• Sonuç bulunamadı

3. Mesnevi Çözümleme Yöntemi

3.3. Zihniyet ve Temelleri 1. Zihniyet Nedir?

4.3.5. Zihniyet ve Sanat

Zihniyet, soyut bir kavram olarak algılanabilir. Zihniyetin gözlenebilir varlığı onun şekillendirdiği müşahhas örnekler üzerinden anlamayı ifâde etmektedir. Bu müşahhas örnekler obje olarak adlandırılabilir. Objeler anlamlandırılırken şekillendirici bir unsur olan zihniyet anlamlandırılmış olmaktadır. Örneğin mimârî, epik şiir, hat sanatı ya da orkestra birer objedir. Sanatkâr bireysel fikrî ve estetik çıkarımlarının yanı sıra toplum ile eser arasında toplumdan aldığını esere taşıyan bir misyonu üstlenmektedir. Bir taraftan eserin var edicisi iken diğer taraftan bir vasıta olmaktadır. Toplum ve sanatkâr arasındaki bu ilişki büyük ölçüde zihniyetin müşahhas numûneleri olarak sanat objeleridir. Genel anlamda ise ortaya konan bütün bir maddî kültür unsurlarıdır. Ancak zihniyetin kapsamının kültürden daha dar bir anlam içinde kullanıldığını hatırlatmak gerekmektedir.

Zihniyet çalışmalarında amaç yeni keşiflerden çok var olan durumu kendi koşulları içinde yeniden keşfetmektir. Bu noktada yeni keşifler yerine yeniden keşifler bir dönemin zihniyetinin belirlenmesinde oldukça önemlidir. Bolay, Osmanlı

düşüncesinin anlamlandırılmasını bu çerçevede yorumlamaktadır: “Varlık açısından Osmanlı siyâsî ve toplumsal nizâmı, bilinmeyen ve yeni bir şey değildir. Bunun gibi Osmanlı düşüncesi de menşei ve aslı itibariyle yenilik iddiâsında olan bir düşünce şekli olmayabilir. Dolayısıyla onu zaman, mekân, nispet ve aidiyet gibi kategoriler açısından tespit edip varlığını kabul etmek lazımdır ki onu anlamanın ön şartı sayılır. (Bolay, 2005: 17).”

Sanat eserleri vasıtasıyla bir devrin zihniyetini yakalayabilme yeniden keşfetmenin çabası olarak değerlendirilebilir. Bir devri anlama ya da yorumlama zihniyeti anlama ile başlamaktadır. Anlama ve yorumlama çok boyutlu bakmayı ve meseleyi kökeninden ele alarak içten bir okuyuşu gerekli kılmaktadır. Tarih bu içten okuyuşu kolaylaştıran ve olayları, değer ölçülerini, yaşam tarzını, sanat faaliyetlerini, askerî ve ekonomik ilişkileri, ticarî faaliyetleri vb. objektif tavrı ile yakından ve doğrudan görmeyi sağlayan bir bilim dalı olarak çağ okuma ya da yorumlamalarının temel müracaat sahasıdır. Günümüzde sosyal bilimcilerin çok boyutlu bakış açısı araştırmalara önemli ölçüde ışık tutmaktadır. Örneğin bir tarihçi alanı ile ilgili diğer sahaları görme ihtiyacını çoğu zaman bir zorunluluk olarak düşünmektedir. Ülgener’e göre çağ okumalarında tarihçi kendini sadece alanı ile sınırlamamalıdır: “Tarihçi, otarşik bir kapanışla, kendini yalnız iktisâdî-teknik konulara yahut hukukî-şeklî ilişkilere verip diğer sahalara, özellikle fikir ve zihniyet cephesine yabancı kalmıyor. Tarih araştırmalarının, bilakis, artan bir hızla komşu sahalara yayılıp genişlediğini görüyoruz (Ülgener, 2006a: 3).” Bu yaklaşım disiplinler arası bir çabayı ifâde etmektedir. Ibn Haldun, tarih biliminin disiplinler arası bir yöntemle hareket etmesi gerektiğini: “Tarih bu cihetlerden birçok kaynaklara, türlü bilgilere, dikkatle bakış ve incelemelere ve kalplerde kanaat ve inan husûle gelinceye kadar tespite muhtaçtır” (İbn Haldun, C. I., 1986: 18).” Şeklinde ifâde etmektedir. Zihniyet çalışmaları disiplinler arası çalışmaların en çok ihtiyâç duyulduğu bir alandır.

