• Sonuç bulunamadı

Soğuk ve İnsansız Kent: Stockholm’de Yaşam

Belgede Demir Özlü İnsan ve Eser (sayfa 35-42)

Demir Özlü, gönüllü sürgünü seçişinin ardından 1979 yılında, yaşadığı çevreyi, dostlarını, mesleğini ardında bırakıp Stockholm’e gider. Burayı “Kuzeyin insansızlığı. Derin ıssızlık. Kentin ortasındaki ıssızlık. Seni kendine çeken yalnızlık. Görünen buydu işte.” (Özlü, 1990:17) ifadeleriyle ıssız bir kent olarak tanımlar. Stockholm’e ilk geldiğinde bir süre yine kitaplara gömülerek zor günlerini kitaplar aracılığıyla aşmaya çalışır. Daha sonra İsveç’te Çalışma Piyasası Kurumu (AMS)’na başvurarak iş ister. Bu kurum ise onu İsveç dilini öğrenmesi için AMS’ye bağlı bir dil kursuna gönderir. 1980 yılı ocak ayından başlayarak dil kurslarına devam eden Özlü, AMS’nin kursiyerlere ödediği asgari ücrete yakın bir aylıktan da faydalanır; ancak bu durum zoruna gider.

Nitekim “İstanbul’da tanınmış bir avukat olan” Özlü, “yeniden öğrencilik günlerine dönmüş”tür (Özlü, 1990:36). Öte yandan Türk İşçi Dernekleri Federasyonu’nun çıkardığı Türkçe bir dergiye yazı yazarak oradan da asgari ücrete yakın bir para alır. İyi bir mahallede oturan, geçim sıkıntısı çekmeyen, ancak kendini “bütün statüsünü yitirmiş, yaşama sıfırıncı noktadan başlamış bir göçmen gibi” (Özlü, 1990:36) hisseden Özlü; kendisine uymayan bir yerin bütün yabancılığını, bütün güçlüklerini üstlenmiş olur (Özlü, 1990:39). Sürgünün ilk yıllarında, İsveç’in tenha kentlerine, soğuk iklimine alışmakta güçlük çeken Özlü, burada aidiyet hissinin getirdiği varoluşsal problemler yaşar. Bu geçiş sürecinde birincil sığınağı ise anıları ve kitapları olur.

Bahar geldikçe güzelleşen Stockholm’de, İsveç konuşma dilini anlamaya ve Stockholm öykülerini yazmaya başlaması onu biraz ferahlatır. Lütfi Özkök’ün takdimiyle İsveç Yazarlar Birliği üyeliğine kabul edilir ve kendisine haziran başında 10 bin kronluk bir çalışma bursu verilir (Özlü, 1990:38). 28 Mart 1980’de ise ikinci oğlu Emre Özlü dünyaya gelir.

Haziran ayı ortasında Lütfi Özkök’le birlikte Finlandiya’nın Lahti kentinde yapılan Uluslararası Yazarlar Toplantısı’na çağrılır. İki yılda bir yapılan uluslararası yazar toplantısının o dönemki konusunu edebiyat ve mit oluşturmaktadır. Bu toplantıdan George Steiner ile arasında geçen bir konuşma, Özlü’nün kişiliğini ve kararlarını etkileyen bir etki yaratır. Türkiye’deki gelişmeleri yakından takip eden George Steiner, Özlü’nün Türk bir yazar olduğunu öğrendiğinde yanına gelerek bu süreçte İsveç’te olmasının iyi bir fikir olduğunu söyler. Özlü’nün Stockholm’deki hayatın tekdüzeliğinden çok sıkıldığını ifade etmesi üzerine Steiner’ın cevabı “Olsun. Kitaplar var, kitaplar var ya.” (Özlü, 1990:57) olur. Özlü, bu sözü sürgünde sıklıkla hatırlatır kendine ve bu hatırlayış sıkıntılarını kesen en önemli bir dayanak noktası olur.

Bu süreçte Türkiye’de 12 Eylül darbesi gerçekleşir. Türkiye’deki kaotik ortamın siyasal çıkmazdan, politik çalkantıların sonuçsuzluğundan ötürü bir darbe ile sonuçlanabileceği öngörüsünde bulunan Özlü üzerinde bu darbe, umutsuzlukla karışık bir hüzün hali yaratır. Yazar, gelecek günlerin güzel olacağına dair inancını gün geçtikçe yitirir. Öte yandan Özlü, kendi özel çevresinde Türkiye’de olup bitenleri her ne kadar benimseyip eleştirse de bunu yabancı medyaya karşı yapmaz. Onlarla “kapalı kapılar adından fısıldaşarak konuşmak, insanda sanki yabacının etki alanına girmiş gibi bir hava uyandırabilirdi.

