• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: KÜRESELLEŞME KARŞISINDA ULUS DEVLET

3.3. Jürgen Habermas

3.3.4. Habermas’ta Ulus-Devlet Kavramı

Ulus-devletlerin oluşum aşamasından önce onu ortaya çıkaran belli başlı koşullar vardır. Askeri ve diplomatik eylemlerin yanı sıra aydın kesim de ulusçuluk ve ulus devlet kavramının ortaya çıkışında payı olan etmenler olarak karşımıza çıkmaktadır. Daha sonraları İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen süreçte emperyal devletlere karşı sömürülen ülke halklarının verdiği savaşın yeni bir örgütlenme biçimi yaratarak, Avrupa’da özellikle Fransa ile başlamış olan ulusçuluk akımı, ulus-devletin bir devlet sistemi olarak kabul görmesini sağlamıştır. 19. yüzyılda imparatorluklardan kopan halkların ulus-devletleri yapılandırmaya başlaması aşamasında olduğu gibi, günümüzde ulus-devletler yapılarındaki işlevsel farklılaşmaya doğru giden süreç içerisinde küreselleşme ve ulus ötesi organizasyonlarla karşı karşıya kalmıştır. Ekonomiden politikaya kadar her alanda yerleşmeye başlayan küreselleşme olgusu, henüz yanıtlanmamış birçok soru ile çağı karmaşık bir belirsizlik içerisinde kıvrandırmaktadır. Ulus-devletin ulus ötesi organizasyonlar karşısında egemenliğini ve yetki alanını koruyabilmesi zorlaşırken ekonomi, politika ve hukuksal düzen bile AB, BM gibi ulusüstü kurumsallaşmış yapılarla sağlanmaya başlamıştır (Habermas, 2004:15).

Habermas ulusçuluk, ulus ve ulus-devlet kavramına bakış açısına gelmeden önce bu kavramların kazanımlarını anımsatır. Öncelikle modern çağda biçimlenen devlet kavramının ne olduğunu değerlendirir. Ona göre, devlet klasik tanımı ile hukuki bir içerik taşıyan egemen güce sahip, coğrafi sınırları kesin bir biçimde belirlenmiş,

yönetimine dahil olan yurttaşlarının toplumsal yaşamını belirli kurallar koyarak güvence altına almış, politik bir yapılanma biçimidir.

Habermas, politik jargonda her ne kadar aynı anlamda düşünülse de “ulus” ile “devlet halkı” kavramlarının, ulusun aynı dil, kültür ve tarihe sahip topluluklar için kullanılmasının daha doğru olduğu görüşündedir (Habermas, 2004:16). Tarihsel açıdan değerlendirdiğimizde Habermas’ın bu düşüncesinde haklı olduğu ortaya çıkar. Osmanlı Devleti’nin yurttaşlarının birbirinden farklı etnik yapıya sahip olduğunu, önce Balkan devletlerinin ve ardından diğer etnik grupların ayrılarak birçoğunun kendi uluslarına ait devlet yapılarını oluşturduğunu düşünürsek, Habermas’ın bu görüşüne katılmak yerinde olur. Bu durumda “devlet halkı” ile “ulus”, Habermas’ın da üzerinde durduğu gibi birbirinden farklı kavramlardır. Ancak bunların zaman içerisinde birbirini bütünleyen kavramlar durumuna gelmesi de kaçınılmaz olmuştur. Ulus-devlet biçiminin ortaya çıkışını modern devletle ilişkilendiren Habermas, özellikle sosyoloji çalışmalarında etkilendiği (Kızılçelik, 2000:187) ideal-tipik değerlendirmesiyle konuyu irdelemiştir. Ulus-devletlerin varlığını başarı ile sürdürebilmesini bu kavram üzerinden değerlendirirken, önce devletlerin diğer yönetim biçimlerinden ayıran niteliklerini ortaya koyar. İmparatorluklardan farklı olarak devlet, içte ve dışta egemenlik ilkelerine dayanır. Devletin hukuk temelli yapılanması sonucu bürokrasi ve yürütme erki de kurumsallaşarak uzmanlaşmış bireylerden oluşmaktadır.

