• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: KÜRESELLEŞME KARŞISINDA ULUS DEVLET

3.2. Zygmunt Bauman

3.2.4. Yeni Mülksüzleştirme

Bauman, eskiden beri varlığını sürdüren ulus-devletler gibi, yeni devletlerin de artık bürokrasinin işlevlerini aza indirdiğini ya da pek fazla beklentileri olmadığı

üzerindeki düşüncesini dile getirir. Ulus-devletler için çok önemli olan bürokrasi günümüzde işlevini ve önemini yitirmiş görünmektedir.

Ekonominin biçim değiştirmesiyle birlikte, aslında politik anlamda da egemenliğini yitirmeye başlayan ulus-devletler yalnızca kendi egemenlik alanlarında bulunan kurumların temsilcisi olarak varlıklarını ortaya koyabiliyorlar. Ulus-devletlerde oluşan bu pasif ortam ve güçsüzlük durumu küresel piyasaların meydanda rahat rahat kendi yasalarını koyup, uygulayabilmesine olanak sağlar. Bauman, ortaya çıkan bu yeni düzende ulus-devletlerin kendilerini koruyabilecek ve düzene karşı koyabilecek kadar yeterli kaynağa sahip olmadıklarını söyler (Bauman, 1999: 77).

Küresel ekonomiyi elinde bulunduran şirketler için ulus-devlet artık yalnızca onların varlığını güvence altına alan bir işleve sahiptir. Küresel piyasalar para kazanırken, ulus-devlet sistemi onlar adına yönetimi sağlamaktadır. Politik işlevlerin dışında işleyen yeni ekonomik düzen, yavaş yavaş ulus-devletin ekseninden kendini sıyırmaya başlamıştır. Ekonominin her zamankinden daha fazla ön planda bulunuşu politikayı neredeyse önemsiz duruma getirmiştir. Ekonominin piyasaların eline geçtiği düşünüldüğünde ve devletin buna karışması durumunda, büyük yaptırımlarla karşı karşıya kalacağı da bir geçektir. Bu yaptırımlar üstü kapalı olarak bilinse de devletin zayıflayarak pasifleştiğini açık biçimde ortaya koyacaktır. Bu bağlamda devletler bu durumu göze alamamaktadır.

Bauman bu konuda şunu söyler:

“Devletin izin verilen ve halletmesi beklenen tek ekonomik görevi, iş hayatının

faaliyetlerine daha sert müdahalede bulunmak ve nüfusu piyasa anarşisinin feci sonuçlarından koruma yönündeki yerel baskıları gözleyip kontrol altında tutarak, denkleştirilmiş bütçeyi güven altına almaktadır” (Bauman, 1999: 78).

Küreselleşmenin özü gereği, yurtsuzlaştırmak ve güçsüz devletler oluşturmak olağan bir durumdur. Devlet olarak varlığını sürdüren ancak oldukça yoksullaşmış ve güçsüzleşmiş devletler dünya sahnesinde küreselleşme ve finans hareketliliği açısından özgürlük sağlamada önemli görev üstlenmişlerdir. Küresel piyasanın yayılması ve daha fazla güçlenmesi adına bu devletler, sermayenin özgür olarak yoluna devam etmesi için elinden geleni yaptığı gibi, diğer devletlere de bu özgürlük

ortamını oluşturmaları bağlamında baskıda bulunmaktadırlar. Bauman, Dünya Bankası ve belli finans kurumlarından yardım almak amacıyla, sözü geçen devletlerin bu kurumlara sonuna kadar kendilerini teslim etmelerinin kaçınılmaz koşul olduğundan bahseder (Bauman, 1999: 79). Bu devletler güçlü sermaye grupları ve Dünya Bankası gibi güçlü kurumlara yaranabilmek amacıyla onların her türlü istek ve baskılarını kabul etmek zorundadır. Bauman’ın da belirttiği gibi, bu devletler yenidünya düzeni ve küresel sermaye gruplarının istedikleri şekilde hareket etmelerine olanak sağlayan ve bunun tersinin olacağından korkulmayan birer “polis karakolu” durumundadırlar (Bauman, 1999: 79).

Küreselleşme olgusu ve güçlü küresel odaklar, ulus-devletlerin yazgılarını da değiştirmeye başladılar. Ulus-devletlerin aldıkları politik kararlar bile küresel güçler tarafından belirlenir duruma gelmiştir. Ulus-devletler, günümüzde yalnızca küresel ekonominin işleyişini güvence altına alma açısından, küresel güçler için önem taşımaktadır. Uluslararası ilişkilerin yerini küresel ekonomik ilişkiler ve direkt olarak sermaye ilişkileri aldığından, ulus-devletin piyasalar üzerinde de etkisi çok fazladır demek doğru olmaz. Ancak yine de ulus-devletin ortadan kalkması küresel işleyişin işine gelmez. Çünkü ulus-devletler, uluslararası gerçekleşen yeni sermaye akışını kolaylaştırmaktadır. Hirst ve Thompson’un iddia ettiği gibi, ulus-devletler, “yukarı

doğru uluslararası düzeye, aşağı doğru da ulusaltı ajanlara dağıtma pratikleri ve politikaları, yönetişim sistemini bir arada tutacak eklem yerleri” (Hirst, Thompson, 2003: 219) olarak varlıklarını küresel sistem içinde de sürdüreceklerdir.

