• Sonuç bulunamadı

YAZIN YAŞAMI

Belgede Demir Özlü İnsan ve Eser (sayfa 60-73)

Edebiyata olan ilgisi lise yıllarında başlayan Demir Özlü; öykü, roman, anlatı, deneme, anı, günlük gibi pek çok edebi türde eser verir. Lise yıllarında Behçet Necatigil’in öğrencisi olması, Ferit Edgü ile olan arkadaşlığı ve içinde bulunduğu sosyal çevre, onun edebi şahsiyetinin oluşmasında büyük rol oynar. Özlü’nün küçük yaşlardan itibaren başlayan okuma alışkanlığı, ilerleyen yıllarda sistemli bir hale dönüşür. Dostoyevski, Kafka, Camus, Joyce, Proust, Faulkner, Sartre, Heidegger, Hegel, Hemingway gibi pek çok ismi okur. İlk öyküsünü, 1952 yılında, Kabataş Lisesinin edebiyat dergisi olan “Dönüm”de yayımlar: “Lise yıllarında edebiyat dergisi Dönüm’e yazılar yazmıştım. O yaz da Türk Dili dergisine bir şiir göndermiştim. Gazete satan dükkanlardan birinde, ismimi derginin kapağında gördüm. Edebiyatçılığım resmiyet kazandı sanki. Derin bir sevinç duymuştum” (Özlü, 1999:13). Sonraki yıllarda yazdığı deneme, eleştiri, öykü türündeki yazıları ise “Mavi”, “a”, “Yeni Ufuklar”, “Soyut”, “Somut”, “Gösteri”, “Pazar Postası”, “Adam Öykü” gibi dergilerde yayımlar.

Demir Özlü, aralarında Ferit Edgü, Onat Kutlar, Vüs’at O. Bener, Adnan Özyalçıner, Orhan Duru, Erdal Öz gibi sanatçıların olduğu “1950 kuşağı” olarak isimlendirilen edebi topluluk içerisinde yer alır. “1950 kuşağı yazarlarının ortaya koydukları dünya, evrensel bir olgunun yansıması: Kapitalizmin bunalım döneminin getirdiği bir yansıma olduğu için teorik gücü olmayan dar bakış açılı eleştiri, önceleri onu taklitçilikle suçladı. Oysa yazarların bireysel yaratma güçlerinin en yetkin ve özgün buluşlarıyla eğretileme ‘metafor’larıyla dolu özgün buluşlarıyla dolu çok özgün bir yazındı o dönemin yazını” (Özyalçıner, 1981:12-13). 50 kuşağını, yaratım gücü ve ifade biçimi açısından özgün bulan Özlü, 1958’de yayımladığı “Bunaltı” adlı öykü kitabıyla kuşağın yazınsal anlamdaki ilk örneğini verir. Sonrasında Ferit Edgü, Onat Kutlar, Vüs’at O. Bener, Adnan Özyalçıner, Orhan Duru, Leyla Erbil’in öyküleri yayımlanır.

1950 kuşağı yazarları, çağın ruhunu içerisinde barındıran varoluşçuluk akımından etkilenirler. Başlangıçta felsefi bir akım olarak ortaya çıkan varoluşçuluk, daha sonra bir dünya görüşüne dönüşerek resim, sanat, edebiyat gibi pek çok alana yansır. Felsefi boyutları ilk kez 1930’lu yıllarda Almanya’da ortaya çıkan akım, kısa zamanda tüm