Zihniyet çalışmalarında geçmişi anlama ve yorumlamada tarih bilgisinin yanı sıra edebî eserin zengin dünyası göz önünde bulundurulmalıdır. Bilkan, edebî eser vasıtası ile çağ ve çağın insanının vasıflarının yakalanabileceğini düşünmektedir: “Edebiyat eserleri, nesiller arasındaki duyuş ve düşünce farklılıklarını, zevk değişikliği ve hayâl, imaj dünyasındaki gelişmeleri yansıtan birer aynadır. Biz bu aynalarda geçmişin estetik algılamasını, zekâ ve sanat değerini ve güzellik felsefesini

de görebiliriz. O halde bir toplumu anlamak ve onu değerlendirebilmek için en uygun ölçü, o toplumun ortaya koyduğu edebiyat eserleridir (Bilkan, 2009: 127).” Tarihî bilginin yanı sıra edebî eserler zihniyet çalışmalarında değer kazanmaktadır.

Zihniyeti tespit edebilmenin yolları nelerdir? sorusu bir yöntem olarak önem taşımaktadır ve bir yol haritası çizmektedir. Ülgener’e göre zihniyetin doğrudan ve yukarıda işaret edildiği gibi dolaylı izlenebilir yönleri mevcuttur: “Evvelâ doğrudan doğruya müşâhede usulleri, bizzat temaslar, seyahatler vs., ikinci olarak zihniyeti vasıtalı şekilde aksettiren vesikalar ve eserler: Başkaları tarafından yapılmış seyâhatlere ait notlar, tasvîrler, çeşitli ahlâk eserleri, hukuk mevzûatı (kanûn, ferman vs.) (Ülgener, 2006a: 39).” Bunlardan ilki olan doğrudan vasıta ile gözlemleme zamanın geçmişliği nedeni ile mümkün değildir. Değişmeyeni ve özünü muhâfaza edeni görüp anlayabilme zihniyet araştırmalarında önemli bir mihenk taşıdır. Bu noktada edebî metin kavramı ile karşılaşılmaktadır. Bilkan, geçmişe dönük bir anlama çalışmasını “edebî eseri yeniden yaşama” olarak tanımlamaktadır: “Bütün mesele edebî metnin yeniden yaşanabilmesidir. Herhangi bir şairin şiirini okurken şairin duygularını âdetâ yeniden yaşar ve kendimizi şairin yerine koyarız. Bu bir yönüyle ‘şair adına yaşama’ ve ‘şairin yaşadıklarını kendi içinde yeniden kurma’ hâlidir (Bilkan, 2009: 24).” Her bir edebî ürün çağının kendi koşulları, değerleri, kıymetleri, idealleri, telakkileri ve sanatsal anlayışı içinde değerlendirilmelidir. Bu yönü ile edebiyat ve sanat tarihleri önemli fonksiyonlar üstlenmekte; geçmişi anlama çabası içinde malzemelerini büyük bir titizlikle değerlendirerek nesnel yargılara ulaşabilmektedir. Zamanın aşındırıcılığına mukabil özünü muhâfaza edebilen sanat ürünleri zihniyet araştırmalarında önemli araçlardır. Bouthoul, bu ikinci yöntemi zihniyetin tespit edilebileceği önemli bir malzeme olarak görmektedir: “Lirik şiir, anılar, söylevler, mahrem günceler, itiraflar ve mektuplar, gibi bir devrin yahut bir sosyal çevrenin zihniyetini dile getiren, birinci derecede önemli dokümanlardır (Bouthoul, 1975: 11).” Ahlâkî, edebî, dinî kaynakların incelenerek zihniyetin keşfi doğru bir yöntem izlenildiğinde çoğu zaman daha objektif bir sonuç doğurmaktadır. Ülgener’e göre zihniyetin dolaylı gözlemlenmesinin bazı faydaları bulunmaktadır: “Böyle dolambaçlı bir yoldan gitmenin şu faydası olabilir: Bizden uzaklaştıkça yüz çizgileri bulunan, vuzûhsuzlaşan insanı devrinin ahlâk ve edebiyat mahsullerine vuran akisleriyle bir dereceye kadar olsun, tekrar canlandırabilmek! (reconstruction)

