• Sonuç bulunamadı

XVII. Yüzyılın Siyasî, Sosyal ve Edebî Genel Görünümü

3. Mesnevi Çözümleme Yöntemi

3.1. XVII. Yüzyılın Siyasî, Sosyal ve Edebî Genel Görünümü

XVII. yüzyıl Osmanlı’nın büyük değişimler yaşadığı bir çağdır. Bu değişim büyük ölçüde olumsuzluklara doğru bir gidiş olarak görülmektedir. Sadece Osmanlı sahasında değil bütün Türk dünyasında kırılmalar, krizler yaşanmaktadır. İsyânlar, siyasî çekişmeler, ekonomik krizler, askerî başarısızlıklar, yönetim boşlukları, fetihlerin yavaşlaması gibi güçlü Osmanlı’nın sahasında o güne kadar görülmeyen şeyler görülmeye başlamıştır. Osmanlı’nın çağ içindeki görünümü bugün modern yorumlarla değişik adlandırmalar ile anılmaktadır. Öz, bu dönemin modern tarihçiler tarfından buhran, dönüşüm, değişim olarak adlandırıldığını belirtmektedir: “1970'li yıllara kadar, XVI. asrın ikinci yarısında başladığı varsayılan bir ‘Osmanlı Çözülmesi’ veya lise tarih kitaplarındaki deyimle ‘Duraklama Devri’nden bahseden tarihçiler, giderek bu dönemi ifâde etmek üzere ‘buhran’, ‘dönüşüm’ veya ‘değişim’ tâbirlerini kullanmaktadırlar (Öz, 2010: 15).” Osmanlı’nın mevcut düzeninin yavaş yavaş değişmesi kendi dönemi içinde fark edilmeye başlanmıştır. Osmanlı devlet adamları ve ulemâsı, özellikle XVI. yüzyılın son çeyreğinden itibâren kendi devlet ve toplum düzenlerinin klâsik çizginin dışında seyretmeye başladığını fark etmişlerdi. Öz’e göre bu değişim Osmanlı aydını tarafından temel prensiplerde meydana gelen çözülmeye bağlı olarak ortaya çıkan bir değişim olarak algılanmaktadır: “Onların ifâdesiyle “nizâm-ı âleme ihtilal ve reâyâ ve berâyâya infiâl geldiğinin farkındaydılar. Onlar karşılaştıkları bu gelişmeyi dâire-i adliye ve toplum anlayışı çerçevesinde îzâha çalıştılar (Öz, 2010: 16).” Osmanlı’nın bu dönüşüm sürecine girme sebebi değişik nedenlere bağlanılmakta ve modern çağ tarihçiliği, sebep olarak görülen birçok unsuru belirti olarak kabul etmektedir. Yüzyılın genel manzarasına bakıldığında şöyle bir tabloyla karşılaşılmaktadır:

Orta Asya sahasında Altınordu sonrası hanlıkların siyâsî mücâdeleleri görülmektedir. Özbek ve Kazak Türkleri arasında çekişmeler vardır. Hidistan’da Babürler yüzyılın genel eğiliminin aksine büyüme göstermektedir. Bu asırda Hindistan olumlu gelişmelerin yaşandığı bir coğrafya olarak görülmektedir. Celâleddin Ekber’in güçlü temelleri üzerine kurulan ülke oğlu Cihangir ve torunu Şâh Cihan zamanında da kudretini sürdürmüşse de XVII. asır itibâriyle taht

mücâdelelelerine sahne olmuş ve Batı emperyalizminin kurbanı olarak eski gücünü kaybetmiştir.

Azerbaycan’da çok güçlü olmayan Safevî hâkimiyeti söz konusudur. Şiî Azebaycan ile sünnî Osmanlı arasında çekişmeler yaşanmaktadır. Rusya’nın bütün bir Orta Asya’da karışıklıkları destekleyen emperyalist emelleri bulunmaktadır. Türkler’i birbirine düşüren Rusya, Sibirya ve Kazan’ı ele geçirmiştir. Çin, Türkistan üzerinde emeller beslemektedir. Orta Asya Türk coğrafyasında iktisâdî hayatta baş gösteren olumsuzluklar, siyâsî ve askerî başarısızlıkları tetiklemiştir. İlmî hayatta da büyük sekteler söz konusudur. Türkistan’ın doğu illerinde sosyal hayat da canlılığını yitirdiğinden siyâsî bir birlik kuramayan Türkler ağırlıklarını da kaybetmişlerdir. Nitekim yüzyılın sonunda çağın kudretli imparatorluğu Babürler bu nüfûzunu kaybetmiş; Türk üstünlüğü böylelikle bir sonraki asırda sona ermiştir.