dünyada etki uyandırır (Karakaya, 2004:89). Varoluşçuluk akımının temelleri bir bakıma 20. yy insanının yaşamı, varlığı, kendini sorgulamasıyla atılır. Batı dünyasındaki teknolojik gelişmeler sonucunda insan refahının ve yaşam kalitesinin artması, daha yaşanılabilir ve uygar bir dünya beklentilerine karşılık iki dünya savaşının patlak vermesi, yaşanan ilerleme ve gelişmelerin insanlığın yararına olup olmadığı konusunda tartışmalara neden olur. Bu dönem teknolojinin gelişmesi, insanlar için daha yaşanılır bir dünyadan ziyade yıkım getirir. Yaşanan dram, vahşet ve savaşlar; bir yandan insanın kendi varlığını/varoluşunu sorgulamasına yol açarken diğer yandan onu olumsuz hisler labirentine hapseder. Bu anlamda Hegel’in her felsefenin “kendi çağının zihinsel özü” (Marx ve Engels, 2008:24) olduğunu ifade eden sözü, varoluşçuluğun ortaya çıkışının açıklamasını yapar. Dünya savaşları ile beliren fiziksel ve psikolojik yıkımlar, hastalıklar, ölümler ve bunların sonucunda ortaya çıkan bunaltı ve hiçlik duygusu varoluşçuluğun temelini oluşturur. “Geçmişle bugün arasındaki bağların koptuğu, tarihe olan güvenin derinden sarsıldığı ve tam da bu yüzden insanın ayakları altındaki zeminin sallandığı, yitirme ve tehdit altında olma duygusunun yaygınlaştığı bir dönemde varoluşçuluk, insana “şimdi ve burada”nın içinde yer bulmaya çalışır” (İş, 2007:6). Bu bağlamda varoluşçuluk çağın durumunu, ruhunu ve insanını anlatan ve anlamaya çalışan, giderek bir dünya görüşüne dönüşen akım olarak belirir. Çağ insanının genel ruh hali “yitirme” üzerine kuruludur. Geçmişe olan bağlılığını, geleceğe olan inancını yitiren insan, varoluşçu felsefenin başkarakteri olarak belirir.

Varoluş kavramını ilk olarak ele alan kişi Danimarkalı düşünür S. Kierkegaard’dır (Karakaya, 2004:89). “Varoluşçuluk gerçekte Fransa’da değil, Almanya’da ve ikinci Dünya Savaşını değil, Birinci Dünya Savasını izleyen dönemde ortaya çıkmıştır” (Maggee, 1979:104). Daha sonra felsefi bir akım olarak tüm dünyaya yayılan ve temsilciler bulan varoluşçuluk; varoluşun özden önce geldiğini ve belirli bir doğaya sahip olmadığını, nesneler dünyasına fırlatılan/atılan bilinç sahibi insanın eylemleriyle kendi varlığını kurduğunu, sonraki yaşamını belirlediğini savunan düşünce akımı olarak ifade edilebilir. Birçok değişik tanımı olan varoluşçuluk; Kaufmann’a göre gelenekçi felsefelere karşı başkaldırı (1965:5), Kierkegaard’a göre inanç/tutku, Sartre’a göre seçim ve özgürlük, Camus’ye göre başkaldırı, “Weil’e göre bir bunalım, Mounier’ye göre umutsuzluk, Hamelin’e göre bunaltı, Banfi’ye göre kötümserlik, Wahl’a göre başkaldırış, Marcel’e göre özgürlük, Lukacs’a göre idealizm, Benda’ya göre usdışılık, Foulquie’ye

göre saçmalık felsefesidir” (Bezirci,1996:7). Varoluşçuluğa göre hayat denilen şey ise nasıl geldiğini/düştüğünü bilmediği bir labirentte; yitiklik, yabancılık, hiçlik duyguları içerisinde yönünü bulmak için çabalayan insanın kendi olanaklarıyla yarattığı yaşama deneyimidir.

Varoluşçuluğun edebiyata yansıması ise 1940’lı yıllarda olur. Sartre, Rilke, Camus gibi yazarların verdiği eserler varoluşçuluğun izlerini taşır. Türk edebiyatında ise varoluşçuluk, 1950’li yıllarda belirir ve “50 kuşağı” olarak bilinen edebi topluluğu doğrudan ve dolaylı olarak etkiler. Bu dönemde varoluşçuluk akımı, “a” dergisi başta olmak üzere, “Değişim, Yeni Ufuklar” gibi dergilerde çokça tartışılan konuların başında gelir. Ahmet Oktay, varoluşçuluk akımının edebiyattaki ve 50 kuşağındaki yansımalarını şöyle ifade eder:

“Sartre’ın en sevdiğimiz sözü ‘Cehennem başkalarıdır’ sözüydü. Koşullar, iyimser olmamıza izin vermiyordu aslında. Kendimizi yorgun, yenilmiş, aldatılmış ve yalnız hissediyorduk. [...] Büyük kentte yasayan kendi gerçeğimi bilmeye, anlamaya çalışıyorumdur. Yalnız, tedirgin ve ölümü düşünen adamı. Buydu Dönemin Tini (Zeit, Geist). Örneğin, o sıralar alkol önemli bir yere sahipti yaşamımızda. Belki tam da bu yüzden ‘kadehlerin açtırdığı gülde’ ölümü görüyordum. Görüyorduk” (2003:9).

Orhan Duru varoluşçuluğun Türk edebiyatında ilk derin yansımalarını 50 kuşağı ile bulduğunu söyler:

“Sartre ve Camus’nün İkinci Dünya Savaşı sonrası estirdiği ‘Varoluşçuluk’ havasını ilk bizler soluduk derinden. Demir Özlü’nün 1958 yılında yayınladığı ilk öykü kitabının Bunaltı adını taşıması boşuna değildir. Ferit Edgü’nün ilk yapıtlarının Kaçkınlar ve Bozgun adını taşıması da öyle. Bu yapıtlarda bir bunalım ağırlığı ve umutsuzluk sezilir derinden. Kısacası bambaşka bir öykü anlayışı ve yeni bir söylem. İlk öykü kitabım “Bırakılmış Biri” de aynı ortamda yayımlandı” (1996:146).

Duru, tüm dünyayı etkisi altına alan varoluşçuluğun ilk yansımalarının 1950 kuşağı ile ortaya çıktığını ifade ederken bu kuşağın ilk ürünleri olan “Bunaltı, Bozgun, Kaçkınlar” eserlerinin isimleriyle akım arasındaki ilişkiyi vurgular. Demir Özlü ise içinde bulunulan dönemin koşulları ile varoluşçuluk akımı arasındaki paralelliğe dikkat çeker:

“1954 yıllarında toplumumuz düzensiz bir kapitalist büyüme sürecine girmişti. Demokratik özgürlükler de kökten yok edilmişti, özgürlük tek yanlı işliyordu. [...] Öyle bir ortamda, o oluş içinde insanı savunabilmek, insanın çürüyüşünü gösterebilmek, adaletsizliğe ve insan- dışı olana bütünsel-insan göz önünde tutularak karşı çıkma isteği, bunu yazı ile yapabilmek isteği bize –ister istemez içimizde yer tutan- bir nihilizm ve başkaldırma ahlâkı getirmiştir”

(Özlü, 1967:66).

Özlü, Türk edebiyatında varoluşçu felsefenin ortaya çıkmasında toplumsal koşulların da etkili olduğunu söyler ve bu durumu “2. Dünya Savaşı sonunda dünyada büyük bir değişim vardı(r).(…) Türkiye’ye varoluşçu düşüncenin gelmesi bir rastlantı değildir.

Camus’nün ve Sartre’ın düşünceleri bütün dünyada yankılanıyordu. Kierkegaard yeniden büyük bir güçle ortaya çıkmıştı. Salgın gibiydi. Ama haklı, derinlikli bir salgın” (Zileli:2012) sözleriyle ifade eder. Bu dönem, savaşlarla şekillenen çağın karamsar ve kötücül etkileri, Türkiye üzerinde de fazlasıyla etkili olur. Savaşın neden olduğu ekonomik buhranlar, artan siyasi baskı ve otorite, vergilerle bunalan toplum, kovuşturmaya uğrayan aydın ve yazarlar, özgürlükleri kısıtlanan bireyler ülkenin panoramasını çizer. Tüm bu yaşananlar karşısında Özlü ve kuşağın diğer üyeleri; bireyi anlamanın, dünyaya ve yaşanan yüzyıla başkaldırmanın en iyi yolu olarak varoluşçuluğu görürler ve yazar olarak duruşlarını bu çizgide sergilerler.