Devletin küresel sermayenin kuklası durumuna geldiği yenidünya düzeninde ekonominin politikadan bağımsız ve etkisiz kalması sonucunda belirli değişiklikler yaratmaya başlamıştır. Devlet egemenliğinin yalnızca sözde sürdürülmesi, devletin güçsüzleştiğini gözler önüne sermektedir. Giddens’ın üzerinde durduğu gibi kaçınılmaz ve önüne geçilemez bir süreç olan küreselleşme, özgürlükler ve serbestliklerle yoluna devam ederken ulus-devleti, egemen devlet yapısını yıpratarak güçsüz bırakmaktadır. Bu durum küresel güçlerin işini kolaylaştırıp, onları güvence altına alsa da toplumsal açıdan uzun süreçte işsizlik, yoksulluk gibi olumsuzluklar yaratacağa benzemektedir.

Chomsky’nin “küreselleşmenin işsizliği ve yoksulluğu arttıracağı, güçsüz ülkelerin

ekonomilerini çökerteceği” görüşünü (Chomsky, 2002: 29–30), Bauman da “bazılarının seçimi diğerlerinin kötü kaderi olacaktır” sözüyle paylaşmaktadır (Bauman, 1999: 81).

Küreselleşen dünyada sermayenin belli ellerde toplanması, yoksulla zengin arasında gittikçe derinleşen bir uçurum yaratmaktadır. İşsizliğin giderek arttığı ve gelir dağılımının iyice farklılaştığı görülür. Bunun yanında çalışan kesimin de aldıkları ücret ve yaşam standartları düşmektedir. Küreselleşmeyle birlikte zenginlik ve sermaye tekelleşmiştir. Birçok kaynak bu odakların hizmetinde bulunur. Küreselleşmeyle birlikte zaman ve mekân ayrışması, enformatik gelişmeler, internet ve teknolojinin kullanımının yayılması, sürecin olumlu özellikleri olarak gösterilir. Ancak dikkat edildiği zaman bütün bu gelişmelerin çoğunun güçlü odakların elinde olduğu da yadsınamaz bir gerçekliktir. Bu teknolojik gelişmeler belli zenginler grubunun küreselleşme adıyla servetlerine servet katmalarına katkıda bulunmaktan öteye gidememektedir. Bu çerçevede değerlendirdiğimizde küreselleşme, gerçekten de belli bir gruba yüksek düzeyde yararlar sağlarken; geriye kalan, ancak sayıları zenginlerin üçte ikisini oluşturan grubu da gittikçe zora sokmaya doğru itmiştir. Bauman, eski zenginlerin zengin olabilmek için yoksullara gereksinimleri olduğunu, ancak artık buna gerek kalmadığını anlatırken, zenginlik için üretime de gerek kalmadığından söz eder (Bauman, 1999: 84).

Bauman, küreselleşmenin yarattığı zenginlerin medya yardımı alarak güçlerine güç kattığını savunarak şunu örnek göstermektedir: Medya kuruluşları zenginlerin elindedir. Medya yoksulluğu yok saymaz, ancak bunu belli biçimlerde vererek yoksulluğun asıl nedenlerinin üzerini örtmeye çalışır. Medya, yoksulların yoksul olma nedenleri arasında küresel güçler tarafından talan edilen toprakları ve ele geçirilen zenginlik ve yaşam kaynaklarından söz etmez. Yoksullara yardım bize yalnızca beslenmeleri için yardımlar toplanması olarak yansıtılmaktadır. Oysa durum -bilindiği gibi- bundan farklıdır. Bauman buna “yardım şenlikleri” adını vererek, bu ironik durumu ortaya koyar (Bauman, 1999: 86).

Küresel zenginlerin yanında bulunan medya, yoksulluğu bir yazgı olarak ve tamamen yoksulların kendi seçimleriymiş gibi gösterir. Günümüzde artık Bauman’ın belirttiği

gibi “zenginlik küresel, sefalet ise yereldir” sözü geçerliliğini korumayı sürdürmektedir (Bauman, 1999: 86). Küreselleşme süreciyle birlikte ortaya çıkan teknolojik yenilikler kolaylık sağlamanın yanında, zaman-mekân ayrışmasının ortaya çıkışına neden olur. Aynı zamanda diğer açıdan bakıldığında zaman-mekân ayrışmasının olumsuz yanları da bulunur. Örneğin “mekânın soyulmasına yardım eden” teknolojik yenilikler (Bauman, 1999: 86), paranın küreselleşmesini sağlarken ve zaman yitimine uğramasına da engel olarak zenginlere yarar temin ederken; mekânın soyulması yoluyla yoksulların durumunu güçleştirmektedir.