XVII. yüzyıla güçlü bir görünümle giren Osmanlı bu çağ içinde mevcut durumunu koruyamamıştır. XVII. yüzyıl Osmanlı için mücâdeleler ile geçmiştir. Bazen kaybettiği toprakları geri alabilme hırsı, bazen de düşmanlarının onun karışık hâlini fırsat bilmesi sonucu bu asır, İran ve Avrupa ile büyük mücâdelelere sahne olmuştur. Yönetimde hâkimiyetsizlik devletin temel sarsıntısıdır. Bu asırda 10 pâdişah ve 62 sadrâzam görev yapmıştır. Tarihî kaynaklar yönetimdeki temel problem olarak imparatorluğun merkezinde yer alan sultanların kimilerinin iktidârsızlığı, reşid olmaması, aklî dengesinin yerinde olmaması gibi pek çok yönetim boşluğuna sebebiyet verebilecek hâdiseleri göstermektedir. Yine bu kaynaklara göre yönetimin bozulmasına bağlı olarak idârî kurumlarda da önemli bozulmalar görülmüş; ekonomik istikrârsızlık önemli ölçüde devleti yıpratmış; Paranın ayarının bozulması, develüasyon gibi ekonomiyi bozan krizler baş göstermiştir.

XVII. yüzyılın sonunda Osmanlı, Karlofça ile ilk toprak kaybını yaşarken yüzyılın başındaki üstünlükten eşitliğe inmiştir. Bu anlaşma bir toprak kaybından öte Osmanlı kudretinin silinmesi anlamını taşımaktadır. Aslında ne Osmanlı’nın kendisi ne de diğer güçler bu anlaşmayı hazırlayan şartların vuku bulmasına kadar Osmanlı’nın yenilebileceği ihtimâlini akla bile getirmemekte idi. Bu psikoloji nedeniyle de Osmanlı uzun bir zaman gerçekleri fark edememiştir. Bir önceki çağın muazzam kudret psikolojisi ile çağa giriş yapan Osmanlı’nın bu çağda büsbütün

başarısızlıklar yaşadığı söylenemez. Zaman zaman olumlu gelişmeler yaşadığı, askerî başarılar kazandığı, fetihler yaptığı da görülmektedir. Ancak üstünlük anlayışı Osmanlı’nın kendini yenilemesine izin vermemiş ve XVII. yüzyılın sonunda Karlofça ile Osmanlı Batı karşısındaki gerçek konumunu kavramaya başlamıştır. Bu sırada Rönesans ile uyanan Avrupa ilim, sanayi gibi sahalarda Osmanlı’dan bir daha geri vermemek üzere üstünlüğü ele aldığı bir döneme girmiştir. Osmanlı ise hızla çöküşe doğru ilerlemeye başlamıştır.

Özetle Osmanlı siyâsî ve sosyal görünüm olarak içte ve dışta zorlu bir süreç yaşamaktadır. Bir başkent olan İstanbul’da türlü karışıklıklar yaşanırken Anadolu’da da benzer sahneler görülmektedir. Celâlî isyanları, ekonomik külfetler, emniyetsizlik ve güvensizlik, iç ve dış tehditler vb. taşra hayatında da büyük huzûrsuzluklar ve karışıklıklar doğurmuştur.

XVII. yüzyıl Osmanlı edebiyatı siyâsî ve sosyal hayatın aksine verimli bir çağ yaşamaktadır. Gerek nicel gerekse nitel bakımdan başarılı bir dönemdir. Edebî ürünlerde niceliğin yanı sıra tür bakımından bir çeşitlenme söz konusudur. Klâsik edebiyat belli bir olgunluğa erişmiştir. Klâsik edebiyatın oturmuş bir yapısı vardır. Bu asır edebiyatı sağlam bir temel üzerine inşa edilmiştir.

Klâsik edebiyatın kendine özgü şartları göz önünde tutulduğunda olayların edebiyata yansıma süreci daha da uzun olacaktır. İsen, klâsik şiirin kişisel olana bünyesinde yer vermediği kanaatindedir: “Bilindiği gibi dîvân şairi kendi kişisel bunalımını şiire hemen hemen hiç yansıtmaz. Yani bu edebiyatta şiir, kişisellikten kurtulduğu veya söyleyenin kişiliğinin dışında geliştiği sürece şiirdir. Dolayısıyla bu şiirde vak’a da ön planda değildir. Eski şiirin soyuta yaslanma yanı da onun XVII. yüzyılda gelişimini sürdürme sebeplerinden biridir (İsen vd., 2009: 113).” Ancak bu asır şiirinde pek çok realist hayat sahnesiyle karşılaşılması, zamandan şikâyet ve ben duygusunun şiirde ön plana çıkması XVII. asrın husûsiyetleri üzerinde farklı bir bakışla düşünmeyi gerektirmektedir.