Ferit Edgü varoluşçuluğun Türk toplumunda düşünürlerini/felsefecilerini tam olarak bulamadığını; etkisini daha çok edebi sahada, 1950 kuşağı sanatçıları üzerinde gösterdiğini söyler. Kimisini yazınsal olarak kimisini ise doğrudan doğruya dünya görüşü olarak etkileyen varoluşçuluğun kuşak üzerindeki yansımalarını Edgü, çağın ihtiyaçları ve kültürel birikim çerçevesinde ifade eder:

“Kendi gerçeğimizi, kendi doğrularımızı bulacaktık. Bizden öncekileri okumuştuk. Büyük çoğunluğu, bizim gereksinmelerimize, sorularımıza karşılık vermiyordu. Dünyayı onlardan oldukça farklı algılıyorduk. Saplantılarımız yoktu. Ne de inancımız. İnancımızı da kendimiz yaratmak istiyorduk. […] Biz de o sıralarda, varoluşçuluğun sloganlarını kullanıyorduk: ‘İnsan özgürdür’, ‘Özgürlük bunaltıdır’, ‘Varlıktan önce öz gelir’, ‘İstesek de istemesek de bağımlıyız’, ‘İnsan kendi kendini yapar’, ‘Birey geleceğe dönük bir tasarımdır’, ‘Cehennem başkalarıdır’ vb. [...]” (Edgü, 1976:10-11).

Demir Özlü de bu konuda Ferit Edgü ile aynı fikirdedir. Ona göre; “Türk edebiyatında varoluşçuğun ortaya çıkışı, varoluşçuluktan etkilenen birtakım genç yazarların bu felsefî/edebî modeli alımlamaları yoluyla değil, daha çok Türkiye‟nin toplumsal ve ekonomik koşullarının yarattığı umutsuzluk, karamsarlık hislerinden ötürü ortaya çıkan, bireysel bunaltı’nın edebi metinlere yansımasıyla gerçekleşmiştir” (İş, 2007: 57). Doğan Hızlan, bu kuşak için “1950 Kuşağı, farklılık içinde bir anlayış, algılayış ortaklığını temsil etti. Çok sesli bir anlayışı vardı, solistlerden oluşan bir koroydu.” (2009:1) ifadesini kullanır.

1950 kuşağı zaman zaman da eleştiriler alır. Fethi Naci, Pazar Postası dergisinde “Bunalan Genç Adamlar” yazısıyla bu kuşağı taklitçi bulur. Demir Özlü ise 50 kuşağına yönelik yapılan taklitçilik suçlamalarını reddeder ve kendilerine kadar bireyin ve bireyin problemlerinin ciddi bir biçimde ele alınmadığını ve kendilerinden önce “bunaltı, iç sıkıntısı, kaçış, seçme, bağlanma, gibi bireysel sorunlara değinen hiçbir yapıt

verilmedi(ğinin) altını çizer (Özlü, 1959a:2). Ona göre bu sorunlara ilk değinen ve sorunları derinlemesine işleyen “varlık ve hiçlik sorunlarıyla karşı karşıya” olan 1950 kuşağıdır (Özlü, 1959a:2). Öte taraftan Özlü’ye göre sanatçının/yazarın çağın ruhunu eserlerinde yansıtmak gibi bir zorunluluğu vardır ve 50 kuşağı bir bakıma bunu yapmıştır: “Çağımızın yazarı kendini de hiçliğin kıyısına atan güçlerin etkisindedir. Ancak yazar bütün saçmalığa, anlamsızlığa ve hiçliğe rağmen çağının tanığı olmak gibi bir sorumlulukla karşı karşıyadır” (Özlü, 1959:3). Özlü; varoluşçuluğu, savaş sonrası birçok felakete şahitlik yapan çağın ruhunu yansıtan bir ayna olarak görür. Yazar da çağının tanığı olma sorumluluğuyla hareket ederek gerek bireyin gerekse çağın ruhunu eserlerinde aktarmalıdır. Ona göre bu çağın ruhunu en iyi yansıtan dünya görüşü varoluşçuluktur ve 1950 kuşağı, varoluşçuluk çizgisinde bireyi ve dünyayı anlamaya/anlatmaya çalışırken çağın ruhunu da eserlerinde yansıtır.