Sonra biz Türk’tük, Türkiye’ye ait insanlardık. Kendi sorunlarımızı en iyi gene biz bilirdik, biz bilmeliydik.” (Özlü, 1990:78) diyerek dışa karşı kapalı bir tutum benimser. Özlü, dışa karşı/yabancı medyaya karşı kapalı bir tutum benimsemesine karşın ilerleyen zamanlarda Türkiye’de İlhan Erdost’un ölümü karşısında daha fazla dayanamaz. Erdost’un ölümü üzerine İsveç Yazarlar Birliği genel kurulunda söz alır ve Türkiye’deki askeri rejime aydınların dikkatini çekerek İlhan Erdost’a yapılan muameleyi protesto eder. Melih Aşık’ın bu dönemde Stockholm’de bulunması ve Özlü ile birlikte kalması ise yazar için motivasyon kaynağı olur. Onu İstanbul’a uğurlarken kendisinin bu kente uzun bir süre gidemeyeceği düşüncesiyle derin bir boşluk hisseder.

Bu süreçte Kaptensgatan’daki evin sahibi olan gazeteci dostları geri döneceğinden, o evi boşaltıp kentin güneyinde Mosebacke Torg (Musa Yokuşu) adı verilen eski kesiminde, iki ay için bir başka arkadaşın büyük boş evine taşınırlar (Özlü, 1990:39). Yazar, burada Fin’li bir arkadaşının tek odalık evini de çalışma odası olarak tutar ve Ağustos 1980’de başlayarak kasım ayı sonuna kadar Hornsgatan’daki bu küçük çalışma evinde Bir Yaz Mevsimi Romansı’nın ilk biçimini yazar. Aynı günlerde İsveç Kraliyet Akademisi’nin verdiği bir yemekte Milan Kundera ile tanışır. Aralık ayında Berlin’de Wansee’de yapılan Türk Edebiyatı Sempozyumu’na davet edilir. Özlü’nün modernizm ve gelenekle ilgili bir bildiriyle katıldığı bu Sempozyum’da Tomris Uyar, Zehra İpşiroğlu, Aziz Nesin, Çetin Altan, Aysel Özakın, İlhan Berk, Ferit Edgü, Fakir Baykurt, Vasıf Öngören, Yüksel Pazarkaya, Güney Dal, Yağmur Atsız, Aras Ören, Ahmet Doğan gibi isimler de yer alır. 1981 yılının ocak ayında maddi giderlerinin bir kısmını karşılamak için iş arayan yazar, Güney Stockholm’de bir okulda, genç yaşlardaki bir öğrenciye Türkçe öğretmeni arandığını öğrenir. Yıllarca İsveç’te çalıştığı için burslu okuma hakkına sahip olan bu Konyalı gence ve çocuğu İsveç’te yerleşik oturma hakkı aldığı için İsveç’te bulunan okuma- yazma bilmeyen bir Türk kadınına, Türkçe dersleri vermeye başlar. Yaz bitimine kadar iki öğrencinin eğitimi ile ilgilenen Özlü, liseyi bitirmemiş olan Konyalı genç çocukla Türkçe edebiyat metinlerini okuyup inceleme yapma imkânı bulur ve bu incelemeler, kentte çalışmaya başladıktan sonra gittikçe artan yabancılık hissi içinde, ona büyük zevk verir. Türkçe okuma yazma öğrenen kadın ise çok iyi özellikleri olan bir Anadolu kadınıdır. “Yaşama cesaretle, bilgece bakan” bu kadın Özlü’ye dostça davranır. Özlü anılarında, o dönem derslerden aldığı paranın geçinmesine yettiğini söyler (Özlü, 1990:53).

Demir Özlü, 1981 sonbahar ve kışında, çoğunlukla göçmen Türk çocuklarının okuduğu Rinkeby Okulu’nda öğretmenlik yapar. Aralık ayında Berlin’de yapılacak bir toplantıya Dursun Akçam tarafından davet edilen yazar, hem bu toplantıya gitmek hem de yılbaşını Tezer Özlü ile birlikte geçirmek için Berlin’e gider. Toplantıda Dursun Akçam, Ömer Polat, Şanar Yurdatapan gibi isimlerle “Demokrat Türkiye” adlı muhalif bir gazetenin çıkmasını destekler (Özlü, 1990:63). 1982 yazında İsveç Yazarlar Fonu, 12 bin kronluk çalışma bursu verir. Aynı yıl Türkiye’de anayasal düzenlemeler olur.