Yüzyılın sonuna doğru sosyal hayattaki çalkantılar edebiyatı etkilemiş; Nâilî ve Neşatî’den sonra Lâle Devri’ne kadar büyük şair yetişmemiştir. İsen, çağı içerisinde yaşanan gelişmelerin edebiyata yansıdığını ve çağın özelliklerinin edebiyata şekil verdiğini düşünmektedir: “Bir önceki yüzyılda Bâkî’nin şiirinde görünen ve yaşanan dönemin edebiyata aksi olan yücelik ve ihtişam bu yüzyılın

başında Nef’î’de tekrarlanmış, anılan asrın ikinci yarısından sonra aynı derecede hissedilmemiştir. Nitekim yaşanılan hayattaki sıkıntı, örneğin, bu kez edebiyata başka türlü yansımıştır. XVII. yüzyıl edebiyatı hiciv ve hezel alanına sürüklenmiştir (İsen vd., 2009: 113).”

Bu asır şairleri kendilerini İran şairlerinden üstün görmüşlerdir. Bir önceki asırda kendilerini İran şairleri ile eş gören ve zaman zaman mukayeseler yapan şairler bu yüzyılda kendine güven duygusunun bir izhârı olarak kendilerini İran şairlerinden üstün tutmuşlardır. Üstünlük duygusu bir taraftan imparatorluk psikolojisi ile diğer taraftan sanatın ulaştığı düzeyle îzâh edilebilir.

Klâsik şiirin başlangıçta zorunlu bir taklitle başlayan sürecinin zamanla özgünlüğe ulaşması bu dönem edebiyatının önemli vasıfları arasında görülebilir. Bu çağ şairlerinin izinden yürüdükleri ve örnek edindikleri isimler çoğunlukla yerli şairlerdir. Mengi’ye göre bu asır Osmanlı sanatkârlarının esinlendikleri şairler Türk sanatçılardır ve şiirde her ne kadar bir üstünlük duygusu içerisine girilmişse de İran şiiri ile ilişkiler devam etmektedir: “Bu yüzyılın sanatçıları, Necâtî, Bâkî, Fuzûlî başta olmak üzere önceki yılların Türk sanatçılarından esinlenerek kendilerini yetiştirmişlerdir. Şairlerimiz, önceki yüzyıldan başlayarak İran edebiyatı ile eş değer eserler ortaya koyduklarını, kasîde ve gazelde İranlı sanatçıları aştıklarını, mesnevide ise yeni bir yolda yürümeye başladıklarını söylemekle birlikte, İran edebiyatı ile ilişkilerini de büsbütün kesmiş değillerdir (Mengi, 2000a: 179).” Türk şiiri gerçekte artık İran şiirini geride bırakmıştır. Banarlı’ya göre Türk şiiri İran şiirini her bakımdan geçmiştir: “Klâsik Türk şiiri, teknik, ahenk ve zariflik bakımından, XVII. asırda biraz daha oturmuş ve güzelleşmiştir. Asrın dîvân şiiri, asırlardan beri örnek edindiği İran şiirinden asla geri sayılmayacak bir olgunluk çağına varmış ve çağdaş İran edebiyatını geride bırakmıştır (Banarlı, 2001: 651).”

XVII. asır edebiyatının karakteristik vasıflarından biri yenilik arayışıdır. Klâsik şiirin bu dönemdeki yenilik arayışları üzerinde düşünülmeye değer niteliktedir. Öyleki bu hususta şairlerin geleneğe açık eleştirileri dahi söz konusudur. Böylelikle klâsik şiirin kendi içinde bir otokritik yapmağa başladığı görülmektedir. Klâsik konulardan usanan şairlerin yenilik arzuları söylem olarak kendini göstermiştir. Bir diğer yönüyle de geleneğin kendi otokritiğini yapmaya başlaması

şiirin ulaştığı düzeyle ilişkilidir. Tenkit düşüncenin ileri bir merhalesidir. Klâsik şiirin kendini otokritik etmesi böyle bir zihniyet bağlamında değerlendirilebilir.

Bu asırda iki edebî çizgi cereyan etmektedir. Bu edebî ekollerin teşekkülünde siyâsî, sosyal, ekonomik vb. âmiller etkili olmakla beraber yenilik arayışı da büyük bir tesire sahiptir. Bu ekoller bütün bir yüzyıla damgasını vuran ve daha sonraki zamanlarda da etkisini sürdüren sebk-i hindî üslûbu ve hikemî üslûptur.