Varoluşçuluk, Demir Özlü’nün gerek kişiliğinde gerekse eserlerinde derin etkiler yaratır. Necatigil’e göre “hikayelerinin yapısını varoluşçu ve gerçeküstücü öğelerle oluştur(an), entelektüel ve esrarlı havasıyla yalın gerçekçilerin karşıtı” (2004:337) bir yazar olan Özlü, varoluşçu felsefe ışığında bireyi ve bireyin dünyadaki konumunu anlamaya çalışır. Ona göre insan, dünya ile olan ilişkisinde uyum içerisinde değildir; aksine bunaltılı, yalnız ve bırakılmıştır. Özlü, bu doğrultuda eserlerinde çağın ve bireyin ruhunu anlatmaya çalışır. Onun eserlerinde, arayış içerisinde olan karakterlerin hepsi, yaptıklarından kendisi sorumludur ve tercihlerinin/seçimlerinin sonuçlarını yaşarlar. Onun tedirgin ve çoğu zaman kuşkucu olan bireyi, “yaşanan olayların altında ezilen bir bilinci simgeler” (Öztürk, 2011). Sürgün, yalnızlık, yabancılaşma, bunaltı, hiçlik, cinsellik izleklerinin hâkim olduğu metinlerinde umutsuz, bunaltılı, yaşamı ve kendini sorgulayan bireyin varoluşsal sancıları vardır.

Demir Özlü’nün eserlerinde mekânlar, nesnel gerçekliklerinin yanı sıra algısal yönüyle de varlık kazanırlar. Fizikselin ötesinde bir nitelikle beliren mekânlar; kişilerin beklentileri, duygu durumları ve özlemlerine paralel olarak çoğu zaman dar bir labirente dönüşürken kimi zaman da açık geniş mekân olarak belirir. Aynı zamanda bazı eserlerinde mekân, zaman ve gerçeklik kurgusu kaygan bir zemin üzerine oturtulur. Karakter Prag’da gezerken kendini bir anda İstanbul’da bulabilir. Anlatılarındaki kayganlık ise geçmiş ve geriye dönüşlerle kurulur. O, öykü ve romanlarında, şimdi’nin içerisine yer yer geçmişi yerleştirir. Karakterler, zamansal geriye dönüşlerle şimdide

düşsel bir öğeye dönüşen geçmişteki gerçekliğin içinde bulur kendini. Eserlerinde çoğunlukla akronik zamanı kullanmayı tercih eden Özlü, yaşamın derinliklerine bilinç akışı tekniğinin sunduğu özgürlük içerisinde ulaşabileceğine inanır. Bilinç akışında zaman genişler, parçalanır ve insan tüm zamanlara ait olabilir.

Özlü’nün 1970 sonrası öykü ve romanlarında ise varoluşçuluğun yanı sıra toplumcu bakış açısının etkileri görülür. Dönemin sosyal ve siyasal olayları eserlerine yansır; otoriter tutum ve baskı unsurları yazın atmosferinde kendine yer edinir. O, dönemin edebiyatını şöyle değerlendirir:

“Yurdumuzda var olan, geleneği olan gerçekçi edebiyat yanında, yeni bir kuşak, yeni

sorunlar, yeni konular getiriyor, bir yandan Batı edebiyatının etkileriyle cebelleşiyor, bir yandan da kendi kendini yiyor, sorguya çekiyordu. Anlatım, yalınkat olmaktan uzaklaşıyor, karmaşıklaşıyor, toplumsal eğilimleri ağır basmış bir edebiyatın yanında, gene toplumsalla ilişkileri olan, öznel, bireysel sorunlar da edebiyat metni olarak gerçekleştiriliyordu” (Özlü,

1997:7).