1982 yazı Özlü’nün annesiyle babası Stockholm’e gelir ve üç ay kalırlar. Bu, babasını yurttan ayrıldıktan sonra ilk ve hayatta da son görüşü olur. Babasını “sivil toplum düşü ve cumhuriyetin iyimser ideallerinin kişiliğini yoğurduğu” (Özlü, 1990:79) idealist bir adam olarak tanımlayan yazar, bu üç aylık zaman diliminde babasıyla bol bol sohbet etme imkânı bulur. Özlü ve babası birbirlerini anlayan, destekleyen iki arkadaş gibidir. Bu yüzden pek yakın yaşamış, yıllarca aynı yazıhanede avukatlık yapmış ve pek çok şey paylaşmışlardır. Uzun zamandır anne ve babasını göremeyen Özlü, Stockholm’de bir nebze de olsa özlemini giderir. Onları Arlanda Havaalanı’ndan uğurladıktan sonra ise içini sonsuz bir boşluk, üzüntülü bir anlamsızlık hissi kaplar. Sürgündeyken sürekli olarak babasını düşünen ve ondan uzaktayken babasını kaybetmekten korkan Özlü, korkularını yaşar. Stockholm ziyaretinden yedi sekiz ay sonra, 5 Mayıs 1983’te babasını kaybettiğini öğrenen Özlü, babasının cenaze törenine katılamaz ve “babamın cenazesinde bulunamamak, yaşamımın en büyük acısı olacak, beni sonraki yıllarda depresyona sürükleyecekti” (Özlü, 1990:34) diyerek bu ölümün ve babasına karşı son vazifesini yerine getiremeyişinin ruhunda yarattığı sancıyı dile getirir. Cenazede Demir Özlü’nün arkadaşları, onun yerine, üzerinde “Demir’in Arkadaşları” yazılı bir çelengi Şişli Camii’nin avlusuna bırakırlar (Özlü, 1990:34). Babasının cenazesine katılamayan yazarın bu acısını, Doğan Hızlan sürgünlük acısının en belirgin özelliği olarak tanımlar: “Sürgünlük acısı nedir? Acınızı yaşayamamak. Evet, Demir Özlü, babası, cumhuriyetin inançlı aydınlarından Sabih Özlü’nün cenazesine gelemedi” (Hızlan, 2001:2). Özlü, babasının mezarını ancak yıllar sonra, 14 Aralık 1989’da ziyaret edebilir (Özlü, 1990:34). PEN Kulübünün Hollanda şubesi, Vasıf Öngören’le Demir Özlü’yü Türk yazarlarının içinde yaşadığı somut koşulları görüşmek üzere Londra’daki uluslararası kongreye davet eder. 17 Kasım’da gerçekleşen bu kongreye İsveç’ten Güney Amerika’ya, İtalya’dan

Kore’ye, Japonya’ya kadar pek çok yazar katılır ve Özlü bu kongrede hapishanedeki yazarlarla ilgili bir konuşma yapar (Özlü, 1990:85).

Demir Özlü, 60’lı yıllarda şiirlerini, başkaldırısını ve Amerikan toplumu içinde yaşama biçimini çok sevdiği, hatta Şişli’deki evinde duvarına resmini astığı Amerikalı şair Allen Ginsberg ile 23 Ocak günü Stockholm’de tanışıp sohbet etme imkânı bulur. Bu sohbetinde ona, şiirlerinin Türkçeye çevrildiğini ve bunun yeni kuşağın en parıltılı iki yazarı (Ferit Edgü, Orhan Duru) tarafından yapıldığını söyleyen Özlü, Ginsberg’i modern çağın “dervişi” olarak görür (Özlü, 1990:95).

16 Mart 1983 tarihinde Demir Özlü, Finlandiya PEN kulübünün Helsinki Üniversitesi’nde düzenlediği bir kongreye katılır. Ataol Behramoğlu’nun onur üyeliğine seçildiği ve Türkiye’nin demokratikleşme sorunlarının konuşulduğu kongre, basında çok geniş bir yer tutar (Özlü, 1990:101). Davetten sonra Helsinki sokaklarında gezerken diğer konukların kendisinden bir şarkı istemesi üzerine Özlü, “Beyoğlu’nda gezersin…” şarkısını söyler. Bu şarkı ile “Beyoğlu’nu ne kadar derinden özlediğini” ve “ayrı bir kültüre ait olduğunu” (Özlü, 1990:100) duyumsayan Özlü, nereye giderse gitsin içindeki eksikliği hep yanında götürdüğünü fark eder. Sürgündeyken sık sık Kavafis’in “bu şehir ardından gelecek” dizesini tekrarlayan Özlü; caddeleri, sokakları, mekânlarıyla İstanbul’un hep ardından geleceğini derinden hisseder.

