• Sonuç bulunamadı

3. Mesnevi Çözümleme Yöntemi

3.4. Zihniyet ve Düşünce Unsurları

3.4.7. Teori ve Pratik

Türk kültür hayatında pratik olana büyük bir önem verilmektedir. Bu anlayış bütün bir tarihi süreçte kendini göstermektedir. Bu düşünce tarzı davranıştan devlet yönetimine kadar hayatın tüm cephesinde görülmektedir. Türk düşüncesi nazarîden çok pratiğe önem veren bir düşünceyi ifâde etmektedir. Bu yönüyle de diğer düşünce tarzlarından (Hint, Sâmî, Grek) ayırmaktadır. Kafesoğlu, Türk kültürüne özgü pratiğe meyil anlayışını şöyle yorumlamaktadır:

“Böylece eski Türk’ün fiilen yaşanan faal hayata karşı duyduğu tutkunluk ile gerçekçiliğin tabiî bir sonucu olan, yalnız görülene inanmak eğilimi Türk düşüncesini ‘mantık ve bilgi teorilerinden’ ziyâde ahlâk (davranış) ve devlet felsefesine sevketmiştir. Türk devlet felsefesi de devletin, nazariyelerle değil, topluluk eğilimlerine uymakla idâre edilebileceği gerçeğine dayanır. Türk düşüncesi, özellikle, bu orijinal cihetleri ile Hind, Sâmî ve Grek düşünce sistemlerinden ayrılmaktadır: Hind düşüncesi en iyi dayanağını Budizm'de bulurken; ‘mucize’ inancı ile beslenen Sâmî düşünce, insan idrâki üstünde bir takım meçhuller dünyası kabul ettiği kâinatta hâdiseleri çözmek üzere ‘insanüstü kudretle donatılmış' veliler çıkarırken; Antik-çağ düşüncesi de ancak sağladığı menfaat ölçüsünde değer verdiği dünyanın sırlarını öğrenmek için aklı tek yol

sayan filozofların ve tabiatı iyi taklit edebilen sanatkârların zuhuruna mekân hazırlarken; Türk düşüncesi daha çok ‘millet sevgisi, Tanrı korkusu, doğruluk’ ilkeleri ile belirlenen devlet adamı, teşkilâtçı ve idâreci yetiştirmiştir. Demek ki, Türk düşüncesi temelde ‘beşerî ve pratik’tir (Kafesoğlu, 2009: 349).”

Türk düşüncesi rasyonalist bir karakter taşımaktadır ve belli ilkelere sahiptir. Onun bu yapısı ne sadece nazarî olanı tercih etmekte ne de nazarî olandan yoksun, karakter ifâde etmeyen bir cihet taşımaktadır. Genel anlamda teori ve pratiğin birleşmesinden oluşan çift kanatlı ve kendine özgü bir yapıyı içermektedir. Ülken, Türk düşünce hayatının rasyonalliğini şöyle maddeleştirmektedir:

“1- Türk tefekkürü realistir. O ne Hintliler gibi nefsin içine kapanmış mistik görüşlü bir millettir. Ne de Eski Yunanîler gibi tabiat ve ‘nizam-ı âlem’e esir olmuş kaderci bir ırktır.

2- Türk tefekkürü nazariye ile ameliye arasında daima sıkı bir irtibat bulmaya elverişlidir. Onda amelî olmayan ve sırf bir zekâ oyunu olarak kalan ‘muakale’ler yapmak zevki yoktur.

3- Türk tefekkürü fikirler ve mefhumları basitleştirme, vazıh ve anlaşılabilir bir hale koymak, ona en rasyonel ve kolay şeklini vermeye müsaittir. Yani o tasavvufta bile rationalistedir.

5- Türk tefekkürü hadscidir. Yani o vakalarla temasında onlardan kendi aksiyonu için ani ve seri neticeler çıkarmaya muktedirdir. Muhtelif medeniyetlere süratli intibak kabiliyeti bunun eseridir (Ülken, 2013: 19).”

