparatorluktaki eski eserlerin yabancıların oluşturduğu kazı ekiplerince, hiçbir engelle karşılaşmadan kolaylıkla yurt dışına götürüldüğü eleştirilmekte ve bir müze açılması gereği de savunulmaktadır.

Ruznamei Ceride-i Havadis Gazetesinin 17 Ocak 1865 tarihli sayısında, Osmanlı ülkesinin hemen hemen her tarafında eski eser bulunduğuna dikkat çekilmekte ve gezip görmek amacı ile Osmanlı ülkesine gelen yabancıların bunun farkında oldukları belirtilmektedir. Böylece yabancı araştırmacıların Osmanlı sınırları dâhilinde araştırma yaparak, buldukları eski eserleri kendi hükümetlerine haber verdikleri ve hükümetleri vasıtasıyla Osmanlı Devleti’ne müracaat ederek padişahın müsaadesini almak suretiyle eski eserleri vapurlara yükleyip götürdükleri ifade edilmektedir54

İstanbul’da yabancı dilde çıkan gazetelerde de, bu eski eser yağması konusunda uyarılarda bulundukları görülmektedir. Örneğin, 24 Nisan 1872 tarihli La Turquie gazetesi, İzmir’de yayımlanan I. Impartial’dan alıntı yaparak, Efesteki kazıların sürdürüldüğünü ve çok sayıda antik parçanın çıktığını, bu topraklara ait olduğu halde bu eserlerin yurt dışına çıkarılarak yabancı müzeleri süsledikleri

52 Aytekin, 1997: 53. 53 Yücel, 1999: 31. 54 Muşmal,2009a: 16.

31

vurgulanmaktadır. Ayrıca Efes kazılarında Türk kazı komiserinin olmaması da eleştirilmiştir. Beğenilen her şeyin kolaylıkla İngiltere’de British Museum’a götürüldüğü belirtilmektedir.55

Öncelikli olarak bizim burada irdelemek ve üstünde durmak istediğimiz konu bu eserlerin döneminde kolaylıkla yurtdışına çıkarılabiliyor oluşunun yanında eserleri kendi ülkelerine götürenlerin niçin bunu yaptıkları diğer bir bakış açısıyla bu hakkı neden ne şekilde kendilerinde gördükleri olmalıdır (ya da kaçırılma diyeceksek eserlerin sahibi bizim olduğumuzun karar mercii nedir sorusu gündeme getirilmelidir).

İstanbul’da yayımlanan gazetelerde, yabancıların pek çok eski eseri yurt dışına götürdükleri ifade edilerek bu konuda yöneticilerin dikkati çekilmeye çalışılmakla birlikte alınması gereken önlemler hakkında da bazı uyarı ve tavsiyelerde bulunulmuştur. 1865 yılına ait bazı gazetelerde, pek çok soyguna rağmen, Türkiye’de hala eski eser bulunduğu ifade edilerek bir öneride bulunulmuştur. Buna göre, Osmanlı memleketlerinde çıkarılan her çeşit eski eserin vilayetlerden toplanarak gönderilmesi amacıyla padişah tarafından bir emir çıkarılır ve İstanbul’da bir müze inşa edilirse bu müzenin ağzına kadar nadide eserlerle dolup taşacağı ifade edilmiştir.

Kamuoyunun, Osmanlı idarecilerinin eski eserler konusunda önlemler alması gerektiği yönünde düşüncesinin yoğunlaştığı ve Avrupalıların imparatorluk toprakları dâhilindeki eski eserlere ilgisinin giderek arttığı bir dönemde56

Osmanlı yönetiminde söz sahibi olanların ise, dönemin karışık siyasal ortamı içinde daha çok devleti dış tehlikelere karşı korumak ve parçalanmasını önlemek çabalarında olmalarından dolayı bu tür faaliyetlerle uğraşacak ne zamanları ve ne de paraları bulunuyordu.57 Bu koşullarda eski eserler için bütçe ayrılması mümkün olsa dahi, eski eser alanında yetişmiş uzman bulunmuyordu. Bu konuda Osmanlı Devletinin eski eserler konusunda bilgi sahibi ve bu alanında yetişmiş eleman sıkıntısının farkında olan Maarif Nezareti 10 Şevval 1871 tarihinde Sadarete gönderdiği bir tezkirede Anadolu’da kazı yapacak yabancıları kontrol edecek ve müze nizamnamesi

55 Akın, 1993: 234. 56 Muşmal, 2009a: 17-18. 57 Akın, 1993: 233.

32

gereğince müze adına kazılarda bulunmak gibi gayelerle eleman yetiştirilmesi için bir müze mektebinin kurulmasını gerektiğini ifade etmiştir.

