• Sonuç bulunamadı

Geri Dönüşün Saklı Umudu ve Olanaksızlık

Belgede Demir Özlü İnsan ve Eser (sayfa 129-135)

1.5. ESERLERİ

2.1.4. Geri Dönüşün Saklı Umudu ve Olanaksızlık

Sürgünün bir diğer özelliği ise geri dönüş ümidini hep saklı tutmasıdır. Oya Baydar, “Yazmaya Sürgünde Başlamak” adlı yazısında bu sürece dair bilinmezliği şöyle ifade eder: “Sürekli bir geçicilik duygusu; sanki valizlerini hazırlamış, bir tren istasyonunda valizinizin üzerine oturmuş ne zaman geleceği belli olmayan bir treni bekler gibi” (Baydar, 1994:4). Yaşanılanların geçiciliğine inanan öznenin zihninde hep geri döneceği umudu vardır.

Demir Özlü de gönüllü sürgünü seçerken ilk aşamada sadece altı aylığına, ülkesindeki kargaşa ortamı bitene kadar, eşi Ulla’nın ülkesine/İsveç’e gitmeye karar verir. Ne var ki altı ay olarak planlanan bu zaman dilimi gittikçe uzar ve Özlü’nün vatandaşlıktan çıkarılmasıyla dönüşü belirsizliklerle örülü bir sürgünlüğe dönüşür. Buna rağmen

Türkiye’deki evinin kira giderlerini düzenli olarak karşılayan Özlü, geri dönme umudunu hep korur. Onun anlatılarında da sürgün karakter, dönüş ümidinin var edici gücüyle yaşama tutunur. İthaka’ya Yolculuk’ta özne, “Bir gün kendi evime döneceğim ama. Kendi ülkemdeki kendi evime. Güneşin vurduğu halı döşeli odaya” (Özlü, 1996: 56) sözleriyle bir gün evine dönecek olmanın hayalini kurar. Öyle ki romanda sürgün, bir kopuş olarak değil; uzun bir yolculuk olarak değerlendirilir. Yolculuğun ne kadar uzun sürerse sürsün bir gün biteceği düşüncesi, sürgün psikolojisini aşmaya yönelik bir betimlemedir. Öte yandan başlı başına sürgün izleği üzerine kurgulanan romanın adı olarak seçilen İthaka imgesi, geri dönüş mitini içerisinde barındırması ile sürgünün dönüş umudunu yansıtır. Odysseia Destanı’nda Troya Savaşı’na katılan Odysseus’un adası/evi olan İthaka, eve dönüşün sembolik ifadesi olarak kabul edilir. İthaka Kralı Odysseus, Troya Savaşı’na katıldığında eşi ve çocuğu, onu İthaka’da bekler. Savaşın bitiminde evi İthaka’ya dönmek üzere yola çıkan Odysseus, on yıl süren uzun ve zorlu yolculuğunda, karşısına çıkan türlü engelleri aşarak sonunda evine ulaşır. Yurdundan/evinden uzakta olanların simgesi haline dönüşen İthaka miti, geri dönüşün umudunu da içinde barındırır. Öyle ki mitin gizemli ırmağı, geçmişin tecrübesini öykülere yansıtarak bize gelecekten haber verir. Yolculuk ne denli uzun sürerse sürsün, sonunda İthaka’ya/yurduna döneceğini bilen özne, umudun tohumunu içinde saklar. Bu bağlamda öznenin an’daki varoluşunu belirleyen, mitin barındırdığı deneyimsel hikâyelerdir. Geçmişin yaşanmışlığını, geleceğin yaşanılabilirliği ile bütünleyen özne, umut etmeyi seçer. Romanda dinleyici konumundaki yabancıya, bilinmezlik içerisinde gerçekleşen uzun yolculuğunu anlatan özne, geri dönme arzusunu anlatır:

“-Köpükleri yüzüme çarpıyor. Gecenin içinde, ruhum sanki dalgaların sallantısına

kapılmış… Oraya varmak istiyorum. O kanlı, lacivert görüntüye, hışırtılı denize. Kıyıya. -Tuhaf bir özlem sanki anlattığınız.