Bu metod iyi kullanıldığı takdirde verimli neticeler sağlamakla beraber, dikkatsiz, acele tatbik edildiği zaman hakikate uymayan mübâlağalı genelleştirmelere açık kapı bırakır (Ülgener, 2006a: 40).”

Her bir çağ ve çevre kendine görelik taşımaktadır. Buna çağın ve çevrenin zihniyeti denilebilir. Çağ ara renk tonlarının yanı sıra kendi içinde bir bütünlük, yek-pârelik taşıyabilir. Ülgener’e göre her bir çağda ortak zihniyet bulunmaktadır: “Geriye ve ileriye olan farklar şu veya bu sûretle törpülendikten sonra oldukça uzun bir zaman süresinin, başında ve süresinde az çok ortak bir zihniyetten bahsetmek yanlış olmasa gerekir (Ülgener, 2006a: 27).” Bir çağın zihniyetinde aykırı gibi görünen kimi çizgilere rağmen bir bütünlük, ortaklık söz konusudur. XVII. yüzyıl denildiğinde bu çağa ait genel bir zihniyetten söz edilebilir.

Edebî eser çağın bir parçası ya da ürünü olarak çağa görelik özelliğini taşımaktadır. Buna çağ ve edebî ürün arasındaki doğal bağ denilebilir. Bunun örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Ülgener’e göre çağın pek çok husûsiyeti edebî eserde yer almıştır: “Önemli olan çağın ve çevrenin sanat ürünleri içinde dolup yığıldığı kadar, onların aracılığı ve tanıklığı ile zihniyetin belli deyim ve söyleyişler hâlinde kendini belgeleyişi ve yankılanışıdır (Ülgener, 2006a: 11).” Bir çağ içinde şekil bulan farklı sanat şubelerinde ortak bir rûh bulunmaktadır. Bu bağlamda bir devrin edebî ürünlerinde de aynı ortak zihiyetin yansımaları yer almaktadır. Rothacker, sanat eseri ile hayat arasında bir paralellik olduğunu düşünmekte ve aynı atmosferde şekillenen sanat eserlerinde derin bir iç ilgi ve benzerlik kurmaktadır. Onun bu husuta W. Diltey’in Roma sanatı hakkındaki düşüncelerinden yararlandığı görülmektedir:

“Bir civic romanın (bir Roma vatandaşı)…medeniyeti her tarafa yayan, boyunduruk altına aldıklarını koruyan, dik başlıları yola getiren Roma imparatorluğu vatandaşı olmanın verdiği bu taşkın gurur, bu üslûb Roma sanatında, Roma edebiyatında, Roma dininde de dile getirilir. Roma eseri olan herhangi bir su yolunun her kemerinde, bir Roma anıtı üstündeki yazının her harfinde, Roma dilinin her cümlesinde insan aynı Roma rûhunu duyar (Rothacker, 55; Okuyucu, 2010: 24).”

Ortak devir rûhu Alman merkezli olup bu düşüncenin temsilcilerinden birisi de Wölfflin’dir. (Okuyucu, 2010: 25) Ortak devir rûhu anlayışının yaygın bir anlayış olarak benimsenmesi dikkat çekicidir. Mülayim ve Tanrıkorur devrin sanat eserleri arasında ortak bir rûh olduğu fikrine katılmaktadırlar. (Okuyucu, 2010: 26) Yahya Kemal’in de ortak devir rûhu anlayışını benimsediği görülmektedir. Ona göre: “Şair

bütün öteki sanatlara bağlıydı. Hattat yazıyor, mücellit ciltliyor, müzehhip tezhipliyor ve bestekâr ondaki şarkıları besteliyor; şaire, mimâr câmilerinin, mescitlerinin, saraylarının, medreselerinin, çeşmelerinin, şadırvanlarının cephelerinde bir yer arıyordu. Hâsılı şair bütün sanatlara, bütün hayata böyle bağlarla bağlı ve o cemiyetin timsali idi (Okuyucu, 2010: 26).” Ortak devir rûhu fikri Agâh Sırrı Levent tarafından da benimsenmiştir ve ona göre sanatın pek çok şubesinde bu ortak rûh gözlemlenebilmektedir:

“Agâh Sırrı Levent’e göre Müslüman Türk dünyasının yarattığı güzel sanatların çeşitli dalları arasında aynı rûh, aynı anlayış ve karakter hâkimdir. Bilim, felsefe, hukuk ve güzel sanatlar arasında bu uyum görünür. Mimârîde bir gotik, barok ya da rokoko olmadığı gibi edebiyatta da klâsik, romantik veya realist yoktur. Minyatürdeki tavır edebiyatta canlandırılan hayat ve tiplere uygundur. İkisinde de tabiat, zaman ve mekân dışılık mevcuttur. Sanatta da minyatür gibi dünyayı alımlı göstermekten kaçınır, onun vefâsız ve geçiciliğini vurgular (Levent, 61; Okuyucu, 2010: 26).”

Okuyucu, ortak devir rûhunun sanat eserleri üzerinde önemli ölçüde tesir bıraktığını düşünmektedir: “Her devrin, bilgi, inanç ve anlayış özelliklerine dayanan bir sanat, tabiat ve evren görüşü vardır. O devrin eserlerinde bunların izleri görülür. Eski Türk edebiyatındaki ‘mazmunlar’ hep bu esaslara dayanılarak yapılmıştır. Kur’ân, hadîs, fıkıh, kelâm gibi gerçek; nücûm, simyâ, vehmî kimyâ gibi asılsız bilimler; geniş felsefî düşünceden doğan tasavvuf, türlü mezhep ve tarîkatlar, çeşitli efsâneler bütün sanat ve düşünce ürünlerinde geniş çapta yer tutar (Okuyucu, 2010: 28).” Cansever, sanatın devrin rûhundan etkilendiğini düşünerek bu konudaki görüşlerini: “Sanat eseri varlık-kâinat tasavvurunun yapılana yansımasıdır. Eserini ortaya koyarken aldığı her karar sanatkârın varlık ve varlığının güçleri hakkındaki tasavvuruna göre şekillenir (Okuyucu, 2010: 45).” şeklinde ifâde etmektedir.

Bir devirde teşekkül eden sanat eseri sanatkârın eseri olduğu kadar devrin rûhunun bir numûnesidir. Bir çağın rûhunu anlama sanat eserleri ile mümkündür. Kaplan, zihniyetin mimârî, devlet yönetimi vb. pek çok öğede müşahhaslaştığını düşünmektedir: “Türklerin düzenleyici zihniyetlerini Osmanlı İmparatorluğu devlet teşkîlâtı ve kanûn-nâmleri ile mimârîsinde de görmek mümkündür (Kaplan, 1999: 115).” Kurnaz’a göre her çağın edebî ürünleri o çağa ait değerler ile yüklüdür: “Edebiyat, milletin söze, yazıya bürünüp görünmesidir. Göktürk Yazıtları, Oğuz Kağan Destânı gibi metinler, nasıl atlı göçebe hayat tarzını ve özelliklerini yansıtıyorsa, İslâmiyet’in kabulünden sonra ortaya çıkan edebiyat metinleri de yeni

hayat anlayışının özelliklerini yansıtır (Kurnaz, 2011: 11).” Ortak devir rûhu anlayışı Mazıoğlu tarafından da benimsenmiştir. Mazıoğlu’na göre klâsik şiir Osmanlı cemiyetinin içinde bulunduğu çağlara göre- genel prensipler çerçevesinde- husûsî bir renk kazanmıştır: “Eski şiirimiz ne kadar kaideci ve esasları belli olursa olsun devrin rûhunu taşımaktadır. Dîvân şiiri mahdut bir zümrenin, yüksek tabakanın bediî hislerini ifâdelendirmiş olmakla beraber o topluluğun fikrî ve hissî davranışlarını, yükseliş ve alçalışlarını da imkân nispetinde aksettirmiştir (Mazıoğlu, 1957: 2,3).”

