• Sonuç bulunamadı

Habermas’ın Kuramsal Yaklaşımı: Frankfurt Okulu Eleştirel Teori

BÖLÜM 2: KÜRESELLEŞME KARŞISINDA ULUS DEVLET

3.3. Jürgen Habermas

3.3.1. Habermas’ın Kuramsal Yaklaşımı: Frankfurt Okulu Eleştirel Teori

Habermas Frankfurt Okulu ikinci kuşak temsilcilerin öncüsü olarak bilinir ve yapıtı Frankfurt Okulu birinci kuşak kuramcıların eleştirel teoriye aradıkları cevabın ürünü olarak yorumlanır. O dönem için geçerliliği olmayan Hegelci Marksizm olarak adlandırılan diyalektif felsefenin Alman geleneği içerisindeydiler ve Kantçı Avrupa ve mantıksal deneyciliğe karşıydılar (Finlayson, 2007: 24).

4 — Jürgen Habermas, 18 Haziran 1929’da Düsseldorf’da doğdu. Berlin ve Frankfurt

Üniversitelerinde iktisat, hukuk ve felsefe öğrenimi gördü.1954 yılında Berlin Üniversitesi’nden “Tarihte Saltçılık’’ adlı çalışmasıyla felsefe doktorası aldı. 1954 yılından sonra önceleri bir serbest gazetede gazeteci olarak çalışmaya başladı. Bu sırda sürgünden dönen Adorno tarafından Frankfurt Sosyal Araştırma Enstitüsü’ne çağrıldı. 1961–1964 yılları arasında Heidelberg Üniversitesi’nde felsefe profesörü oldu ve 1961 yılında ‘’Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü’’ adlı çalışmasını yayımladı. Profesör olduktan sonra, radikal öğrenci gruplarından uzaklaşmış ama yine de sol kanada yönelmeye devam etmiştir. 1968 yılında yayımladığı “Bilgi ve İnsansal İlgiler” kitabı ile artık iyice tanınmaya başlamıştı.1974’ten bu yana Max Plan Enstitüsü’nde sosyolojik araştırmalarını sürdürmektedir (Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi,1985).

Frankfurt Okulu teorik olarak 3 Şubat 1923’te Frankfurt Üniversitesine bağlı olarak Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü adıyla kuruldu. Rusya’da gerçekleşen Bolşevik Devrimi’nin ardından Enstitü faaliyete geçti. Enstitünün amacı, sol aydınlar tarafından Marksist kuramı yeniden canlandırmak ve teori ile pratiği birleştirmekti. Okulun önde gelen üyeleri arasında Adorno, Horkheimer, Marcuse bulunmaktadır. Bunların hepsi de Yahudi kökenlidir. Bu teorisyenler Marksizim’den etkilenmişler, fakat Marks’ın doktrinine tam olarak sadık kalmayı eleştirmişlerdir. Bu yüzden “Eleştirel Teori” adını da almaktadır. Bu teori “Batı Marksizmi” olarak bilinen ve 1960’lardan itibaren “Yeni Sol” olarak ortaya çıkan geniş bir düşünce hareketinin bir kısmını oluşturmaktaydı (Bottomore, 1989:8). 1933 yılında Nazi yönetiminin iktidara gelmesiyle birlikte koşullar değişmiş, Hitler Enstitüyü sakıncalı bularak kapatmıştır. Bunun üzerine Amerika’ya taşınan Enstitü, 1950 yılına kadar çalışmalarına burada devam etmiştir. 1933’den 1950’ye kadar süren bu 17 yıllık dönem, Frankfurt Okulu’nun ikinci dönemi olarak adlandırılır. Enstitünün tarihi dört döneme ayrılmıştır. Birinci dönem, Grünberg dönemi diye geçen 1923–1933 dönemidir. İkincisi 1933–1950 arasındaki Amerika’da geçen dönemdir. Bu dönemde Enstitü psikanalizle yakından ilgilenmeye başlar (Bottomore, 1989: 9). 1950’den sonra okul tekrar eski yerine yani Frankfurt’a döner. Bu dönem okulun üçüncü dönemidir ve Frankfurt Okulu tarihinin en iyi çıkışını yapar, düşünceleri yaygınlaşır. “Özellikle Marcuse; Marx ve Mao’dan sonra solun en önemli ismi haline gelmiştir” (Dellaloğlu, 2001: 21).