Yukarıda ifade ettiğimiz nedenlerden dolayı XIX. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı idarecileri arkeolojik gelişmeleri takip edememiş ve bu alandaki çalışmalara uzak kalmıştır. Fakat bununla birlikte burada vurgulamak zorunda olduğumuz nokta Osmanlı yöneticilerinin bilimsel ve kültürel gelişmelere karşı ilgisiz zevk ve sefa içerisinde yaşadıkları tasvirinin, Osmanlı yöneticilerinin arkeolojik gelişmelere niçin ilgisiz kaldıklarını açıklamayacağı gibi, bu konuda gösterilen çabaların yok sayılmasına da yol açabilecektir.58

Osmanlı padişahlarının, ülkenin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik durumu nedeniyle, bazen ülke içinden çıkarılan tarihi eserlerin yurt dışına çıkarılmasına göz yumduğu veyahut bunları hediye etmek zorunda kaldıkları görülür.59

Avrupa müzelerine büyük bağışlarda bulunan kişiler arasında Sultan II. Mahmut, Abdülmecid ve II. Abdülhamid gibi Osmanlı Padişahları vardır. Sultan II. Abdülhamid, Alman imparatoru II. Wilhem’e Realbek, Meşatta ve Milet eserlerini hediye etmiştir.60

Dönemin elverişli siyasal ortamında, Avusturya’nın İstanbul elçisine de, Sultan II. Abdülhamid’in 1896 tarihli bir ferman doğrultusunda Efes’teki kazılarda elde edilen buluntuların arasından beğendiklerini alabileceği bildirilmiştir. Dolayısıyla bu değerli tarihi eserlerin Almanya’ya ve diğer devletlere bağışlanması kararının altında, Almanya gibi diğer devletleri Osmanlı Devletiyle iktisadi ve siyasi ittifakı sürdürmeye zorlama düşüncesi yatmaktadır.61

Bunun yanında sultanın müzede yer alan eserleri tarihin kanıtları olarak korumak amacıyla yoğun gayret gösterdiği de bilinmektedir.62

II. Abdülhamid koleksiyona çok meraklıydı. İstanbul dışında diğer illerde de hakanın emriyle müzeciliğe oldukça önem verilmiştir.63

Böylelikle, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, bazı yöneticilerin gayretleriyle eski eserler konusundaki anlayışın yavaş yavaş değişmeye başladığı ve bu konuda önemli gelişmeler 58 Muşmal, 2009a: 155. 59 Shaw, 2004: 155. 60 Muşmal, 2009a: 21. 61 Shaw, 2004:155,162. 62 Muşmal, 2009a:21. 63 Tolay, 1991: 192.

33

kazandığı görülmektedir. Bu gelişmeler, Osmanlı Devleti’nin kendisi için yeni bir konu olan ve bu sahada, daha çok batılıların faaliyetlerinden sonra ortaya çıkan ve antik eserlerle sınırlı olmak üzere kaçakçılık ve benzeri faaliyetlere, hukuki ve idari tedbirler almaya çalışması şeklinde değerlendirilmektedir.64

Osmanlı Devleti eski eserlerin toplanmasını ilk kez 1846’da onaylayarak bu işe resmiyet kazandırdı ama bazı uzmanlar müzenin kuruluşunun başlangıcı olarak 1723 tarihinin daha uygun olacağını ileri sürmektedirler. Bu durumun sebebi ise 1723 yılında Osmanlı Devleti, cephanelik olarak kullanmak amacıyla Aya İrini Kilisesinde bazı tadilatlar yapmış, birtakım değerli eserleri ve savaş ganimetlerini burada toplamaya başlamıştır.

Osmanlı topraklarında, müzenin gelişmesinden önce iki ön-müzeolojik (protomuseological) teşhir biçimi mevcuttu. Bunların ikisi de spolia kavramıyla yakından ilişkiliydi. Hem “savaş ganimeti” şeklindeki geleneksel anlamıyla hem de mimarlık tarihçileri tarafından kullanılan modern anlamıyla yani yıkılan bina parçalarının başka binaların yapımında yeniden kullanılmasını ifade eden devşirme kavramıyla her iki durumda da ele geçirilen nesnelerin bir araya getirilmesi ve korunması bir koleksiyon biçimini oluşturur.