-Kim bilir. Bir gün… Bu uzun yolculuğun sonunda kendi ülkeme döneceğim. Orada aydınlık, yıldızlı gecenin içinde, asmalar altındaki evimin kapısını açacağım. Yeşile boyalı tahta bir kapı. Kendi evimin kapısı” (Özlü, 1996:17).

Umut, “yaşamın akıl dışılığına karşı farklı/ yeni bir yaşam biçimi yaratamayan bireyin ‘beklenti’sini açımlayan edimsizlik halidir” (Deveci, 2012:239). Sürgünün yarattığı çalkantılı bir yaşam üzerine varlığını konumlandırmaya çalışan özne, eylemsizliğin ve çaresizliğin getirdiği bunalımdan umut ederek kurtulmaya çalışır. Ne zaman biteceği ya da bitip bitmeyeceği belli olmayan uzun bir yolculukta, şimdinin belirsizliğinden geleceğin umuduna sığınır ve tüm gelecek hayallerini yurdu üzerine kurgular. Anlatıda

öznenin belirsizlikle kuşatılan zorlu yolculuğu, gece imgesiyle verilir. Karanlığı içerisinde barındırarak kaosu, güvensizlik ve tehlikeyi imleyen gece, öznenin sürgündeki yaşamını özetler. Odysseus’un İthaka’ya gemiyle yaptığı yolculuğun sonunda yurduna dönmesi gibi, o da “kanlı, lacivert görünümlü, hışırtılı deniz”den çıkıp kıyıya ulaşmak ister. Bu uzun yolculukta özneye eşlik eden “kan, gece ve lacivert” imgeleri varoluşun önündeki engeller olarak belirir. O tüm engellerden kurtulup kendi ülkesinde, kendi göğünün ‘aydınlık yıldızlı gece’sinde, ‘asmalar altındaki ev’ine ulaşmak ve ‘yeşil boyalı tahta kapısını’ açmak ister.

Uzamsal bir geçişin ötesinde, mikrokozmos olan insanın makrokozmosa açılmasını sağlayan bir eşik noktası/kapıdan geçiş; varlığın yatay boyutun sınırlandırıcılığından dikey boyutun sınırsızlığına, yeryüzünün yasaklarından göksel olanın özgürlüğüne ulaşma arzusunun somut görüntüsüdür. Tüm geçiş mitlerinin ve “içine kapalı tüm varlıkları açma isteğini(n)… düşün kökeni” (Bachelard, 1996:236) olan kapı; öznenin de şimdisi ile geleceği, hayalleri ile gerçeği arasındaki sınır/eşik imgesidir. O, bu kapıyı açarak/eşikten geçerek şimdinin kuşatıcılığından kendiliğin sahiciliğine ulaşmak ister. Öte yandan özneyi aşkınlığa ulaştıracak olan, kendi evinin/ kendi yurdunun kapısıdır. Nitekim varlık ancak kendinin olduğu bir uzamda otantik olana ulaşabilir, düşünseli başarabilir. Romanda “aydınlık yıldızlı gece ve asmalar altındaki ev” umudun ve özlemin özünü içerisinde barındıran kendilik ve huzur imgesi olarak ortaya çıkar.

Varlığın saçma karşısında, eylemsizlikle beliren tutumu olan umut, psikolojik bir savunmadır. Sürgün, bu umuda tutunarak yaşar. Öte yandan dışardalığın yabancılığını ruhunda duyumsayan sürgünün umudu, aslında geri dönüşün olanaksızlığını duyumsadığı anda tutunduğu bir varoluş sığınağıdır. Bu bağlamda umut ve umutsuzluk bir bakıma aynı düzlemde belirirken “umutsuz kişi olası tüm geçmişi bir şimdi gibi taşır” (Kierkegaard, 2001:35). Geçmişini ve yurdunu her an kendiyle taşıyan özne, varlığını koruyabilmek için umutsuzluğunu aşmak, varoluşunu ve otantikliğini korumak için umuda tutunmak zorundadır. Bu bağlamda geçmiş, bir yandan umutsuzluğun ifadesi iken diğer yandan geri dönüşün imgesel dayanağı olmasıyla umudu barındırır. Özlü’nün romanlarında anlatıcı ben, geçmişin imgesini her an zihninde taşır ve geri dönmenin hayalini kurar. Tatlı Bir Eylül romanında özne tüm o “ağır zamanlarda” yaşadığı bunalımı, İstanbul’daki evinde olduğunu düşleyerek aşar:

“Bütün o ağır zamanlarda, iç avluya bakan odanın pencereleri önünde otururken gizlice

İstanbul’a dönmeyi, o zamanlar babanın canlı varlığının doldurduğu bu evde, sana ait olan arka odada yaşamayı, kent ne denli yıkıma uğramış olursa olsun, onun bağrına sığınmayı, seslerini duymayı, kokularını almayı, orada kalmayı düşlüyordun. (...) İşte buydu, böyle bir eriyişti sürgünlük. Geçen yıllarla da çözülmesi güç bir düğüm haline geliyordu. Kuşkusuz bir yolculukta sanıyordun kendini, Ulyses’in Truva’dan dönüşündeki gibi, yıllar süren bir yolculukta. Dönüş yolu ne kadar da uzundu. Yıllarca sürüyor, mevsimleri aşıyor, güneşin çizdiği yolu izliyor, zihninden doğan karabasanlarla savaşıyor, sonsuzca yol alıyordu”

(Özlü, 2011:111).

Umut, öznenin kendisini, yaşadığı bunalım ve acının geçiciliğine inandırma biçimi, yaşama tutunma yoludur. “Umut eden bir bakıma kendini de umudun içine katmakta ve umut ettiğiyle yüz yüze getirmektedir” (Heidegger, 2018:511). Diğer taraftan çöküş ve bunaltıyı beraberinde getirecek olan umutsuzluk hali ise onu yok oluşa sürükleyen bir nitelikle belirir. Sürgünün kendi varlık alanında yarattığı tahribatın farkında olan özne, yaşamının anlamsızlığa sürüklenme tehlikesine karşı, umudu varoluş sığınağı olarak görür. O sürgündeki yaşamını, geri dönme umudunun verdiği güçle anlamlılık üzerine inşa eder. Şayet umudu tükendiğinde ve sürgünün her an kendiyle taşıdığı “iç yurt yıkıldığında sürgün kişi de yıkılabilir. Birçok yazınerinin intiharının nedeni artık böyle bir iç anayurdu taşıyamaz, toplumlarından her türlü umudu kesmiş duruma düşmeleridir” (Demiralp, 1998:167). Stefan Zweig, Walter Benjamin, Sadık Hidayet gibi pek çok yazarın sürgündeyken intihar etmelerinin sebebi içindeki umudu yitirmiş olmalarına bağlanabilir. Bu bağlamda umut, sürgün için varoluş sebebi olarak belirir. Özlü anlatılarında da sürgünün içinde sakladığı umut, belirgin bir yer tutar.

Kendi sürgünü ile Ulysess’in uzun yolculuğu arasında metaforik bir ilişki kuran özne, sürgününü umut zemini üzerine oturtur. Yolculuğun, ne kadar zorlu olursa olsun, önünde sonunda biteceği gerçeği, ona sürgünün de bir gün biteceği ümidini aşılar. O, bu inanca tutunarak umudunu korur. “Sürgüne gidenin dönüş umudu vardır. Bu umut onu ayakta tutar, savaşıma, yazmayı sürdürmeye iter” (Demiralp, 1998:167). Eve dönüş yolu, ‘karabasanların’ kuşattığı ‘mevsimleri aşan’ ve ‘sonsuzca’ süren bir yol olsa da başkişi, vuslat arzusuyla tüm zorluğa katlanır. Sürgünde geçirdiği tüm “ağır zamanlarda” geri dönmek üzere yaşama tutunmayı seçer.