Edebî eser fert, tarih, kültür, evrensel değerler vb. pek çok bileşenin bir ürünü olmakla beraber çağ ile îzâh edilebilecek bir özelliğe de sahip bulunmaktadır. Kefeli’ye göre edebî eserin kazanmış olduğu özelliklerde çağın önemli tesirleri bulunmaktadır: “Sanatçı, estetiğin kuralları ve duyuş tarzı içinde insanı anlatırken farklı bir perspektif yakalamakta ve gördüklerini özel bir duyarlılıkla yansıtmaktadır. Bu duyarlılığın oluşumunda yazarın mizâcı ve hayat felsefesinin yanı sıra yaşadığı ortamın sosyal, siyâsî ekonomik koşullarının önemli bir payı vardır (Kefeli, 2007: 11).” Bütün bunların bize sağladığı fayda edebî metnin kendini anlama çabası olmalıdır. Bununla beraber edebî metnin bir gösterge olarak kullanılması da mümkündür. İlyada Destânı’nda Yunanlılar’ın inançları, felsefî düşünceleri, âdetleri ve Çanakkale’nin o çağa ait coğrafî bilgilerinin bulunması bu duruma örnek teşkil etmektedir. Edebî metin ve içinde şekillendiği atmosfer araştırmacıyı bütüncül bir bakışa itmektedir. Kaplan’a göre edebî eser bir bütündür, sanat eserinde sanatkârın ferdiliği büyük ölçüde devir rûhuyla şekillenmektedir ve bunun için edebî esere bütüncül bakılmalıdır. (Bilkan, 2009: 39)

Farklı dönemlerde yazılan eserler, birbirinden farklılıklar taşımaktadır. Çağın edebî eser üzerinde çok farklı yansımaları bulunmaktadır. XVII. asır klâsik Türk şiirini anlayabilmek çağ gerçeği ile mümkündür. Bilkan’a göre bu asırdaki farklılaşmalar şiir dilinde karşılık bulmuştur: “Osmanlı Devleti’nin duraklama döneminde ortaya çıkan sosyal ve ekonomik durum, sanatçıların duygu ve düşünceleri üzerinde önemli derecede etkili olmuştur. Bu dönemde dîvân şairlerinin müşebbehünbih (kendisine benzetilen) dünyasını, genellikle sosyal çevreleri ile ilgili unsurlar oluşturmuştur (Bilkan, 2009: 44).” Çağın hayat anlayışı edebî eserin hayat anlayışı olarak belirmektedir. Bir dönemde geçerli olan hâkim zihniyet edebî eserlerde karşılık bulmaktadır. Çağ ve sanat eseri ilişkisi “çağın zihniyeti sanat

eserinin zihniyetidir” şeklinde formüle edilebilir. Meseleye bu yönden bakıldığında XVII. yüzyıldaki bir eserin anlamlandırılması daha kolay olacaktır.

Sosyal bilimlerin başlangıç noktasında şiirin varlığı kanıksanmamalıdır. Şiir estetik bir uğraş olmanın yanı sıra döneminin dinî, felsefî, itikâdî, tasavvufî pek çok unsurunu içermekte ve fikrî olana açık bulunmaktadır. Aksan, şiir sanatının zannedilenin aksine hayatı ve fikri kucaklayan bir yapıya sahip olduğunu düşünmektedir. Onun bu husustaki tespitleri şiir ve düşünce arasındaki ilişkiyi ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir:

“Şiir, söze dayanan sanatların olduğu gibi çeşitli sosyal bilimlerin de başlangıç çizgisinde duruyor kanısındayım. Bir başka deyişle, şiire eğilimi olanlar genellikle insan bilimlerine yakın, şiiri bıraktıklarında çoğu zaman bu alanlara yönelen kimselerdir. Ünlü romancı ve öykücüler gibi, tiyatro yazarlarının, edebiyat tarihçilerinin, eleştirmenlerin, dilcilerin, tarihçilerin yolu, büyük bir çoğunlukla hep şiirden geçmiştir (Aksan, 2007: 13).”