Habermas, devlet yapısının bu niteliklerini koruyup sürdürebilmek için arkasında ordu, polis gibi güçlerin bulunduğundan söz ederek (Habermas, 2004:16), Giddens’ın devlet gelişiminin temel niteliklerinden biri olarak gördüğü askeri çatışmalar olduğu düşüncesine katılmaktadır. Modernizmle birlikte devletin sivil toplumdan ayrılması ve yetki bağlamında bağımsızlaşması da devlet için önemli bir noktadır. Ona göre modern devlet vergi devletidir ve bu da devletin daha çok yönetimsel işlevinin ön planda olduğuna dikkat çeker. Habermas’ın vergi devleti olarak tanımladığı modern devlet, ekonomi ve ticari koşulları yasalarla belirledikten sonra kendi yetki ve yönetim ve gücünün sürdürülebilmesi için gerekli parasal altyapıyı vergi ile sağlayarak ticaret ve üretimi belli kontrolleri de gözeterek -ki bu kontroller daha çok politik eksenlidir- pazar ekonomisine bırakır. Habermas,

devletin, ekonominin gidişini pazar ekonomisine bırakmasını gözler önüne seren en çarpıcı örneğini, kamu hukukunun medeni hukuktan ayrılmasında görür. Kamu hukukunun medeni hukuktan ayrılması, devletin yönetimi altında yaşayan bireylerin “yönetilen” olarak kabul gördüklerinin bir işaretidir (Habermas, 2004: 17).

Kamu hukuku ve özel hukuk ayrımının, kamu gücü ve otoritesine sahip olan kuruluşların (belediye, üniversite) devlet yönetimi altında bulunan kişilerle ve bu kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerini düzenlemesi ve yurttaşların da kendi aralarında ve yönetimle olan ilişkilerinde eşit koşullara sahip bulunması (Habermas, 2004:13) anlamında olduğundan, modern devletin hukuku ve yasaları, egemenliği altındaki bireylere karşı örgütlü bir biçimde kullandığını gösterir ki bu da sivil toplum örgütleri ve diğer yönetimsel örgütlerden -işleyiş açısından- modern devletin farkını ortaya koymaktadır.

Habermas, bugün çoğumuzun bu tür yasal çerçevelerle belirlenmiş, örgütlenmiş ulus-devletlerde yaşadığımızı belirterek, modern devlet yapılanmasının, aslında ulusal yönetim biçimi ortaya çıkmadan önce de var olduğunu öne sürer. Habermas, ulus-devleti ve ulus-devletin ulusal bir yönetim biçimi alışını tartışmadan önce devlet ve ulus sözcüklerini analiz ederek, kavramları yerine oturtma yolunu seçmiştir. Tarihsel bağlamda yaptığı analize, öncelikle ulus kavramının apolitik anlamıyla başlar. Habermas, ulusu öncelikle “soylu ulus” “halkçı ulus” olarak birbirinden ayrılan iki bilinç olarak ortaya koyar. Alman imparatorluğunun feodal yapısında ortaya çıkan krala bağlı yerel devlet birimlerini -politik anlamda fazla olmasa da imparatorlukta söz sahibi olan parlamento ya da eyalet parlamentolarını- örnek vererek düşüncesini destekleyen Habermas, parlamentoya katılabilen soyluların diğer yurttaşlar adına uygulamalarda bulunmasını soylu ulus bilinci olarak değerlendirir. Hatta bu durumun “king in parliament” gibi söylemlerle protesto edilmesini, üçüncü sınıfın (Habermas, 2004: 19) ulus bilincinin yani halkın ulus bilincinin dönüşümünü oluşturduğu düşüncesine bağlamaktadır.

Halkçı ulus bilinci, o dönemin aydınlarının başı çektiği ancak halkın üzerinde büyük etki bıraktığı, geniş kitlelerin hareketlerine yol açan soylu ulusun dönüşümü olarak değerlendirir. Halkın ulus olarak bilinçlenmesi 18. yüzyılın sonuna denk gelir. Karşı bir devrim olarak biçimlenen halkçı ulus bilinci en son ve kesin biçimini Fransız