Zamanın psikolojik algılanması ile süresi arasındaki ilişki, onu göreceliliğin öznesi haline getirir. Bu doğrultuda sürgünün zaman bilinci, ne niceliksel olarak ne de geometrik olarak algılanabilir; o, gündelik hayatın ölçülebilir bir parçası değil; uzamın sonsuzluğunda var olan boğucu bir soyutluktur. Romanda birey üzerinde yıpratıcı bir etkiye sahip olan

zaman; bir an önce geçip gitmesi beklenen, buna karşılık sürekli uzayan/ sonsuzlaşan bir nitelikle kısır döngünün mabedi olarak belirir. Başkişi, bu kısır döngü içerisinde varoluş’unu, pencere önünde otururken kurduğu İstanbul düşleri ile bütünlemeye çalışır. Evin dış dünyaya açılan kapısı, pencere, sadece fiziksel bir açılımı değil, aynı zamanda öznenin tinsel açılımını da içinde barındırır. O, pencere önünde kurduğu düşlerle, zamanın ve mekânın ötesinde anılarına, geçmişine, yurduna seyahat eder. Bu düşsel an’larda İstanbul’da olmayı arzulayan özne, kaybettiklerini de yeniden var etmeye çalışır. Demir Özlü, sürgünde olduğu yıllarda babasını kaybeder ve onun için babasının cenaze törenine katılamaması, yaşadığı en büyük acılardan biridir. Tatlı Bir Eylül’de özyaşamsal öğelerin bir yansıması olarak anlatıcı ben, yurdundan ayrı kaldığı dönemde babasını sonsuzluğa uğurlar. Öznenin pencere önünde düşlediği yurda dönüşte ise babasının canlı varlığı hala evi aydınlatmaktadır. O, düşlediği dünyada sadece yurduna dönmekle geri kalmaz, yurdundan koparıldığı zamana/babasının hayatta olduğu zamana da geri döner. Kendi evinin varlığını babasının varlığıyla birlikte olumlayan özne, gerçeğin trajedisini hayalin sınırsızlığı ile aşmaya çalışır ve babasının canlı varlığının hala evinde olduğunu düşler. Baba figürü ile sembolize edilen güven duygusu, huzur imgesiyle birlikte belirir ve öznenin evi, baba’nın koruyuculuğu ile gerçek kimliğini kazanır. Başkişinin düşlerinde dönmek istediği ev, babasını sağ olarak bıraktığı geçmiş zaman evidir.

Zaman kavramı, sürgünün sözlüğünde ontolojik bir anlam yüklenir. Oya Baydar’a göre sürgün, kendi toprağından ve ikliminden olduğu kadar kendi tarihinden de koparılır (Baydar, 1994:4). Öznenin yurdundan ayrıyken tüm derinliği ile yaşadığı zamanın ve uzamın iç içeliğini Bahtin, kronotop sözcüğüyle ifade eder. Matematikte de kullanılan, Einstein’in Görelik Teorisinin parçası olarak geliştirilen kronotop kavramına Bahtin, edebiyat eserlerinde zamansal ve uzamsal ilişkilerin içkin bağlantılılığı anlamını yükler. Diğer bir deyişle kronotop, “uzam ve zamanın birbirinden ayrılamazlığını” (Bahtin,2001:296) ifade eder. Ülkesinde geçen zaman’dan koparılan özne, zamanın ve uzamın bütünselliğini yurdundan ayrı düştüğünde anlar. Sürgün, sadece ait olduğu mekândan değil, zamandan da koparılmıştır ve sürgünde geçen zamanın telafisi yoktur. Yitirilen zaman, geri dönüşün olanaksızlığı içerisinde öznenin yaşamından giden/tükenen bir değer olarak belirir. O, yurdundan ayrı geçirdiği her anda, yabancılığını duyumsar ve ait olduğu mekân, onsuz yaşamaya devam eder. Bu yüzden de sürgün için kesin bir dönüş asla mümkün olmaz. Zamanın geri çevrilemezliği, onun sürgünlüğünü ebediyete

hapseder. Avusturyalı yazar Jean Améry, ‘İnsanın Kaç Vatana İhtiyacı Vardır?’ yazısında sürgünden dönmek diye bir şeyin hiçbir zaman mümkün olmadığını söyler. “Çünkü bir yere geri dönmek, hiçbir zaman yitirilmiş zamanı da kazanmak değildir” (Cemal, 1998:183). Tinsel anlamda zamandan kopma ile gelen parçalanma, varoluşun yitikleşen görüntüsü ile şekillenir. Nitekim geri döndüğünde yurdunu değişmiş bulan özne, kendini oraya da ait hissetmez ve yurtsuzluğun bunaltısını yaşar.