Şiir, sosyal hayatla olan ilişkisi sonucu sosyolojiye büyük veriler sunmaktadır. Bu veriler edebiyata dönük algıya büyük ölçüde şekil vermektedir. Batı’da edebiyatın sosyal içerikli muhtevâsı önemli çalışmaların başlangıcı olmuştur. Bouthoul, edebiyatın Batı’da sosyoloji ve zihniyet çözümlemelerinde önemli ölçüde kullanıldığını belirtmektedir:

“Edebiyatın sosyolojiye sağladığı gözlenebilir malzeme, psikolojik roman ile satirik romanın büyük gelişme göstermesiyle birlikte, XVII. yüzyıldan itibaren, hayli geniş ölçüde zenginleşmiştir. İşte bu ândan sonra edebiyat, sadece heyecân verici, coşturucu yahut dehşet verici olmaktan çıkar. <<Picaresgue>> İspanyol roman, İngiliz ve Fransız örf ve âdetler romanı, çeşitli sosyal tabakaların hayat tarzları ve zihniyetleri üzerinde gerçek birer doküman hazînesi mâhiyetini kazanırlar. Balzac ile beraberse, bu yönlerde, bir de, hayatın ekonomik görüşleri eklenir. Zamanımızda, roman ile örf ve âdetlerin incelenmesi, hayatın bütün anlarına değinir ve çağdaş devir için, sosyolojinin bol bol faydalanabileceği en geniş dokümantasyon kaynaklarından biridir (Bouthoul, 1975: 10).”

Geçmiş bir çağın sosyolojisi ve tarihi edebî ürünlerde yaşamaktadır. Edebî ürünler çağlar ötesinden süzülen değerlerin, devlet ve toplum şuur ve müktesebâtının ifâdeleşmesi olduğu için sosyoloji ve tarihe önemli veriler sağlamaktadır. Edebî eserler geniş yelpâzesi ile zihniyetin yakalanabileceği önemli vasıtalardır. Bu yönüyle geçmişi yeniden yaşama hâlidir ve geçmiş bir çağın zihniyetini canlı hâliyle sunmaktadır. Özellikle geçmişe dönük anlamlandırmalar söz konusu olduğunda edebî mahsuller, sosyal hayatın anlamlandırılmasında katmerli bir değer kazanmaktadır. Wellek ve Warren’e göre geçmiş bir çağın sosyolojisini edebî eserler vasıtası ile gözlemlemek mümkündür: “Sosyal tutum ve özlemleri araştıranlar, uygun

şekilde nasıl yorumlayacaklarını bilirlerse, edebî malzemeleri kullanabilirler. Aslında eski devirler söz konusu olduğunda, dayanabilecekleri devrin sosyologlarına, politika, ekonomi ve halkın genel problemleri üzerine yazan yazarlara ait deliller olmadığından bu devirlerin araştırıcıları edebî veya yarı edebî malzemeyi kullanmaya mecbûr olacaklardır (Wellek ve Warren, 20011: 119).” Kimi zaman hiç önemsemeyen edebî bir mahsulde bile çok şey bulunabilmektedir. Wellek ve Warren’e göre önemli olan edebî eserden uygun bir yöntem ile faydalanabilmesini bilmektir: “En muğlak bir alegori, gerçeklerle en ilişkisiz bir tabiat şiiri, en kötü bir fars bile uygun şekilde soruşturulursa, zamanın toplumu hakkında bize bir şeyler söyleyebilir (Wellek ve Warren, 2011: 120).” Edebî eseri bağımsız bir fenomen olarak ele alma eğilimi bu nedenlerden dolayı mümkün görünmemektedir. Tanpınar, edebî eseri kendi dışındaki unsurlarla beraber bir bütün olarak görmektedir: “Unutmayalım ki nesil, edebî zümre ve hareket, zaman, muhît ve ırk, edebî nev‘î ve sanatkârın kendisi beraberce mevcûd olan şeylerdir (Tanpınar, 2006: 16).” Edebî eserin zihniyet çalışmalarına diğer sanatlardan daha müsait olduğu söylenebilir. Edebî eserin dile dayalı bir sanat olması bu noktada bir öncelik kazandırmıştır. İsen’e göre edebî eser zihnî bir sanat olması bakımından diğer sanatlardan ayrılmaktadır: “Temelinde estetik kaygı yatan dile dayalı kompozisyonlardan oluşan edebiyat; mimârî, resim, heykel, müzik gibi diğer temel sanat dallarından farklı olarak, herhangi bir malzemeye ihtiyâç duymadan, tamamıyla insan merkezli, zihnî bir sanattır (İsen vd., 2009: 10).” Bu yönü onun belli bir dönemin zihniyetini anlamada büyük kolaylıklar sağlamaktadır.