Bu süreçte bir yandan da “Demokrat Türkiye” dergisine yazılar gönderen Özlü, temmuz ayından itibaren İsveç dili kurslarından sonra başvurduğu AMS tarafından bir dergiye redaktör olarak atanır. 16 Ocak 1984’te Henrich Böll’e Türkiye’deki yazarların durumu ile ilgili mektup yazan Özlü, Böll’den gelen mektubu ömür boyu saklayacağını ifade eder. 29 Ocak’ta oğlu Harun Milko ile Londra’ya ikinci gez giden Özlü, 8-15 Nisan arasında Vasıf Öngören’in başı çekmesiyle bazı Türk ve Hollandalı kültür kurumlarınca düzenlenen ve Özlü’nün ifadesiyle “tam bir şenlik” olan Kültür Haftası etkinliklerine katılır (Özlü, 1990:112-113). Bu etkinliğe katılmak için “aklının alamayacağı kadar enerji dolu” olan Tuncel Kurtiz’le birlikte Stockholm’den Amsterdam’a yaptığı tren yolculuğu ise unutmadığı anıları arasındadır. Bu davette Hollanda’da yaşayan “150 bin Türkiyeli göçmenin genç kesiminin eğitimini” düşünen Hollanda kültür kurumları, katılımcı yazarları çocuk edebiyatına yönlendirmek ister (Özlü, 1990:116). Özlü ise

gelecek odaklı düşünen ve kendi ulusunun yanı sıra göçmenlerin eğitim durumuyla da yakından ilgilenen Hollanda’daki bu vizyonu takdir ve hayranlıkla karşılar.

5 Ekim 1984’te Özlü, Berlin Senatosu Kültür Dairesi’nin Berlin kenti üzerine bir şeyler yazması için verdiği bursu alarak iki aylığına Berlin’e gider. Burada “Derine” adlı öyküsünden hareketle, Beyoğlu’nu yeniden yaşamasına, “imgeleminde yeniden canlandırmasına” yardım edecek olan Bir Beyoğlu Düşü’nü yazar (Özlü, 1990:128). 1985 yazında küçük kardeşine kanser teşhisi konması onu derinden üzer. Tezer’in ameliyat olmasıyla kardeşini görmek için Zürich’e giden Demir Özlü, “bunun son görüşmemiz olduğunu içten içe hissediyordum. İste buydu hayat! Hastalık ve sağlık, sağlık ve ölüm, talih ya da talihsizlikler, (…) bireysel bunca sorun varken insanlar bir de siyasal nedenlerle birbiriniz eziyor” (Özlü, 1990:142) düşünceleriyle kardeşi ve kardeşinin şahsında da yeryüzünde hüküm süren kaos ve bozgun ortamının yok etmeye çalıştığı insanlığın hüznünü yaşar. Zürich’ten Strasburg’a geçerek Server Tanilli’yi ziyaret eden Özlü; Paris ve Amsterdam seyahatleriyle yolculuğuna devam eder.

18 Şubat 1986 yılında Tezer, Zürich’te bir hastanede ölür. Demir Özlü, bu ölüm haberini kendisine telefon eden, ancak bir şey söyleyemeyen Orhan Duru’nun sessizliğinden öğrenir (Özlü, 1990:156). 19 Şubat günü Demir Özlü, kardeşini son kez görmek üzere Zürich’e uçar. Zürich Havaalanına inerken, uçak “korkunç siyah bulutlar” arasına girer. Uçakla yolculuk yaparken hiç istemediği bir durum olan bu anlarda panikleyen Özlü için bu defa her şey yerini anlamsızlığa bırakmıştır: “Ama bu defa uçak düşse de aldırmayacaktım. Hayatın sonu, bütün bütüne anlamsızdı. İnsan, yaşamı boyunca iyi şeyler yapmış olsa dahi, yaşamının sonunda doğa ya da kader ona hiç de bir şey, iyi bir şey sunmuyordu. Herkese duyulan buydu işte: ölüm. Ne çalışmakla ne bilgelikle ne de iyilikle aşabilirdin onu” (Özlü, 1990:156). Özlü için ölüm gerçekliği, o an bütün hayatı anlamsızlığa büründürür. Kardeşinin kaybıyla gelen bu anlamsızlık ve boşluk hissi, varoluşçuluğun da yansımalarıyla vücut kazanarak eserlerine yansır.