Özlü, bu dönem eserlerinde bir yandan bireyin yalnızlığına, bunaltısına yer verirken diğer yandan toplum içerisindeki konumuna, toplumsal problemlere değinir. Bu bağlamda Özlü’nün öykülerini salt toplum ya da salt birey merkezli olarak sınıflandırmak doğru bir yaklaşım olmaz. Nitekim o da edebi eserlerin “bireyci yapıt- toplumcu yapıt” (Özlü, 1997:7) olarak ayrılmasına karşı çıkar. Bireyselmiş gibi görünen kimi şiir, hikâye ve romanların toplumsal olanı da en derin görüşleriyle yansıttığını; öte yandan sadece toplumsal kaygılarla yazılmış bazı yapıtların aslında hiçbir şey yansıtmadığını ifade eder. Ona göre “bireysel olan toplumsal olanın da ta kendisidir” (Özlü, 1997:8). Bu yüzden de ona göre bireyin durumu, toplumsal koşullarla birlikte ele alınmalı ve edebi yapıtlar birey ya da toplum merkezinde sınıflandırılmamalıdır. Bu bağlamda Demir Özlü, toplumcu yazar ya da birey merkezli yazar sınıflandırmalarından ziyade, “50 kuşağı yazarı” olarak ifade edilebilir. Özlü’nün eserlerinde toplumcu bir taraf hep vardır. Bununla birlikte o, eserlerinde ben dili kullanan ve bireyin ruhsal sancılarını, sıkıntılarını, yalnızlığını, bunaltısını anlatan varoluşçu bir yazardır. Onun romanı, toplumsalın içindeki ben romanıdır.

Özlü’nün roman ve öykülerinde sürgün, yolculuk ve kentler belirgin bir yer tutar. Özellikle yazın hayatı 1980 yılı itibariyle başka bir boyuta girer ve bu tarihten sonra metinlerinin temel içeriğini sürgün izleği oluşturur. Özlü’nün bireysel hayatını olduğu kadar yazın hayatını da derinden etkileyen sürgün, ona yeni bir duyarlılık ve derinlik de katar, yaratıcılığını tetikler. Yazar, yazma edimini yaşama tutunabilmek için bir araç

olarak görür. Sait Faik’in “Yazmasam deli olacaktım.” (Abasıyanık, 2012:74) sözü onun sürgündeki halini özetler. Ait olduğu coğrafyadan koparılmanın hüznüyle varoluşsal eylem olarak gördüğü yazma’ya yönelen yazar, ana dile sığınır. Dil ile kurduğu yazın dünyasında kendiliğini, geçmişini ve belleğini korumaya çalışır. Sürgündeki yalnızlığını çoğu kez yaptığı seyahatlerle aşmaya çalışan yazar, seyahatlerinden edindiği izlenimleri de çoğunlukla güncelerinde anlatır. Aynı zamanda bu seyahatleri, daha sonra yazacağı anlatıların ilk imgelerinin zihninde oluşmasına imkân tanır. Berlin’de Sanrı, Amsterdam, Kanal Kentleri gibi anlatı metinleri bu yolculukları esnasında tasarlanmış metinlerdir. Öte yandan seyahatleri boyunca gezip gördüğü kentler, onun eserlerinde ayrı bir karakter/ruh kazanır. Sokakları, caddeleri, kahvehaneleri ve pastaneleriyle, mimari ve tarihi dokusuyla Özlü’nün eserlerinde yer bulan kentler, sayfalar süren betimlemelerin öznesi olur. Gerek öykü ve romanlarında gerekse deneme ve gezi yazılarında kentsel mekânlar belirgin yer tutar.