Edebiyatın sosyal hayat ve fikrî olanla münasebetinin bir üstünlük olup olmadığı tartışılan bir durumdur. Burada bir ayrıntının altını çizmek gerekmektedir. Edebî mahsule yaklaşırken edebî eserin var oluş amacı unutulmamalıdır. Wellek ve Warren, sanat eserinin araştırılmasında ve incelemesinde bu hakikatin göz önünde bulundurulması gerektiğini düşünmekte ve onun hiçbir zaman sosyoloji ya da siyâset biliminin yerine geçemeyeceğini belirtmektedir:

“Sosyal hakikat esasında bir sanat değeri değildir; ama karmaşıklık ve tutarlık gibi sanat değerlerini kuvvetlendireceği ileri sürülebilir. Fakat illâ böyle olması gerekmez. Toplumla ilgisi olmayan veya çok az ilgisi olan büyük bir edebiyat vardır. Toplumcu edebiyat, edebiyatın sadece bir çeşididir ve edebiyat her şeyden önce olabildiği kadar hayatın ve özellikle de toplum hayatının ‘taklid’idir şeklinde bir görüşü benimsemedikçe de edebiyat teorisinde aslî bir yer tutmaz. Fakat edebiyat hiçbir zaman sosyoloji veya siyâset biliminin yerine geçmez. Oun kendine özgü var oluş amacı vardır (Wellek ve Warren, 2011: 126).”

Edebî eserde fayda maksatlı ya da doğal olarak var olan sosyal içerikle estetik değer birlikte yer alabilmektedir. Genel bir anlayış olarak bu iki unsurun bir sanat eserinde ayrışımı ön plana çıkarılmaktadır. Çetişli, bir edebî eserde her iki unsurun birlikte yer alabileceğini düşünmektedir: “Edebiyata fayda merkezli fonksiyonlar yüklemek, onun estetik fonksiyonunun inkârı veya iptâli anlamına gelmez. Nitekim büyük sanatkârların kaleminde bu iki fonksiyonun yan yana veya iç içe yer alabildiğini; başarıyla sentez edilebildiğini görmek her zaman mümkündür (Çetişli, 2001: 21).” Sanatkârın eserini ideolojisinin ifâde aracı ya da telkin unsuru olarak kullanması sanat eserinin sanatsallığını büyük ölçüde etkilemektedir. Sanatkâr sanat eserinin varlık gayesini dâimâ göz önünde bulundurmalıdır. Edebîlik edebî bir mahsulün ilk vasfı olmakla beraber edebî eserde estetik kaygı güdülmesi edebî eserin fikrî olana kapalı olduğu anlamını taşımamaktadır. Aktaş’a göre başarılı bir sanat eserinde fikir unsurları estetik dokunun altında gizlenmiştir: “Gelişmiş edebî eserlerde bu gizlidir. Öylesine gizlidir ki, bazen esere imzasını atan yazar bile bunun farkında olamaz, eser çözümlendiği zaman ortaya çıkar (Aktaş, 2005: 15,16).” Edebî eserde mesaj bir amaç değil edebî eserin çok yönlülüğünün bir neticesi olarak vardır. Sanatın evrensel boyutlarının yanı sıra onda ulusal kimliği yakalamak mümkündür. Köprülü’ye göre edebiyatta millî hayatın yansımaları bulunabilir. Onun bu konudaki düşünceleri şöyledir: “Bir milletin edebiyatı, millî rûhu ve millî hayatı