Devrimi ile gerçekleştirmiştir. Tarihe çok önemli bir mihenk taşı olarak adını yazdıran Fransız Devrimi aslında halkın uyanışını temsil etmektedir. Fransız Devrimi ile birlikte ortaya konan ulus bilinci, halk tarafından başı çekilen, eşitlik ve halkın kendi egemenliğine dayanan bir devrim olması bakımından ulus ve ulus-devlet oluşumunu tüm dünyada tetikleyen bir bilinç ve örgütlenme ortaya koymuştur. Habermas’ın deyimiyle üçüncü sınıf (Habermas, 2004: 19) olan halk, soylular ve din adamlarından sonra ülkede yerini almaktaydı. Avrupa’da halkın bilinçlenerek hakkını arama ve soylularla eşit haklara sahip olmak için verdikleri savaş ulusal birliği yarattı. Ulusçuluk akımı tüm dünyada yayılırken imparatorluklar dönemi kapanmaya başlamış, yerini ulus-devlet sistemine bırakmıştır. Ulus-devletlerin oluşum aşaması ve yaygınlaşma süreci endüstri devrimiyle yeni bir boyut kazandı. Ulusalcılık endüstri devriminden sonra yayılmacı Avrupa devletleriyle birlikte Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasına bile neden olmuştur. 1933 yılında Almanya’da Adolf Hitler iktidarında ırkçılığa kadar giden ve yabancı düşmanlığı olarak algılanan ulusçuluk, İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla birçok ülkeyi olumsuz olarak etkilemiştir. Habermas da bu konuda Avrupa’daki ulusalcılığın Yahudi düşmanlığı ile özdeşleştiği düşüncesini ortaya koyar. Cumhuriyet rejiminin oluşumu için gerekli koşulların oluşumunu da hızlandıran ulus kavramı Ona göre, yönetilenlerin de yönetime katılabilmelerini sağlamıştır. Ulus ve ulusçuluk akımları birbirlerine yabancı bireylerin aynı kültür ve dil birlikteliği içinde bütünleşmesini olanaklı kılmıştır. Ulus-devletin Habermas için en önemli getirisi ve işlevi, toplumsal bütünleşmeyi yeni bir temele oturtarak yaygınlaşmasını sağlamaktı. Modern devletten sonra yapılanmaya başlayan ulus-devlet meşruiyetini ulus etmenine bağlamıştır (Habermas, 2002:8). Yani feodal devletlerin birer birer yok olması, ulus-devletlerin oluşumunu hızlandırmıştır. Meşruiyetini ulusal birlikten alan ulus-devlet, halkı gerek yasalar, gerekse askeri anlamda rahat ve güvende yaşatacağı vaadiyle sisteme katarak, dil ve kültür birliğinin yanı sıra bu yönleri ile de toplumsal bütünlüğü sağlamayı başarmıştır. Feodal devlet yapısında dine dayalı birliktelik egemendi. Devletin yapısı ve işleyişi de toplumsal bütünlüğün içeriğini belirlemekteydi. Örneğin Giddens, Fransızcanın yayılışı ve ortak bir dilin Fransız toplumu tarafından benimsenip kullanılmasının devlet politikası sonucu olduğu düşüncesindedir. 1539 yılında yayımlanan bir fermanla tek resmi dil olan

Fransızcanın yayılması önemli bir örnektir (Giddens, 2005: 162). Yine de Giddens, Habermas’dan farklı olarak ulus-devleti biçimlendiren ve diğer devlet sistemlerinden ayıran yönün; yasal düzenlemeler, kamu ile özel hukuk ayırımı gibi etkenlerde görmez. Ona göre ulus-devletin temeli; Orta ve Kuzey Avrupa’nın birleşmemiş prensliklerindedir, mantıksal değil, romantiktir (Giddens, 2005: 162–163). Habermas ise kamu hukukunun medeni hukuktan ayrılmasını, pozitif hukukun egemenliğini ulus-devletin yapılanmasında önemli bir etken olarak görür (Habermas, 2004: 17). Vatandaşlar demokratik katılımın oluşumuyla birlikte ulus-devletlerde yasalarla güvence altına alınarak toplumsal bütünleşmeye doğru yol almışlardır. Bu aynı zamanda yasal zeminde, dini politikadan yavaş yavaş uzaklaştıran laik sistemin ulus-devlette konuşlanmasının ulusçuluk ve toplumsal bütünleşmede dil ve kültür birliğinin ön plana geçişi sürecidir.

Ulus-devlette var olan anayasal düzende oluşturulan ülke halklarına eşit olarak tanınan haklar sistemi aynı zamanda Habermas’a göre halkın kendi iradesiyle ve isteği ile meşrulaştırılmış bir düzendir. Ulus kavramı ve ulus bilinci hukuki ve politik açıdan dil, köken ve tarih etrafında bütünleşmeyi, ancak halkın kendi iradesiyle biçimlenen birbirlerine karşı yükümlülük ve birlikte hissettiren vatandaşlara dönüştürmüştür. Ancak Habermas bu duruma uymayan ama ulus-devlet ve entegre bir toplum olan ABD’nin farklı bir örnek olduğuna da değinmeden geçmez. Aynı köken ve tarihten gelmeseler de ulus-devlet ve cumhuriyetçi bir yapıda olan ABD’nin bağdaşık halkının ayakta durabilmesini sağlayan unsur Ona göre ulusçuluk değil, sivil din olgusudur (Habermas, 2004: 20–21). Sivil din, geleneksel dinden farklıdır ve özellikle modern toplumlarda yeni oluşan durumlar karşısında her an değişime ve yorumlara açık bulunur.