“Okul ilk kurulduğu andan beri Ortodoks Marksizme eleştirel bir açıdan yaklaşmış, ekonomiyi temel alan geleneksel açıklama biçimlerinden vazgeçerek ideolojik ve siyasal analizlere girişmişti. Okulun klasik eleştirel kuramına göre incelenmesi gereken asıl alanlar, araçsal akıl denilen ve özel olarak modern sanayi toplumunun gelişmesi sürecinde gözlemledikleri totaliter tahakküm biçimleriydi” (Marshall, 1999:180).

“1970’lerden itibaren Enstitünün dördüncü dönemi başlamış, Frankfurt Okulu’nun etkisi yavaşça çözülmeye yüz tutmuş ve Adorno’nun 1969, Horkheimer’ın 1973 ve Marcuse’un 1979 tarihlerindeki ölümleriyle birlikte artık bir okul olarak varlığını yitirmeye başlamıştır. Bu dönemin belirleyici düşünürü, Okulun ikinci kuşak

filozoflarından, Adorno’nun asistanı Jürgen Habermas (d.1929)’dır” (Dellaloğlu, 2001: 21). Habermas, Marks’tan etkilendiği gibi Weber’den de etkilenmiştir.

Giddens’ a göre Habermas marksisttir ve tarihsel materyalizmin yeniden kurulmasıyla ilgili çalışmaktadır. Zamanımızın Marks’ı olmaya çalışır ama düşünceleri orijinaldir. Habermas’ın kendi anlatımına göre düşüncelerine yön veren şey, teori ile pratik arasındaki boşluğu yeniden birleştirme uğraşısıdır (Giddens, 1997:158). Bu konuda “Teori ve Pratik” adlı bir kitabı bulunmaktadır. Ayrıca Habermas, hermenötik ile pozitivizmi uzlaştırmaya çabalamıştır (Giddens, 1997:161). Habermas daha çok kamusallık ve modern kamu alanlarındaki çalışmalarının yanı sıra “akılsallaştırma” ve “iletişimsel eylem” kuramı konusundaki görüşleri çerçevesinde de çok önemli bir yere sahiptir (Ulaş, 2002:346).

Habermas post-marksist bir kuram yaratmak istemiştir. Değişik toplumsal kuruluşlara dikkati çekmiş, kapitalist post-kapitalist ve geleneksel kuruluşları toplumsal eylem açısından değerlendirerek bu konulara ilgi çekmiştir. Bunu yaparken de Parsons, Weber ve Marks’ın bir sentezini yapmaya çalışmıştır. Habermas’ın ortaya koymak istediği, bireyi toplumsal düzenin baskısından kurtarmanın yollarıdır. Bunun da “iletişimsel eylem kuramı” ile gerçekleşeceğini savunur. Toplumsal düzen baskısından bireyin kurtulabilmesi için, bireye büyük oranda iletişim olanaklarının sağlanması gerektiğine inanır. Toplumsal düzenin karmaşıklaşıp, farklılaştığını ve daha fazla “akılsallaştığını” ve bunun bütün modern toplumlar için geçerli olduğunu dile getirir. Habermas, modernizme karşı da değişik bir bakış açısıyla yaklaşır. Ona göre; modernizm, endüstrileşmeyle birlikte sona ermiştir. Ancak modernite hala sürmektedir ve daha tamamlanmamıştır. Habermas her çağın kendini öncekine göre “modern” olarak nitelendirdiğini ve bu durumun 5. yüzyıl Roma dönemine kadar gittiğini söyler (Habermas, 1990: 31).

Habermas, toplumsalı araştırırken yalnızca doğa bilimleri yöntemi ile çalışmanın birçok açıdan sakıncalı olduğunu düşünmektedir. Bu düşüncesine bir açıdan katılmamak olanaksızdır. Çünkü maddeden farklı insan yapısı ve yaşayışları hakkında yapılan araştırma ve çalışmalarda doğa bilimlerininkine benzer yaklaşım bizi yanlışa sürükleyebilir. Çünkü onun da dediği gibi, insanların yaşayış biçimi ile doğa yasaları arasında “neden” ve “amaç” farklılıklarını kavramak gereklidir.

Genellikle kıta Avrupa felsefecilerinin üzerinde ağırlıkla yoğunlaştıkları bir konu olan hermenötik de bu amacı anlamak için onu “yorumlamak” gereğini ortaya koyan bir daldır.

“Hermenötik gelenek içinde olan kimseler, insan davranışını anlamak için, onun anlamını yorumlamak gerektiğini belirtirler. İnsan davranışını doğadaki olaylar gibi kanunlarla yönetilen ya da neden olunan davranışlar olarak görmekten ziyade, insanların kendi faaliyetleri için sahip oldukları amaç ve nedenleri kavramak zorundayız diye düşünürler” (Giddens, 1997:160).