Tezer Özlü’nün eşi Hans-Peter, Jaymes Joyce’un mezarının üzerinde küçük bir heykelin olduğu kısmı Tezer’in çok sevdiğini söyleyerek, oraya defnedilmesini ister. Ancak Demir Özlü, “Tezer, sonuçta bir Türk yazarıydı, mezarının İstanbul’da olması daha iyiydi.” (Özlü, 1990:158) diye düşünerek defin işleminin İstanbul’da gerçekleşmesi gerektiğini ifade eder. Tezer Özlü’nün cenazesi Türkiye’ye gönderilerek “Bebek’teki o küçük sahil

mescidinden alı(nı)p Aşiyan’a, o yağmurlu gün, o soğuk toprağa” (Edgü ve Özlü, 2017:61) verilir. Özlü babasından sonra kardeşi Tezer’in cenaze törenine katılamamasının ruhsal sancılarını yaşar.

26 Şubat günü Stockholm’e dönen Özlü, çok sevdiği Orhan Apaydın’ın ölüm haberini, sonrasında da vatandaşlıktan çıkarıldığı haberini alır. Böylece 1986 yılı Özlü için “acı ve burukluklar yılı” (Özlü, 1990:156) olur. 28 Haziran günü Özlü, Wansee’de Berlin’de Sanrı adlı kitabını yazmak ve orada kızıyla buluşmak üzere Doğu Almanya üzerinden Berlin’e gider (Özlü, 1990:159-160). Ayrıldığında 19 yaşında olan kızı Ayda’yı 26 yaşına geldiğinde, torunu Nazlı’yı ise ilk kez o, altı yaşınayken görür.

4 Nisan 1987’de Batı Almanya’da, Gelsenkirschen yakınında küçük bir yer olan Marl’da toplanan Özlü ve arkadaşları, burada “Yurttaşlık Bildirgesini” yayımlarlar. Ağustos ayında ise Leningrad’a geçen yazar, burada “otuz bin siyasi tutuklunun idam edildiği, Lenin’in tutuklu kaldığı, Dostoyevski ve arkadaşlarının tam kurşuna dizilecekken affedildiklerinin bildirildiği” yer olan Peter- Paul kalesini gezer (Özlü, 1990:168). İsveçli bir grupla Rus müzesini gezdiği sırada Ayvazovski’nin Ortaköy Camii’ni, İstanbul’u, Sarayburnu’nu, Boğaz’ı gören bir bölümünün alındığı bir resmini gördüğünde ise “hasretle yandığını” hisseder (Özlü, 1990:173). Leningrad’dan sonra Ferit Edgü ile bir okuma yapmak üzere Berlin’e giden yazar, burada Orhan Pamuk ile tanışır.

1988 yılı Nisan ayında Namık Kemal’in ölümünün 100. yılı olması sebebiyle Mainz’de düzenlenen Namık Kemal Sempozyumu’na katılır. Sempozyum, oradaki Türk halkının kültürel gereksinimlerini karşılamak adına Alman belediyeleri tarafından finanse edilir. Sempozyumda Namık Kemal’in Londra’dan gelen küçük torunu Nermin Menemencioğlu ile tanışan yazar, Fakir Baykurt’un yönettiği ve Ataol Behramoğlu, Server Tanilli, Mustafa Ekmekçi ve Serol Teber gibi katılımcıların olduğu oturumda bir hukukçu olarak Namık Kemal ile ilgili düşüncelerini aktarır (Özlü, 1990:187).

Stockholm’de sürgün bir yazar olarak on yıl yaşayan Demir Özlü, sürgünün hüznünü yolcuklarla hafifletmeye çalışır. Yaptığı sayısız yolculukta yaşamı ve kendini yeniden keşfeder. İsveç’te yaşadığı sırada uluslararası birçok edebi etkinlikte bulunan yazar, sürgündeki varoluş gerçeklerinden biri olan ana dile sığınır ve pek çok türde eser verir. Eserleri aracılığıyla ülkesiyle politik ilişkilerin uzağında bir bağ kurar ve yazmayı kendisini ruhsal bunalım ve çalkantılardan kurtaran bir sığınak olarak görür.

Belgede Demir Özlü İnsan ve Eser (sayfa 35-42)