Bolay, aynı sınıflamayı yapmakta ve klâsik Osmanlı düşüncesinin bu çizgide olduğunu düşünmektedir. Bu rasyonellik Yûnus ve Mevlânâ’da dahi vardır. Yûnus’un Risâletü’n-Nushiyye’de akla bakışı, onu insan gibi ele alıp konuşturması ve zaaflarına üstün tutması rasyonelliğin bir ifâdesidir. Bununla beraber Osmanlı düşüncesi Türk düşüncesinin teoriyi pratiğe dönüştüren, nazarî olanın amelî olarak karşılık bulmasını gerekli gören ve uygulamaya koyan bir düşünce sistemidir. (Bolay, 2005: 262, 263) Osmanlı’nın ilimler tasnifinde bir önceleme yaptığı görülmektedir. Osmanlı’da naklî ilimler genel anlamda aklî ilimlere tercih edilmiştir. Ancak Teori ve pratikte tercihler kesindir. Bolay’a göre bilginin pratiklik içermesi Türk-İslâm düşüncesinde bir ön şarttır: “Türk İslâm geleneğinde pratiği olmayan bilgi hiç mâkul değildir. Nitekim Hz. Peygamber: ‘Faydasız ilimden Allah’a sığınırım’ demiştir (Bolay, 2005: 253).”

Netice olarak düşünce tarihimiz Türk-İslâm medeniyetinin bütünlüğü içinde teori ve pratik birleşimindeki bir rasyonelliği ifâde etmektedir. Pratikte karşılık bulmayan fikir ya da düşünceler rağbet görmemektedir. Türk kültürü ve İslâm inancının hayat anlayışının ortak bir hayat üslûbu ve düşünce tarzı ortaya koyduğu görülmektedir.

Atâyî’nin aşağıdaki ifâdelerinde teorik ve pratiğe dikkat çekilmektedir. Teorinin Pratikte karşılık bulması gerektiği belirtilmektedir. Bu ifâdeler bir çağ ve medeniyetin teori ve pratiğe bakışını özetlemektedir. Hükemânın tahkiki üzere âlimlerin sağlam olarak tutması gereken kaide şudur: Her eserin vücût bulması amelî ve nazarî iki kuvvete bağlıdır. Nazarî olan ilim ve irfândır. Bu insan türünün cevheridir. Amelî ise gazap ve şehvet olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır:

Böyle tahkîk idipdir hukemâ Ki müsellem tutar anı 'ulemâ İki kuvvetdir iden her eseri 'Amelîdir biri, biri nazarî Nazarın merci'i 'ilm ü 'irfân Ki odur cevher-i nev'-i insân 'Amelî oldı dü nev'e kısmet

Gazabiyye biri, biri şehvet (Atâyî, Se., b.2768-2771, s.221)

Nâbî, öğrenilecek bilgiler husûsunda faydacı bir zihniyete sahiptir. Oğluna ilim öğrenme hususunda bir vasıta olan sarf, nahiv ve Arapça bilmesini ancak bunlarla da çok vakit geçirmeyerek işine yarayacak olanları öğrenmesini, öğrenecekse de öğrendiklerinin tamamını kullanmamasını öğütleyerek faydacı ve pratik bilgiye önem vermektedir. Nâbî’ye göre vasıta ile vakit geçirilmemelidir. Öğrendiğini pratik yapmadıktan sonra nazarî bilgilerin bir faydası bulunmamaktadır. İlim namına her şey kazanılmalı ancak; kullanılmamalıdır. Böylelikle fikir çatışması ve gereksiz çatışmalarla ayakaltına düşülmeyecektir:

Lîk âletle geçürme evkât Bî-te’emmül neye yarar âlât ‘İlmün it cümlesini istihsâl Cümlesin itme velî isti‘mâl Gayrısın okı velî itme ‘amel

Olma pâ-mâl-i da ‘âvî vü cedel (Nâbî, Hy.,b.321,322,324 s.360)