Küreselleşme ile birlikte güçlü uluslar üstü şirketlerin, ekonominin büyük bölümünü elinde bulundurması, geriye kalan işgücü ve sermaye sahiplerinin pastadan aldığı payın gittikçe azalmasına neden olmaktadır. Özellikle gelişmekte olan ülkeler bu eşitsizlikten büyük oranda etkilenmektedir. Duruma genel olarak bakıldığında; az gelişmiş ülkelerin kötü giden kaderlerinin bir sonu olamayacağı ve gittikçe daha da olumsuz etkilenecekleri görülür. İşsizliğin giderek artması, yoksulluğun ve açlığın çoğalması, diğer yandan zenginlerin daha fazla kazanmaya başlaması, küreselleşmenin güçsüz ve yoksul açısından olumlu sonuçlar doğurmadığı da göz önündedir. Yoksulluk, eskiden işi olmayan ve açlık sınırında yaşayan insanları kapsarken, günümüzde küreselleşmenin tüketim temelli olmasından kaynaklanan biçimde tüketememe ile ilişkilendirilmiş konumdadır (Bauman, 1999: 71).

Hablemitoğlu, tüketim toplumunda yoksulluğu üç ana başlık altında toplayarak değindiğimiz konuya açıklık getirmektedir (Hablemitoğlu, 2004: 96):

Birincisi; yoksulluğun, küreselleşme süreciyle birlikte kaynakların eşit olmayan

dağılımı sonucu bir sorun olarak ortaya çıkmasıdır.

İkinci olarak; yoksulluğun yenidünya düzeninde tam olarak son bulamayacağı ve

değişmez yazgı olduğu gerçeğidir. Zenginlerin giderek zenginleştiği ve gelir dağılımında oluşan dengesizliklerin arttığı gözlemlendiğinde, bu açıklama tam yerindedir. İşsizlikteki artma, sosyal haklar ve sağlık hizmetlerinden yararlanan yoksulların sayısındaki azalma dikkate alındığında geri dönüşü zor olan bir yola girildiği anlaşılır.

Üçüncü özellik ise; yoksulların ekonomik alandaki yetersizliğinin yanında toplumsal

alanda da yetersiz kalması, tüketim toplumu yaratan ve zenginlere hizmet eden yenidünya düzeninde “dışlanması” olarak değerlendirilebilir. Bu durumu Bauman da yerinde bir örnekle pekiştirmektedir. Yoksulların “görüş alanları” dışında kalarak tüketici zenginler tarafından sürüldüklerini ve “ötekileştirildiklerini” dile getirmektedir (Bauman, 1999: 72).

Toplumsal dışlanmışlık, tamamen kişilerin ekonomik durumlarının sonucu olarak kendini gösterir. Ekonomik açıdan zayıf, gelir dağılımından az pay alan kesim, tüketime yoğun bir biçimde katılamamakta ve zengin kesimler tarafından yok sayılmaktadır. Çünkü günümüzde insanlar tükettikleri mallara ve tüketim yoğunluğuna göre toplumda yer edinebilmeye başladılar. Böylece yoksul kesim için “dışlanma” terimi toplumsal literatüre de girmiş oldu. Bu terim ilk kez Rene Leonoir tarafından Avrupa’daki yoksulların durumunu değerlendirmek için kullanılmıştır (Şenkal, 2005:367). Avrupa’daki işsizlerin ve yoksulların, diğer bir deyişle gelir düzeyi düşük olan bireylerin durumunu ortaya koymak için türetilen bir deyim iken, Amerika’da toplumsal dışlanma terimi “alt sınıflar” için kullanılmaktadır (Sapancalı, 2003: 9).

Bauman’ın da üzerinde durduğu gibi, küreselleşmenin gittikçe yoksullaştırdığı bu kişiler aynı zamanda toplumdan dışlanarak, uzun süreçte küreselleşmenin ekonomik boyutunun yaratacağı olumsuzluklara örnek olarak gösterilebilir. Aynı zamanda Bauman, küreselleşmenin insanları birleştirmekten öte, kutuplaştırdığını savunarak değinilen durumu desteklemektedir (Bauman, 1999: 26). Bu bağlamda küreselleşmenin toplumsal açıdan yıkıcı tarafı da ortaya konmuş olur. Uzun süreçte kültürel ve politik yönlerden de olumsuzluklara neden olacağı su götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkar. Küresel güçlerin tekeline almaya başladığı kaynaklardan yararlanamayan insanlar için bu dışlanma durumu süreceğe benzemektedir. Küreselleşme süreciyle farklı boyut kazanan yoksulluğun nedenleri arasında; neo-liberal politikalar, (küreselleşmeyle birlikte gündeme gelmiş ve yenidünya düzeninde gittikçe yayılarak yerini almaya başlamıştır.) nüfusun artışının gelir dağılımındaki olumsuz etkisi, ekonomik bunalımlar, yoğunlaşan göç hareketleri de yoksulluğun temel nedenleri arasında gösterilebilir (Şenkal, 2003:397).