Habermas da hermenötik felsefeciler gibi pozitivizme eleştiriler getirmiştir. Çalışmalarında ortaya koyduğu en önemli yanı da budur. Araştırma ve çalışmalarda bu iki yöntemin de yerine bağlı olarak kullanılmasının yanlış olmayacağını dile getirmiştir. Hermenötik ile pozitivist yaklaşımı birbiriyle kaynaştırmaya çalışmıştır. Habermas çalışmalarında “evrim” konusuna da değinmiştir. Bu konuda daha çok Marks’ın daha önce yapmış olduğu çalışmaları değerlendirir. Habermas, toplumların evrim aşamalarını kategorize ederken belli bazı toplum tiplerinden bahseder. Toplumda oluşan evrimsel geçişler zor dönemlerin ortaya çıkardığı durumlardır ve Habermas bunları, tıpkı Durkheim’ın “anomi” kavramında olduğu gibi genellikle kriz dönemi bunalımlardan oluşan bir değişim olarak görür.

1930’lu yıllarda eleştirel teoriyi ilk ortaya atıp geliştiren Max Horkheimer idi. Ona göre eleştirel teori Marx ve Hegel’in diyalektik felsefesini tamamlamış, biçimlendirmiş ve yeni bir disiplinler arası teorik eylem olmalıydı. Sonuç yaklaşımı başlıca dört niteliğe sahip bulunmalıydı.

1- Disiplinler arası 2- Aydınlatıcı 3- Diyalektik 4- Eleştirel

Frankfurt Okulu düşünürleri deneysel yaklaşıma karşı bir duruş sergiliyorlardı. Bunun nedeni sosyal bilimlerin giderek alanlarının daralması idi. Disiplinler arası yapılacak çalışmaların daha anlamlı olacağı görüşündeydiler. Disiplinleri bir araya getirme yöntemiyle oluşturulan eleştirel teorisyenler, geleneksel teorilerin başaramadığına inandıkları, evrenin doğru anlaşılması için gerekli yasalarını ortaya koymaya çalışmışlardır (Finlayson, 2007:25).

“Kuramın amacı günümüz çağdaş toplumunda sadece neyin yanlış olduğunu belirlemek değil, ancak bünyesinde gelişen düşünce ve eylemleri teşhis ederek toplumu daha iyiye dönüştürmeye yardım etmekti. Bu durumda eleştirel teori yalnızca teori olarak kalmamalı aynı zamanda eyleme de dökülebilmeli, yani toplumsal ve politik olarak yeni yollar ortaya koyabilmeliydi. Amerika’ya politik nedenlerden dolayı giden Frankfurt Okulu temsilcileri -ki hemen hepsinin Yahudi kökenli olması Nazi Almanya’sında bu durumu neredeyse zorunlu kılmıştı- Frankfurt’a yeniden döndüklerinde toplumu tamamen değiştirebilmenin umutlarını yitirmeye başlamışlardı. Bu umutsuzluk Eleştirel teorinin en önemli eserlerinden biri olan “Aydınlanma Diyalektiği”nin ortaya çıkışına neden olmuştu (Finlayson, 2007: 28). Bu eserde aydınlanmanın tarihi süreci üzerine çalışmalar bulunur. Adorno ve Halkheimer’in çalışmalarında aydınlanma gereklidir; ancak aynı zamanda da olanaksızdır.

Aydınlanmanın gerekliliğini insanların yaşamlarını sürdürmeleri ve özgürleşmeleri için kabul ederler. Olanaksız görmelerinin nedeni ise aydınlanma aklı ön plana almıştır. Ancak onlara göre akıl hala çözümlenmemiş bir sorundur.

Habermas, 1962’ de “Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü” adlı ilk çalışmasını eleştirel teoriye yapısal anlamda bir eleştiri olarak ortaya koymuştur. Aydınlanma diyalektiğinin eleştirel teoriye uygun olmayan ve onun üzerine kurulduğu temel ilkeleri barındırmayan bir çalışma olduğunu düşünen Habermas “Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü”nde daha tutarlı bir model ortaya koymaya çalışmıştır. “Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü” çalışması eleştirel teoriye uygun olarak disiplinler arası bir çalışmadır. Kamusallık 18. yüzyıl Avrupa’sında insanların kendi iradeleriyle bulunup, siyasi ve ekonomik kurumlardan bağımsız olarak kendi düşüncelerini ortaya koydukları bir alandı. Kamusallık yayıldıkça, özgür basın daha fazla kitleye

ulaşınca devlet kamusallığı kendi yönetimi altına aşamalı olarak alıp, özerkliğini yitirmesine neden oluşturur.