Pratiğe dönük anlayışın aşınmaya uğraması mesnevilerde yansıma bulmuştur. Nâbî, dokorların tecrübeye dayalı bir ilminin olması gerektiğini anlattıktan sonra dönemindeki tıpçıları eleştirmektedir. Onların iyi yetişmediğini, pratikten yoksun olduklarını dile getirmektedir. Bu değişen değerlerin bir yansımasıdır. Pratiğe önem veren bir medeniyetin bu asırdaki hayat anlayışındaki çürümeler, maddeleşen, yozlaşan cemiyet hayatı ve ahlâk dünyası ilmî değerlere de bulaşmıştır. Doktorlar tecrübeden yoksun, işinin ehli olmayan, teoride kalmış ya şöhret ya da para peşinde koşan kişilerdir. İlmiye sınıfındaki çözülüş tıbbiyeye ait değerleri de alt üst etmiştir. (Kemikli, 2008: 82, 83) Bilkan’a göre Nâbî’nin şairlere yönelttiği bu eleştirinin

nedeni tecrübe yoksunluğunun bir eleştirisidir. Bilkan, bir sonraki asırda yazılan Nasîhat-nâmelerde ve edebî eserlerde de benzer konularla karşılaşılabileceğini belirtmektedir. Bu çağda açık bir gerçek söz konusudur: Tıp alanında da Batı’nın gerisinde kalınmıştır. (Bilkan, 2002: 139-143)

Nâbî, ilimlerin öğrenilmesinde pratik ve teoriye dikkat çekmektedir. Doktor, teori ve pratik bütünlüğünde yetişmiş bir kişi olmalıdır. Doktor, hem tecrübeli olmalı hem de işini kitaba göre yapmalı, bitkilerin özelliklerini bilmelidir. Hastalığı kişinin nabzını yoklayarak anlayabilmeli ve şehâdet parmağıyla yoklamak sûretiyle hastalık câsusu olmalıdır. Bitki köklerinin her birinin tabiatı ve vücut ülkesinde alınması gerekli tedbirleri bilmelidir:

Hem mücerrib ola hem ehl-i kitâb Ola dânâ-yı havâss-ı a’şâb

Nabzdan eyleye teşhîs-i ‘araz Ola sebbâbesi câsûs-ı maraz Tab‘-ı eczâ-yı akâkîri bile

Kişver-i cismde tedbîri bile (Nâbî, Hy., b.1556-1559, s.305-306)

Nâbî, doktorluk mesleğinin etik değerlere sahip olması gerektiği anlayışındadır. Bu etik değerlerin yerine getirilebilmesi ise gene doktorun bilgisi ve bu bilgisini uygulama kabiliyeti ile mümkündür. Bütün bunları ise faydaya dönük kullanmalıdır. Doktor tedbirlice ve denenmiş şekilde ilaçlar vermelidir. Câhillikle insan yaratılışını bozmamalıdır. Hastaya sağlık rehberi olmalı, onun hastalığını artırmamalıdır. Hastalığa kurallara göre şifâ arayışında olmalı, insanları koboy olarak kullanmamalıdır. Câhillik neşteri ile kan dökmemeli ve yüce ömrün yol kesicisi olmamalıdır. Şurubu sinir ağlarını dindirmeli ve insan tabiatına zararlı olan hastalıkları yok etmelidir:

İde tedbîr ü taharriyle ilâc İtmeye cehl ile ifsâd-ı mizâc Ola mardâya delîl-i sıhhat Olmaya takviye-dâd-ı ‘illet İde kânûn ile tedbîr-i devâ İtmeye tecrübeye halkı fedâ İtmeye nişter-i cehl-i hûn-rîz Olmaya râh-zen-i ‘ömr-i ‘azîz Şerbeti eylese teskîn-i mevâd

Îde ta‘dîl-i tıbâ‘-ı ezdâd(Nâbî, Hy., b.1559-1563, s.306)