1989’da sürgünlüğü biten Demir Özlü ülkesine döndüğünde onu bıraktığı gibi bulamaz. Sürgünde olduğu süre zarfında babasını, kız kardeşini ve birçok dostunu kaybeden yazar, kentin değişmiş sureti karşısında da yabancılık hisseder. Özlü’nün anlatılarında bu durumun yansıması, sürgün karakterlerinin yaşadığı trajedi bağlamında ortaya çıkar. Tatlı Bir Eylül romanında anlatıcı özne, sürgünün kendi kentini yitirmesini anlatır: “Dönüş biletini hemen düzenletip çekip gitmek istedin. Nereye gidecektin ama? (…) Kentini yitirmiş biri nereye gidebilirdi?” (Özlü, 2011:82) sorgulamalarıyla gelen içsel çatışma, yabancılaşma düzleminde belirir.

Anlatıcı özne, yıllar sonra ülkesine geri döndüğünde bıraktığı kenti eskisi gibi bulamaz. Kendilik mekânının yeni görüntüsünü “hüzünlü bir İstanbul” (Özlü, 2011:82) olarak nitelendiren özne, bu kentten gitmek ister. Lakin nereye gideceğini bilemez. Aidiyet sorunsalıyla beliren çatışma, öznenin kendi yurduna yabancılaşması zemininde ortaya çıkar. Sürgünde kaldığı süre zarfında özne, yurdundan sadece fiziksel olarak değil, tinsel olarak da uzaklaşmıştır. Onun düşlerinde yaşattığı, sokaklarında gezindiği, özlediği kent, sürgüne gitmeden önce bıraktığı kenttir. Oysa karşılaştığı kent ise sevdiği mekânların/kafelerin kapandığı, dostlarını birer birer yitirdiği, kentsel mimarinin estetikten yoksunlaştığı kaotik bir yerdir. Kentin değişen yüzü, ona ait olmadığı bir yerdeymiş hissini verir; bu durum ise tinsel bir kopuşa/ parçalanmaya kapı aralar. Nitekim öznenin, kendi varlığını konumlandıracak bir yurt/mekân bulamayışı onun buradalığını ve varoluşsal kesinliğini tehdit eden bir niteliğe sahiptir. Gidecek bir yeri olmayan başkişinin ebedi bir sürgüne dönüşen yaşantısı, varoluşsal boşluk ve anlamsızlık görüngüsünde belirir.

Özlü’nün Dalgalar romanında, sürgünden sonra İstanbul’a dönen başkişinin içsel sürgünü yalnızlıkla örülüdür: “Uzun yıllar sonra İstanbul’a döndüğünde orada yeni bir yaşama başladı mı? Uzun yıllar oturduğu o kuzey kentinde bir yaşamı var mıydı? Eğer

yalnızlık bir yaşamsa, bir yaşamı vardı. Yeniden başladım ve bir hayat kuramadım” (Özlü, 2006:30). Anlatıcı öznenin sürgünle yıkıma uğrayan hayatı, sürgünün bitmesiyle de şekillenemez. Yurdundan dışlanma ile başlayan sürgün, her şeye sil baştan başlayan öznenin ontolojik bütünlüğünü sağladığı bir hayat kurmasına müsaade etmez. Yabancılık, yalnızlık, dışlanma, yurtsuzluk gibi varoluşsal tehditlerin arasında, öznenin varlığı hep eksik kalır. Daha sonrasında sürgün bitse dahi eskiye dönemeyen özne, yabancılaşma ile gelen içsel sürgünlüğe mahkûm olur. Ne sürgünde ne de sürgünden sonra döndüğü yurdunda bir “hayat kurama(z)”. Yıllarca oturduğu kuzey kentinde yalnızlıkla kuşatılmış bir hayat, onun arzuladığının dışında bir dünyadır.

Belgede Demir Özlü İnsan ve Eser (sayfa 129-135)