İstanbul’da Osmanlı yönetiminin hemen hemen başlangıcından itibaren, kentin kuşatılması sırasında ele geçirilen silahların saklandığı Cebhane-i Amire, daha sonra savaş ganimetlerinin toplandığı bir mekân olarak gelişmeye devam etti. Ancak burada toplanan askeri araç gereçlerin ya da kutsal emanetlerin belirli bir düzen gözetilerek veya teşhir amacıyla bir araya getirildiğine işaret eden hiçbir kanıt yoktur. Bu eşyalara atfedilen ve toplanmalarına neden olan değer, daha sonraki Osmanlı müzelerinin de tohumlarını atacaktır. Osmanlı Devletinde reform sürecinin başlamasıyla birlikte kutsal emanetler daha fazla teşhir amacıyla toplanılmaya başlanır oldu. II. Ahmet’in 18. yüzyılda orduda gerçekleştirdiği reformlar sonucunda65 1839’da adı Harbiye Ambarı olarak değiştirilecek olan Cebhane-i Amire’de66

saklanan silahların çoğu kullanımdan kalktı ve maziye karıştı67 1726’da

64 Muşmal, 2009a: 21. 65 Shaw, 2004: 19-23. 66 Muşmal, 2009a: 23.

34

bina yeniden düzenlenmiş ve adı Darü’l-Esliha olarak değiştirilmiştir.68 Böylece birçok değerli nesne, cephanelikte ilk kez resmi olarak teşhir edilmeye başlanmıştır.

Bu teşhirler hakkında bilgi veren birkaç kaynak mevcuttur. Ama hepsi de yalnızca yazarının en ilginç bulduğu nesnelerden bahsetmektedir. Bunlardan 1812 yılında, Darü’l Esliha’yı ziyaret etmiş olan ve dini nesnelerden ziyade teknolojiyle ilgilenen Britanyalı seyyah E. D. Clarke şöyle demektedir: “Türklerin kenti ele geçirmelerinin yadigârı olarak asılı duran silahları, kalkanları ve Bizans imparatorlarının savaş aygıtlarını gördüm.” Clarke’ın bu yorumu Bizanslılardan kalan kutsal emanetlerin birada korunduğunu işaret etmektedir. Burası sadece seçkin yabancı ziyaretçilerin girmelerine izin verilen bir teşhir mekânı olmakla birlikte, bu ziyaretçilerin de görebildikleri de sınırlıydı. Seyyahlar da kendilerine içerdeki değerli nesnelere şöyle bir göz atma fırsatı verildiğini ve hemen dışarı çıkarıldıklarını belirtmektedirler.

Cephanelikte korunan kutsal nesneler, sakal-ı şerif ve Bizanslılara ait kutsal eşyalar kutsal kişileri ve olayları hatırlatan metonimik* yadigârlar olmakla kalmayıp, en az dinsel hatıralar kadar imparatorluğun gücünün de simgesi olmuştur. Askeri gereçlerin kutsal emanetlerin yanında teşhir edilmesi, kutsal emanetlerin savaşla ele geçirildiğini belirgin biçimde yansıtarak onları belirli bir sağlama yerleştirdi. Her ne kadar bu eşyaları görmek için halk Darü’l-Esliha’ya giremese de bu durum hiçbir zaman onların hapsedilmesi ve silinmesine yol açmadı. Aksine, fetih silahlarının arasına hapsedilmesi, kutsal emanetleri ve Osmanlı egemenliğini, eski Bizans kilisesinin dışındakiler için her zamankinden daha hissedilir kıldı. Her ne kadar, gerek içerik gerek amaç açısından, gelecekteki Osmanlı askeri müzelerinin tohumlarını atmış olsalar da Darü’l-Eslihada korunan nesneler, teşhirden ziyade gizlemenin esas alındığı bir koleksiyon olduğu için bir müze oluşturmadı.69

Eski yapılardan alınan parçaların yeni binalarda kullanılması, tarihi eser toplamanın en ilkel biçimlerinden biridir. Akdeniz havzasının büyük bölümünde olduğu gibi, Bizans İmparatorluğunda, Selçuklu Devletinde ve Osmanlı Devletinde

67

Show, 2004: 23.

68 Çal, 2010: 24.

* Metonomi(k): Bir ismin yerine onu doğal olarak çağrıştıran başka bir ismin kullanılması.