Nâbî, şahsî hayatında ilme büyük önem vermektedir. Uygulamaya dönük bilgiyi önemsemekle beraber Nâbî, doktorun ilimden yoksun olmasını kabul edilebilir görmemeketedir. Nâbî, câhil doktoru eleştirmektedir. Nâbî’ye göre

tecrübesiz ve deneyimsiz bir heveskâra gerçek doktor denmeycektir. Tıp ilminin dışında kendince doktorluk yapmaya çalışan kişi doktor değil öldürücü bir hastalıktır. Birçok garip kişi tabiplik sevdâsında ve hayâllerince doktor geçinmektedir. Tıbba ait birkaç deyim öğrenmiş ve kendisini âdetâ Eflâtûn yerine koymuştur. Sokrat'ı bile kendinden küçük görmektedir. Bokrat'ı talebesi kabul etmektedir. Doktor gibi davranıp tıp ıstılahlarını diline dolayarak geçinmektedir. Onların da pek çoğu yalan yanlıştır. Doğrusu söylendiğinde onu bile yanlış anlamaktadırlar. Anlamsız tıp deyimleri ortaya sürmektedirler. İlaç malzemesi olmadan şurup ve şırınga tatbik etmektedirler. Sözleri baştan sona ‘Yok kuru, yok yaş’ ile geçmekte; hiç birinin de aslını bilmemektedirler. Söz arasında soğuktan, sıcaktan bahsederek bunları da o diyarın bilinen tek ismi sanmaktadırlar. Tıbba ait tek bir kelime duyduklarında birkaç kelimeden oluşmuş sanmaktadırlar. ‘Devât (çâreler) yok mu?’ dendiğinde (devâtı, divitler demek sanıp) ‘mürekkeb’ deyivermektedir. Onun derdi ya para ya da şöhret kazanmaktır. Yoksa hekimlik arada yalnızca bir vasıtadan ibarettir. Tıbb mesleğinde sadece hisleriyle hareket etmektedirler, yoksa ehlinden öğrenmiş değildir. Câhilliğinden dolayı hastaları öldürmektedir. Nerde bir hasta görse pervâsızca tutacağı yeri bilmeden hemen nabzına yapışmakta, uzvun sertliğini ve yumuşaklığını bile ayıramamakta; hatta vücudun kızarıklığını bile sarı sanmaktadır. Macun ile toz ilacını birbirinden ayıramamaktadır. Eftimona afyon dendiğini sanmaktadır. İnsanı ölüm içkisiyle sarhoş ederek zavallı o kişinin ömür ağacını kırıvermektedir. İlaç şişesi gördüğünde şarap şişesi zannetmektedir. Hacamatçı (kan alıcı) kabını gördüğünde, su kâsesi zannetmektedir. İshale karşı yumuşatıcı ilaç ile yol açıklığı vermekte; kabız olana da perhiz ile yardım etmeye çalışmaktadır! Kara sevdâya karşı kara patlıcanı ilaç olarak vermektedir (!) Sarılık hastalığıyla karşılaştığında hemen kan almaktadır. Hastaya balık ile sütü beraber yedirmektedir (!) Her başı ağrıyana Hıta miski koklatmaktadır (!) Öksürüğe şifâ olarak buz vermektedir(!) Sıcak mizâca incir yedirmektedir (!) Hummalıya bal yedirmektedir(!) Göz hastalıklarına soğan suyu akıtmaktadır (!) Zamanımızın doktorları bu durumdadır. Birçoğu câhil ve hâlden anlamamaktadır:

Dinmez, ol şahs-ı hevs-kâra hakîm K'ola bî-tecribe vü bî-ta'lîm

Hod-be-hod tıbba o kim sâlikdür Ne tabîb ol maraz-ı mühlikdür Mütetabbib katı çok şahs-ı garib

Geçinür kendi hayâlinde tabîb Bir nice harf-i tabâbet kapmış Kendüyi nakd-i Felâtûn yapmış Almaz aslâ nazara Sokrat'ı Kendü şakirdi bilür Bokrat'ı Geçinür vaz‘-ı hekîmâne ile Istılâhât-ı tabîbâne ile