Sebk “tarz”, sebk-i hindî tamlaması da “hint tarzı” anlamına gelmektedir. Sebk-i hindî İran’da ortaya çıkmıştır. İran’da hüküm süren Safevîler’in siyâsî tavırları nedeniyle buradaki şairlerin bir kısmı Hindistan’a gitmiştir. İran’da vücûd bulan bu akım Hindistan’da gelişme zemini bulmuştur. Yanlış bir anlayış olarak sebk-i hindî’nin kaynağı genellikle Hindistan gösterilmektedir. Sebk-i hindî akımı Hint edebiyatı etkisini içermekle beraber sebk-i hindî şairleri arasında Hindistan’ı hiç görmeyenler de mevcûttur. Sebk-i hindî şairlerinin başlıcaları şunlardır: Urfî-i Şirâzî (ö. 1590), Tâlib-i Amûlî (ö. 1626), Kelîm-i Kâşânî (ö. 1651), Sâib-i Tebrizî (ö. 1670), Feyzî-i Hindî (ö. 1595), Şevket-i Buharî (ö. 1699).

Bu yüzyılda görülen bir diğer akım hikemiliktir. Hikemilik, düşünce hayatında daha çok felsefe karşılığında kullanılmıştır. Sağduyu, özdeyiş, bilgelik, atasözü gibi anlamlara gelen Arapça bir kelime olup gerçek nedenini Allah’ın bilebileceği varlık sırrı olarak tanımlanabilir. Bu anlayışın çerçevesini çizdiği edebiyatta yaşam tecrübelerine dayalı dünya görüşü önemsenmekte, kişiye iyi ve doğru olanı bildirme anlayışı ağırlık kazanmakta, düşünce ve didaktiklik ön plana çıkmaktadır (Mengi, 2000a: 182) Yaşanılan çağın siyâsî, sosyal, ekonomik vb. problemler içermesi, Nâbî başta olmak üzere devrin şairlerinin düşünceye dayalı hikmet vâdisine dalmalarına sebep olmuştur. Bu nedenle hikemî şiir, daha çok insanı, olayları, dünyayı değerlendiren çeşitli konuları işlemektedir. Mengi’ye göre hikemî şiiri farklı kılan onun muhtevâ ve üslûbudur: “Özelliğini daha çok yol gösterici, düzeltici, eğitici konulara yer vermesinden almaktadır. Mesaj verme, telkinde bulunma amacı gözetildiği için şairlerce anlatımın kısa ve özlü olmasına özen gösterilmektedir (Mengi, 2000a: 183).” Hikemi şiirin kaynağı Attar, Mevlanâ ve Sâdî-i Şirâzî’ye kadar uzanmaktadır. Bu şiir anlayışında aklî olanın ön plana çıktığı, akılla dünyayı ıslah çabasının yer aldığı görülmektedir. (Genç, 2010: 261)

XVII. yüzyıl klâsik Türk şiirinin bu çağın zihniyeti ile paralelliği hakkında farklı fikirler mevcûttur. İsen, bu asırdaki II. Osman’ın katli ile geniş sorunların yaşandığına, IV. Murad ve Köprülüler’in sert tedbirleri ile devletin biraz ferahladığına, sonrasında ise Celâlî İsyânları ve Kadı-zâdeler’in bağnaz mücâdelesinin toplum hayatına yansıyan olumsuz tesirlerinin yeniden bir kargaşa ortamı oluşturduğuna ve yüzyılın sonunda imzalanan Karlofça Antlaşması ile gerilemenin başladığına işaret etmektedir. Ancak bunların zihniyet olarak toplumsal hayatta bir yansıma bulmadığını düşünmektedir (İsen, 2009 113) Mengi ise yüzyılın genel kimliğinin değerler değişimine yansıyacak ölçüde zihniyete tesir ettiği kanaatindedir: “Değer değişikliği ve karışıklığı, töresel duyarlık eksikliği, kişiyi doyurmayan maddeye dönük bir yaşam anlayışı ve bütün bunlara bağlı olarak ortaya çıkan çağın bireyler tarafından anlaşılmasındaki güçlük, XVII. yüzyıl Osmanlı toplumunun ana çizgileriyle dikkati çeken özellikleridir (Mengi, 2000b: 176).”

XVII. yüzyıl içte ve dışta Osmanlı’nın zor günler yaşadığı bir çağdır. Bu çağ, askerî asayişsizlik, ekonomik dar boğaz, Celalî İsyânları, komşu ülkelerin düşman tavırları, büyük savaş harcamaları, yetersiz yöneticiler, toprak yönetiminin bozulması, Amerikan gümüşünün yol açtığı fiyat artışı, nüfus artışı, ağır vergiler, savaşlarda ateşli silahların ön plana çıkması, Osmanlı’nın çağın gerisinde kalması, kültürel soğuma, çağın insanının değer yargılarında kaymalar, düşünce hayatında durgunluk, manevî gevşeklik vb. pek çok iç ve dış olumsuzluğun bir arada görüldüğü ve Osmanlı’nın zor günler yaşadığı bir dönemdir. Sebepler her ne olursa olsun İmparatorluğu sarsmış ve Osmanlı’nın klâsik düzenini değiştirmiştir.