Demir Özlü’nün yazın dünyasında Sait Faik’in büyük etkisi vardır: “Sait Faik, son dönemlerin en büyük yazarı hâlâ… Derin insancıllığı aşılacak gibi değil. İnsana, kendi dilinin yazarları çok şeyler söyler. Sait Faik beni kökten etkilemişti. Yaşama deneyleriyle de bazı düşüncelere geliyor insan, aydın geçinenler içinde, Sait Faik okumamış olanlarla yakın ilişki kurmamalı” (Özlü,2003a:10). Özlü, gerek edebi şahsiyetiyle gerekse hümanist yönüyle kendisini derinden etkileyen Sait Faik’i modern Türk edebiyatının kurucusu olarak görür. Öykülerinde Sait Faik etkisi vardır. “Sait Faik'in birçok öyküsünde olduğu gibi, Demir'in öykülerindeki 'ben' de yazarın kendisidir. Gerçeklik ve kurmaca bu öykülerde iç içe gelişir” (Edgü, 2003:16). Sait Faik’in ve Alman romantiklerinin etkisiyle öykü ve romanlarında ben diline yönelene yazar, gerçeklik ile düşseli sentezler. Öte yandan Özlü, öykü ve romanlarında hep ben anlatımı kullandığı için yazdıklarının özyaşamsal sanıldığını, oysa eserlerinin tümüyle özyaşamsal olmadığını ifade eder. Tümüyle hayal ürünü olmadığı gibi: “Hayır, bütün bütüne özyaşamsal değil yazdıklarım. Ama hepsi bütün bütüne hayal ürünü de değil. Bütün bütüne hayal ürünü olsalardı onlara yakınlık duymazdım belki. Yazılmaları da gerekmeyebilirdi. Hayallerse benim kendi hayallerim. Onlar da benim parçam” (Özlü, 2003b:71). Kendi yaşamından parçaları öykülerine serpiştiren yazar, bütünüyle otobiyografik roman/öyküye de yönelmez. Demiz Özlü, Sait Faik’in yanı sıra Kierkegaard, Kafka, Sartre, Camus gibi varoluşçu yazarların etkisinde kalır. İlk öykülerini yayımlamaya başladığı gençlik yıllarında

Camus’nün “Yabancı”sı, yazarı en çok etkileyen kitaptır. Özlü’nün “bir gençlik denemesi” (Özlü, 2003b:70) olarak nitelendirdiği ilk öykü kitabı “Bunaltı” ise Gide’nin yoğun etkisi altında olduğu gibi “Camus’ye yaklaşmaya çalışan” (Özlü, 2003b:70) bir kitaptır. Kafka ise yazarın tüm yazın hayatı boyunca hayranlık duyduğu ve anlamaya çalıştığı bir yazar olarak belirir. Ona göre “Bugün Kafka’yı okuyup kavramayan, Kafka’nın anlattıklarının bilincine varamayan aydın, aydın değildir” (Özlü, 2003b:36). Başta aydınlar olmak üzere herkesin Kafka’yı okuyup anlaması gerektiğini ifade eden yazar, Kafka’nın okuru düşünmeye, sorgulamaya sevk ettiğini ifade eder. Özlü’nün yazın ve düşün dünyasında Allen Ginsgberg’in ise özel bir yeri vardır. Şişli’deki evinin odasında, duvara posterini astığı şairin toplumsal duyarlılığından, savaş karşıtı fikirlerinden, Amerikan toplumu içindeki yaşama biçiminden, şiirlerinden ve başkaldırısından etkilenen Özlü için Ginsberg, şu hayatta “en çok tanışmak istediği” (Özlü, 1990:93) kişidir. Bu isteği ise İsveç’te gerçek olur ve yazar görmeyi çok istediği Ginsberg ile Stockholm’de tanışıp sohbet etme imkânı bulur. Diğer yandan Necatigil’in etkisiyle lise yıllarında Alman romantiklerini okuyan Özlü, onların üzerindeki etkisini şöyle ifade eder:

Kabataş Lisesi’nde edebiyat öğretmenim büyük edebiyat adamı Behçet Necatigil,

öğrencilerine Alman Romantik Yazını’nı tanıttı. Öteki öğrenciler ne kadar ilgilendiler bilmiyorum. Önce kendi çevirisi Eiherdorff’un Bir Haylazın Hayatını okuttu sınıfta, sonra Rilke: Malte’nin Notları. Ben sonra akşam etütlerinde Keller’i okudum. Ardından Hoffman’ı, Chamisso’yu, sonra da Kleist’ı. Alman romantik edebiyatı Fransız romantik edebiyatından kat kat üstündür. Kleist’daki kötümser ama parlak yazışı, o çifte intihar olayı beni çok düşündürdü. Bunda bir derinlik buldum. Çağıyla da ilgilendim” (Hamidi, 2012).

Belgede Demir Özlü İnsan ve Eser (sayfa 60-73)