Anlarun da, çoğı ammâ ki galat Gerçeğin dirsen eger zu'mı fakat Istılâhâtı sürer ma‘nâsuz Şerbet ü hukne yapar eczâsuz Ratb u yâbis sühanı ser-tâ-pâ Birinün aslını bilmez ammâ Söz arasında satar bârid ü hâr Sanur ammâ ki esâmî-i diyâr Zann ider müfred işitse kelimât Dir mürekkeb diseler yok mı devât Derdi yâ akçe ya hod şöhretdür Fenn-i hikmet arada âletdür Zu‘mı var öğrenemez ehlinden Öldürür hastaları cehlinden Kande kim haste göre bî-pervâ Yapışur nabzına ammâ bî-câ Kabzı fark eyleyemez lînetden Sufreti anlayamaz humretden Eylemez fark-ı süfûf u ma‘cûn Sanur afyûna dinür aftîmûn İder insânı mey-i merg ile mest Yitürür ömr dırahtına şikest Görse kârûre sanur zarf-ı şarâb Şâh-ı haccâmı sanur kâse-i âb Virür ishâle müleyyinle güşâd Kabza imsâk ile eyler imdâd Renc-i sevdâya virür bâzincân Kan alur kande görürse yerekân Yidürür hastaya balıkla leben Kokıdur derd-i sere müşg-i Huten Yah virür itse su‘âle tedbîr Yidürür hârr mizâca incîr Yidürür haste-i hummâya ‘asel Derd-i çeşme akıdur âb-ı basel Böyle hep şimdi tabîbân-ı zamân

Ekseri câhil ü ahvâl-nedân (Nâbî, Hy., b.1564-1587; s.307,308) Nâbî, doktorluk hakkında fikirlerini böylece belirttikten sonra gerekmedikçe doktora gidilmemesini tavsiye etmektedir. Beden gereksizce doktora gidilerek deneme tahtası yapılmamalıdır. Nâbî’nin bu tavsiyelerinde zayıflayan tıp ilminin oluşturduğu korku sezilebilmektedir. Doktora gidilecekse alanında işinin erbâbı doktora gidilmesini tavsiye etmektedir. Gerekli görüldüğü zaman hiç geciktirmeden

usta bir hekime gidilerek tavsiyeleri doğrultusunda hastalığın çâresine bakılmalıdır. Bununla beraber doktorun kabiliyetinin derecesi tartılmalıdır:

İktizâ itmeyicek yorma tenün Tahte-i tecribe itme bedenün İktizâ itdügi dem bî-te’hîr Re'y-i huzzâk ile eyle tedbîr İt müdâvâ bulıcak üstâdın

Vezn kıl rütbe-i isti‘dâdın (Nâbî, Hy., b.1588-1590, s.308,309)

Nâbî, sağlık hususunda hadîslere uyulması gerektiğini belirtmektedir. Dinî hayatın merkezinde gören bir hayat anlayışının teori ve pratiği önemsemesinin yanı sıra tıp ilminde de bu bakış açısının hâkimiyeti ve bu merkezden hayatı görme söz konusudur. Nâbî, hadîsler çerçevesinde perhizi uygun görmektedir. Sancıların olmaması için Hz. Peygamber’in gösterdiği doktorluk kâfidir. Hz. Peygamber’in hekimlikle ilgili tavsiyeleri şifâlı bir tıbdır. Hz. Peygamber, mide için “Hastalıkların evi”, perhiz için de “çarelerin başı” demiştir. Bu kural göz önünde bulundurulmalı, perhiz vücuda bir muhafız yapılarak vücûd sarayına hastalık düşmanı bırakılmamalıdır:

Rence kâfî sana Tıbb-ı Nebevî Tıbb-ı şâfî hikem-i Mustafavî Mi‘deye didi Nebî beytü'd-dâ Himye hakkında didi re’s-i devâ Eyle bu kâ‘ideyi pîş-nihâd İtme zinhâr bu mikdârı ziyâd Eyle perhîzi muhâfız bedene

Girmesün hasm-ı maraz kasr-ı tene (Nâbî, Hy., b.1591-1594, s.309)

Mesnevilerde Türk-İslâm düşüncesinin teori ve pratik bütünlüğüne önem veren anlayışın yansıması ile bu asırda ilmî sahadaki bozulmaya bağlı olarak pratikten yoksunluğun yansımaları ve eleştirisi görülmektedir.