35

resmi görevliler, eski parçaları yeni yapılarda kullanmak suretiyle bir araya getirdiler; böylece eski formlar için yeni bağlamlar ve anlamlar yarattılar. Cebehane-i Amire ve Darü’l Esliha’da barındırılan koleksiyonlar, bir binanın nesnelerin korunması ve teşhir edilmesi amacıyla kullanılmış olması açısından bir müzenin habercisi sayılır. Ne var ki bu koleksiyonların hiçbiri müze değildi ve insanlar içindeki nesneleri nadiren görebiliyor, belki de hiç göremiyorlardı. Ayrıca bu nesneler sınıflandırılmamıştı. Binalarda ve surlarda yeniden kullanılan çok sayıdaki eski parçada, bir müze açısından vazgeçilmez olan sistemli bir sınıflamaya tabi tutulmamıştı. Yine de yeniden kullanım, müzede olduğu gibi eski eserlerin korunmasını ve geniş bir kitlenin görsel takdirine sunulmasını sağlamıştı.

Eski eserlerin “kaçırılmasını” meşrulaştırmak amacıyla öne sürülen iddiaların büyük bir bölümü, Avrupalı olmayan halkların eski eserlerin kıymetini anlama ve onları koruma yeteneğinden yoksun oldukları önyargısına dayanıyordu. Avrupalılar genellikle70 eski eserlerle hiçbir ilgisi olmayan Osmanlıları bu anıtların sahibi olarak görememektedirler71

ve Avrupa dışındaki ülkelerden eski eserleri toplayarak barbarların elinden kurtardıklarını, onları özenle inceleyip koruyan bilim insanlarına teslim ettiklerini düşünüyorlardı. Bu anlayış doğrultusunda yürütülen toplama etkinlikleri, Osmanlı Devletinin görsel dünyanın da eski eserlerin hiçbir değer taşımadığı varsayımına dayanıyordu. Oysa gerçek bunun tam aksi olmakla beraber Osmanlı müzelerine gelen yeni eşyalara ilişkin kayıtlar, ilk arkeolojik kayıtlarla bir arada değerlendirildiğinde, Avrupalıların ilgi duymalarından çok önce eski parçaların toplandığını ve yeniden kullanım yoluyla korunduğunu gösteren çok sayıda kanıt sunar.

XIX. yüzyılda Avrupalı gezginler tarafından tamamen yağmalanmadan önce72, Anadolu Selçukluları, Konya Alâeddin Tepesi’ndeki surları yaparlarken taşların arasına da Helenistik tarzda yapılmış çıplak bir erkek heykeli de yerleştirmişlerdir. Ne yazık ki bu kalıntılardan hiçbir iz günümüze gelememiştir. Onlarla ilgili bildiklerimiz yalnızca Fransız gezgini Lếon Labordế’nin (1807-1869) 1837’de yayımladığı eserindeki gravürlerdir. L.Laberdế gravürlerinde sur

70 Shaw, 2004: 26-27,29. 71 Akın, 1993: 234. 72 Shaw, 2004: 30.

36

duvarlarındaki kabartmalar ve heykeller açıkça görülebilmektedir.73

Eski parçaların yeni yapılarda kullanılması, Osmanlı Devleti döneminde de sürdü. 16. yüzyılda İstanbul’a gelen İtalyan gezginlere göre Bizanslılardan kalan aslan heykelleri İstanbul’daki Blaherna Sarayı’ndan (Tekfur Sarayı) alınarak denize açılan kapının çevresine yerleştirilmiştir. Özellikle Bizans heykellerinin yeniden kullanımı yerleştirdikleri yeni yerlerin Osmanlı emperyal gücünün göstergesi işlevini gördüğünü düşündürmektedir. Aslan genellikle kötülüklere karşı koruyucu ve güç simgesi olarak görüldüğünden, bu heykeller aracılığıyla da Osmanlı iktidarı vurgulanmış oluyordu.

İster askeri araç-gereç, isterse yıkılan binaların parçaları şeklinde olsun, “ganimet” elde edilmesi, yalnızca çok miktarda nesnenin rastgele biriktirilmesi ya da mevcut malzemenin elverişli bir şekilde kullanılması anlamına gelmez. Bu tür nesnelerin, belirli biçimlerde ve yoruma elverecek şekilde amaçlı olarak toplanmış olmaları nedeniyle, modern müzelerin öncüleridir.74

73 Yücel, 1999: 30. 74 Shaw, 2004: 34, 38.

37

3. OSMANLI ÜLKESİNDE ESKİ ESERLERE KARŞI İLGİNİN